KİRAZ ÖZDOĞAN yazdı: “19. yüzyıldan beri sokak köpekleriyle birlikte verdiğimiz bu birlikte yaşama mücadelesini; ne şimdiki yasaya rağmen fiili uygulamalar ne de bundan sonra bu uygulamaları resmileştirecek yasalar engelleyemeyecek! Son perdeyi, mülkiyetsiz bir şekilde birlikte yaşamı savunanlar yazacak!”
KİRAZ ÖZDOĞAN
Islığım; her zamanki buluşma yerinde yankılanıyor. Sesini ve birbirimize sarıldığımız anı beklerken kayıp duygusu, bir hançer gibi hayatıma saplanıyor. Ertesi günler; ıslıklarım karşılıksız kalmaya devam ediyor. Tanıyanlarından “görmedim” cevapları, hançerin acısını daha da artıyor. “Yulaf, neredesin?” Onu aramaktan vazgeçmiyorum. Toplamadan kendini ve arkadaşlarını kurtarttırdığından beri, yani yaklaşık 9 aydır birlikte yaşıyoruz. Her sabah kızımı okula götürüyor. Arkadaşları ona hayran. Öyle güçlü bir bağımız var ki başına bir şey gelmedikçe bizi terk etmeyeceğine eminim. Derken bir gün, tek kaybolanın Yulaf olmadığını, aynı acıyı taşıyan başkalarının olduğunu öğreniyorum. Sonraki gün bir komşum, toplama yapıldığını söylüyor. O andan itibaren Nazi döneminden fırlamış gerçeklikler, hayatıma başka bir yerden daha giriveriyor.
1. Perde: Tutsaklık ve mülkiyete zorlama
Hayatın cilvesi. Varlığından nefret ettiğim ensesindeki cipin numarası, Yulaf’ı ve diğerlerini bulmamı sağlıyor. Kısırkaya toplama kampında olduklarını öğreniyorum. Kayıp birini bulmanın verdiği rahatlamanın öfkeye dönmesi, saniyelere sığmıyor. Oranın hukukun askıya alındığı[1] bir ölüm kampı olduğunu biliyorum. Ve ölüm kampında yakınlarının olması, bambaşka bir acı. Telefondaki ses, beni mülkiyet edinmeye zorlayacak şekilde “ancak sahiplendirme yoluyla verebiliriz” diyor. Bir canlının mülkiyete dönüşmesine karşı olsam da çaresizlik yüzünden Yulaf’ı almaya hazırım, ama ya diğerleri? Herkesi alamam ki! Soykırımdan bir canı kurtarmak gibi bir şey yaptığım. Boş yere yasaya aykırı şekilde tutsak ettiklerini, aldıkları yere bırakılması gerektiğini söylüyorum. Karşımdaki ise “Biz, yasaya aykırı hiç bir şey yapmıyoruz” yalanını söylemekten çekinmiyor bile.
2. Perde: Hukukun askıya alındığı bir yerde, hukuku hatırlatma cüreti
Kısırkaya sahiplendirme biriminde Nazi dönemi filminin gerekli repliklerini oynuyoruz. Varlığı yasa dışı olan bu kurumun çalışanı, senaryoya uygun bir şekilde bana sahiplendirmeyle ilgili yasal mevzuatı ve yaptırımları okuyor. Buna göre köpek kamu alanında özgürce gezerken yakalanırsa, bir daha bana verilmezmiş. Hatta bu durumda bir yıl boyunca sahiplenme yapamayacağım gibi valilik, bana para cezası kesermiş. Rakamı bin lira da olabilirmiş. Hiç valiliğin hayvana şiddet uyguladığı kanıtlanmış insanlara ceza kestiğini duyan oldu mu? Sanmıyorum. Ama ben; Yulaf’ı barınak denen cezaevindeki tutsaklığından kurtarmak için sahiplendiğimde, onun hayatını ev ve tasma denen tutsaklığa yeterince dönüştürmediğim için cezalandırılabilirmişim. Yulaf’ın sahibi dışında kendine ait bir yaşamı olamaz; örneğin kamu alanında bensiz arkadaşlarıyla oynayamazmış. Ardından kendilerinin “iyi niyetli” olduğunu söylüyor ve konuşmasını bitiriyor. Sahiplendirme kağıdına, “köpeğin yasaya aykırı şekilde tutulduğu için sahiplenmek zorunda kaldığımı” yazıp imzalıyorum. Sizden ve cezanızdan korkmuyorum!
3. Perde: Solmuş gökkuşakları ve isyan
Üçüncü perde; tek kişilik beton bahçeli köpek hücrelerinin karşısındaki huzur içinde gezen insanların durduğu merkezde başlıyor. Buradan veterineri alıp “doğal yaşam alanı” denen koğuş bölgesine geçiyoruz. Burası sayısını tahmin edemeyeceğim kadar çok köpek koğuşunun olduğu bir alan. Koğuşların her birinde ortada insan boyu kadar bir bina ve çevresinde bir-bir buçuk metrelik sarı kuru topraklı bir alan var. Değil bir ağaç, bir kaçak ot bile yok. Güneş cayır cayır yakıyor, her birinde yirmiye yakın rengi solmuş köpek var. Arabayı görünce heyecanlanıyorlar.
