SEÇTİKLERİMİZ- Selçuk Kozağaçlı, Cumhuriyet’e yazdı: “Ama şimdiden şunu bilin; sizin hükmünüz bize geçmez. Yüzyıl önce de geçmezdi. Biz ittihatçı veya itilafçı değiliz. Biz iştirakçiyiz. Zordur sosyalist yargılamak. Çobanlarınızın peşinden siz gidin. Biz kaval sesine ve çoban ayartmasına aşılıyız.”
SELÇUK KOZAĞAÇLI
Fransız Akademisi’ne kabul edilen Amin Maalouf’un “koltuk numarası” üzerine kaleme aldığı kitap, bende araştırmacı hisler uyandırdı. Sabit sayıda akademi üyesi bulunduğundan ancak ölümle boşalan yerler için seçim yapılıyor ve böylece her koltuk kendisine özel bir soyağacına sahip. Bugün Maalouf’un oturduğu “29 numaralı” koltuğun hikâyesi işte buna dayanıyor.
Akademi bütün kaynaklarını yazarın hizmetine sunmuş bu çalışma yapılırken. Yattığım yerden çok heveslendim. Hapishane idaresinden en küçük bir “elektrik alsam” hemen “52 Numaralı Hücrenin Hikâyesi” çalışmasına başlayacağım. Gerçi mesleki açıdan tanık olduğum “elektrik veren” son kamu kurumunu hatırlayınca hepimize olan güvenim artıyor. İşkenceden, hücreden, tecritten yılmamışız ki hâlâ gülüyoruz. İnsan içten yanmalı bir moral ve direnç reaktörü gibi, dıştan yapılan eziyetle yıldırılamaz. Ne güzel.
Ayrıca dava dosyamı bilgisayarda incelemek için, bütün başvurularıma rağmen, haftada iki saatten fazla izin vermeyen hapishane idaresinin, daha göz atılamamış otuz bin sayfa dava evrakı ortada dururken bu gibi araştırmacı taleplerimi hepten lüzumsuz sayma ihtimali çok yüksek. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi kitabının arasında, çaktırmadan Ken Parker okumak gibi bir iş.
İşte ben böyle hülyalı bir ruh halindeyken sevgili Ergin Cinmen getirip önüme iki bin sayfalık “Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti Yargılamaları” tutanaklarını barındıran üç cildi bırakınca kendime geldim. Tutanaklar yüz yaşında. Dolayısıyla kişisel tarih sevdasıyla meraklandığım; “52 Numaralı Hücre siyasal tarihimizde şanına yakışır bir yer elde edebilecek mi?”, “En azından; benden hemen önce yatan ve hücreyi pek temiz bıraktığı için benim açımdan takdiri indirimi hak etmiş hâkim beyin davası ne oldu?” gibi bencil soruları bir kenara bırakıp nesnel bir tarihsel anekdot mukayesesi yapmaya karar verdim. Umarım siz de ilginç bulursunuz.
Çobanın cemaati
Karşılaştırmanın ilk tarafı gayet güncel bir şöhretin hukuksal durumuyla ilgili: Pastör Andrew Brunson. Bildiğiniz üzere ABD Başkanı’nın bizim Adalet ve İçişleri Bakanlarımızı “organize insan hakları ihlâli yapan şebekelerin liderleri” olarak etiketlemesine yol açan tutuklu bir din adamı kendisi. Milletçek dilimiz döndüğü kadar; “Yahu bu adam üç hâkimli uzman bir mahkemede terör suçundan yargılanıyor, durumu hem itirazla hem de temyizle incelemeye açık, Anayasa Mahkemesi’ne, olmadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru hakkı var. Bu kişiler hükümette bakan, yargıya nasıl karışsınlar, zaten esas karışsalar suç olur…” gibisinden terbiye sınırlarında durumu anlatmaya çalışıyorsak da adamlar:
“Tıraşı kesin! Pastör’ü derhâl yollayın, sizde bu işlerin nasıl yürüdüğünü bilmeyen mi var? Uzatmayın, kötü olur!” dediler.
Malum “pastör” bir yandan da “çoban” demek. Bu çobanın İzmir’de bir apartman kilisesine sığacak cemaatinden ne olur diye hafife alındığı anlaşılan sürüsündeki esas büyükbaşların Kuzey Amerika çayırlarında yayıldığını da böylece öğrenmiş olduk. Elbette bilmemek değil, öğrenmemek ayıp.