Koğuşlardan birinde hüzünlü bakışıyla Yulaf’ı görüyorum. O aramıza giren kafesi parçalamaya, ben ise parmaklıktan ona dokumaya çalışıyorum. Sanki 12 Eylül filmlerini oynuyoruz. Açık görüş günü olarak da içeri giriyorum. O arada iki köpek kapıdan kaçmayı başarıyor. Özgürlük! Biri, şaşkınlıkla ortalarda dolaşmaya başlıyor. Diğeri ise kendinden çok emin bir şekilde onu özgürlüğe götüreceğini düşündüğü bizim arabanın içine giriyor ve arka koltuğa yerleşiyor. Ben de koğuşta kalanlarla kucaklaşıyorum. Elimden geldiğince hepsine sevgi kırıntısı bırakmaya çalışıyorum. İçim yanıyor.
Çok iyi bildiğim köpekleri tanımakta zorlanıyorum. Kurumuşlar. Renkleri yıkanmaktan eskimiş kumaşlar gibi solmuş. Neşeli gözlerine hüzün yerleşmiş… Bazıları yaralı. Bir anda kaçan köpeklerin yarattığı heyecan dalgası, diğer koğuşlara da sıçrıyor; koğuşlardan isyan sesleri yükseliyor. Kafamı kaldırdığımda uçsuz bucaksız alanda bize doğru havlayan özgürlük çığlıklarını görüyorum. Bütün sınırları yıkmak, kafesleri köpeklerle birlikte parçalamak istiyorum. Yapabildiğim tek şey ise diğerlerine “sizi de kurtaracağım” sözü vermek ve Yulaf’a nefret ettiğim tasmayı takıp arabanın arkasına yerleşmek oluyor. Arabada o an, asla unutamayacağım bir bakışla karşılaşıyorum. Arka koltuğa yerleşmiş köpek, bana “Beni de götür” diyor. İçim gidiyor. Derken görevliler bizim elimizle dokunduğumuz köpeği, sopaya bağlı boyunluk zoruyla içeri sokuyorlar. İşkence ederek gözümüzün önünde onu tekrar tutsak ediyorlar. Buna da işte iyi niyetlilik deniyor.
4. Perde: Yeni başlayan bir mücadele
Arkamızda hüzünlü bir koğuş ve isyan eden tutsak köpeklerin havlamalarını bırakarak uzaklaşıyoruz. Yulaf, yediği kuru mamaları beş dakika sonra kusuyor (Onları analiz ettirmek için nelerimi vermezdim). Belden tasmasını takıyorum, köpek erimiş, tasma bol geliyor. İlk molada hasret kaldığı çimlere sarılıyor, onları otlamaya başlıyor. Bir anda yaralı olduğunu fark ediyorum. Sağ arka ayağında kocaman iltihap kapmış bir cm çapında delik var. Kurşun deliği gibi. Veterinerde de kuyruk sokumunun üstünde de iltihap yapmış başka yaraların olduğunu görüyoruz. Biri ısırık izi, ama ikincisi kesinlikle ısırık değil. Toplama kampını arayarak kayıtlara geçmesi için yaralı olduğunu, şikayetçi olacağımı söylüyorum. Veterinerden raporumu alıyorum.
Son Perde: Henüz Yazılmadı
Arabadan indiğimizde Yulaf, kendini ilk gördüğü havuzun içine attı ve beş dakika boyunca havuzun dibini yalaya yalaya su içti. Sonra da tanıdığı tanımadığı herkese kendisini sevdirerek sevgiye susuzluğunu gidermeye çalıştı. Eve dönüş yolunda onu tanıyan insanlar yola çıktı. Yulaf; tanıdık bir yere gelmenin mutluluğu içinde. Ama sevenleri, onun 2 haftada nasıl bu hale gelebileceğinin şaşkınlığını yaşıyorlar. Suratlar bembeyaz oluyor. İki gündür soran herkese, tek tek anlatıyorum. Bu şiddet; “Kısırkaya denen Toplama Kampında oldu. Ve oradaki bütün köpekler bu halde, onu kurtarmak için sahiplenmek zorunda kaldım. Ama diğerleri orda kaldı.”
İnsanlar, köpeklerin özgür olması gerektiğini; onlarla birlikte yaşamak istediklerini söylüyorlar. Ona lokantadan yemek verenleri mi desem beni çaya davet edenleri mi… Yaşadığım yerde, köpeklerle mülkiyetsiz özgür birlikte yaşamı savunanların sayısı hiç de az değil.
19. yüzyıldan beri sokak köpekleriyle birlikte verdiğimiz bu birlikte yaşama mücadelesini; ne şimdiki yasaya rağmen fiili uygulamalar ne de bundan sonra bu uygulamaları resmileştirecek yasalar engelleyemeyecek!
Son perdeyi, mülkiyetsiz bir şekilde birlikte yaşamı savunanlar yazacak!
[1] 5199 sayılı kanuna göre, Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği şekilde toplama yapıldığı yere kısırlaştırıldıktan ve aşılandıktan sonra geri bırakılması gerek. Bu, hem sokak köpeklerinin hem de onları sevenlerin ortak mücadelesiyle kazanılmış bir hak. Diğer yandan sokak köpekleri alan tutma etolojik bilgisine dayanıyor. Böylece yeni gelişleri engelliyorlar, kısır olduklarından da sayı artmıyor.