Beni tanıyanlar bilir, sözü edilen her iki Bakanlıkla da aram yirmi beş yıldır limonidir. Onların bana ara sıra edepsizliği olsa da benim haklarında hiç “ihlâl şebekesi, suç örgütü” gibi iddialı ve ilham verici tespitlerde bulunmuşluğum yoktur. Kaldı ki bir tüzel kişiyle bu kadar senli-benli olunmamalı diye inanmak istiyor insan. Maliye Bakanımızın da bu vesileyle hatırlattığı gibi; çiftler arasında bu kadar açık sözlü ve içten konuşmalar için adeta bir “karı-koca” hukuku gerekir gibi duruyor. Aile içi şiddetle mücadeleye yıllarını vermiş meslektaşlarım hemen üzüntüyle tanıyacaklardır ki; “Kocam değil mi? Döver de sever de! Size ne oluyor?” diyen kırık dişlerin ve kaburgaların sahipleri tarafından elinizin kolunuzun bağlandığı bir “Aile Hukuku” türüdür bu. Kısaca mağdur size “Karışma” der. Neyse ki bizim iki mağdur da malvarlıklarını evde tuttuklarından zırnık kaptırmayıp “Acımadı ki” dediler ve böylece atlatmış olduk ekonomik yaptırımı.
Şimdi gelelim karşılaştırmanın diğer tarafına. Bir çoban da burada var. Hem de bunun sürüsü gemiyle Arjantin’den getirilmiş Angus gibi ecnebi değil, gayet yerli ve milli: Sanık eski Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi Hazretleri!
Yüz yıl uzaktan
Önce avukatından, tam yüz yıl uzaktan bize seslenen bir meslektaşımızın esas hakkında savunmasından nefis bir parça geliyor: “…iki cümleden ibaret olan bir söze müsaade buyurun Paşa Hazretleri!…” diye başlıyor, ama sizi yanıltmasın, meslektaşımızın tam dört saat otuz dakikadır süren savunmasının sonlarındayız. Tabii buradan bu gözünü sevdiğimin taktiğinin o yıllarda da tuttuğunu anlıyoruz: “Hemen toparlıyorum Sayın Başkan!”. Diğer yandan “Paşa Hazretleri” hitabı da sizi yanıltmasın. Bugün, çocuğu yaşındaki cahil hâkimleri hoş tutmak için çaresiz avukatçıkların abandığı abartılı hitaplardan değil; herif gerçekten paşa: Mahkeme Reisi Ferik Mustafa Nâzım Paşa. Divan-ı Harbi Örfi’deyiz. Yıl 1918. Meslektaşımız devam ediyor:
“Avrupalılar daima; ‘Türkler ihkak-ı hak kabilinden mahrumdur. Kapitülasyonlar onların başında topuz gibi durmalıdır; çünkü onlar zamana, zemine, icab-ı hâl ve maslahata göre hüküm verir…’ diyorlar. Maatteessüf bunda ısrar ediyorlar. Bilhassa Avrupa erbâb-ı hukukunu da düşünürüz. Onlar eğer hükümleriniz esbab-ı mucibeye istinad etmemiş ise, âlem-i hukuk nokta-i nazarından yegân yegân tedkik eyleyecekler ve eğer menfi bir neticeye vasıl olacak olurlarsa aleyhimizde verecekleri hüküm pek tahripkâr olacaktır…” diyor, Dava vekili Ali Haydar Bey.
Eskiler anlamıştır, gençlere de şöyle “yaratıcı” bir özet yapayım: “Avrupalılar ‘Zaten Türkler bu mahkeme işlerinden anlamaz, hak hukuk bilmezler; bunlar duruma göre, işlerine geldiği gibi karar verdiğinden gerekçe yazmaktan da acizdirler. Bunları ekonomik yaptırımla tehdit etmeden düzgün bir karar beklemeyin’ diyorlar. Şimdi sizin vereceğiniz kararı da hukuki açıdan tek tek inceleyip size yedirirler, en iyisi bunların eline düşeceğinize benim müvekkilleri bırakın…” demiş meslektaşımız.
O gün var mıydı bilinmez ama bugün ne “âlem-i hukuk nokta-i nazarından” dava inceleyip, hukuksuzlukları “yegân yegân” sayacak “erbab-ı hukuk” kaldı Avrupa’da, ne de artık bu memlekette “esbab-ı mucibeye istinad etmeyen” hükümden utanacak hâkim var. “Zaman, zemin, icab-ı hâl ve maslahata uygun karar” elbette yüzyıldır bâki. Hatta yargımızın tek alâmet-i farikası.
Tam yüz yıl. Nasıl? Karşılaştırmaya değermiş değil mi? Siyasi yargılama işte budur. İster Pastör kıstırın tenhada, isterse bir köşeye Şeyh-ül İslâm sıkıştırın; ister ittihatçı olun ister itilafçı, siyasi yargılama kapasiteniz ve hükmünüz siyasal ömrünüze denktir. Ha bir de kalibrenize. Kulağınızdan emperyalizme kaptırdıktan sonra kafayı; 1908-2016 arası, hanginizin hanginizi yargıladığınızın ve devre mülk gibi sırayla hapse tıktığınızın kıymeti yok.
Mal sahibiyim
Bize gelince; ne ittihatçı ve de itilafçıyız. 52 numaraya da devre mülk gözüyle bakmadığımı bilin. Mal sahibiyim; ileride yıktırıp dutluk yapacağım, sonra da “eskiden hep hapishanelikti buralar” derim.
10 Eylül’de duruşma var. Ne talep edeceğiz? Gelin, elim değmişken size onu da Ali Haydar Bey rahmetlinin “netice-i talebi” üzerinden anlatayım. Şu dilin güzelliğine bakın:
“Binaenaleyh elinizi tâ vicdanınıza, gözlerinizi Kuran-ı Kerim’im emretmiş olduğu tamam-ı icrayı adalet ahkâm-ı şerifesine ve diğer tarafta kanun-ı cezaya ve kavait-i cezaiyyeye koyarak hüküm vermenizi istirham ederim.” Bu savunma ve talep; müvekkillerden birisini, Esbak Posta Nazırı Haşim’i oy çokluğuyla beraat ettirirken, Şeyhülislam-ı Esbakı da ipten alıp, uygulanmayacak bir on beş sene kürekle kurtarmış.
Yalandan bir dava olduğunu düşünmenizi istemem. Tutanak ciltlerinden ikincisini oluşturan bu dava “Ermeni tehciri ve kırımı” suçlamasını da barındırıyor. Faillerden asılanlar da var kaçanlar da. Bazı hesaplar ise Ermeniler tarafından dava dışı suikastlar ile görülmüş.
Diğer ciltler “Bizi bu harbe niye soktunuz?” konulu Meclis-i Mebusan soruşturması ile biraz daha geç, 1926 tarihli, Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde görülen “Sû-i Kasd ve Taklib-i Hükûmet” davası tutanakları. Neyse, ittihatçılarda dava çok…
Şimdi geldik bunların 10 Eylül’de mahkemeden ne talep edeceğimiz ile ilgisine.
Resimsiz kitap
Malum ceza yargılaması uzun yıllardır “din dışı” yürütülüyor. Bu yüzden biz Ali Haydar Bey gibi hâkimin sağ elinin altına doğru; “tamam-ı icrayı adalet ahkâm-ı şerifesini” uygulasın diye Kuran-ı Kerim süremiyoruz. Aynı nedenle pastörün ve şeyhülislamın tanrılarından da doğrudan talepte bulunulamıyor. Gerçi bulunanlara da cevap verilmediğini her gün bir ağırlaştırılmış müebbet hapis yiyerek dönen ve teselliyi Kitab’da buldukları için bize de hafız dinleme zevki tattıran komşulardan biliyorum. Haydar Bey merhum, bütün yumurtaları aynı sepete koymayarak hâkimlerin sol elinin altına doğru da sivil kitaplar sürüyor: “kanun-ı ceza ile kavaid-i cezaiye”. Maalesef külliyat sayılır bu kadar kitap. Okumak zor. Tebliğ edilen iddianame ve ara kararların dilinden, cümle yapılarından ve bilhassa “idrâk derinliğinden” muhataplarımızın en son ancak resimli ve iri yazılı kitapları okumuş olabileceği anlaşılıyor. Eleştirmek için söylemiyorum. Zaten, tavşan deliğine atlamadan hemen önce Alice’in de dediği gibi; “İçinde resim ve konuşma olmayan bir kitap ne işe yarar ki?”
Tam on iki aydır tutuklu tuttuğu on beş avukatı sorgularını yapmak üzere huzuruna çağırmaktan korkan; onun yerine her birisi hapishane genel müdürü tarafından memleketin neresine sürülmüş ise oraya televizyonla bağlanarak kovuşturma yapmaya kalkan hâkime ne denir? Eğer hâlâ hâkim deniyorsa tabii. Neresinden talepte bulunayım bunun?
Tertemiz vicdan
Rahmetli dava vekilinin talep listesinin başına döndük. Ben de sizin “tâ vicdanınıza…” mı seslensem? Oscar Wilde’ın dediği gibi büyük ihtimalle tertemizdirler, hiç kullanılmadığından. Sizi siftah yapmaya ikna etmek de zor. En iyisi bütün arkadaşlarımız hâkim önüne çıkarılıncaya kadar sizinle muhatap olmamak galiba.
Ama şimdiden şunu bilin; sizin hükmünüz bize geçmez. Yüzyıl önce de geçmezdi. Biz ittihatçı veya itilafçı değiliz. Biz iştirakçiyiz. Zordur sosyalist yargılamak.
Çobanlarınızın peşinden siz gidin. Biz kaval sesine ve çoban ayartmasına aşılıyız.
Tutsak edebilirsiniz, asla teslim olmayız; buradan mücadele ederiz. Öldürebilirsiniz, yenilmiş sayılmayız; mücadelemiz yaşar. Sizin ömrünüz ise kavalcının götüreceği ilk ırmağa kadar.
İster hâkim gibi davranın mahkemeye getirin, vicahen yüzünüze söyleyelim, isterse arkasına saklanıp gıyaben SEGBİS ekranından izleyin ama “kalibrenizin” hepsi bu ise bilmelisiniz ki mutlaka biz kazanacağız.
Selçuk Kozağaçlı
Silivri Hapishanesi