MUSTAFA DURMUŞ
Yoksulluk bir süredir Türkiye toplumunun gündeminde. Öyle ki AKP Hükümeti işbaşına geldiğinde öncelikle 3Y (yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar) ile mücadele edeceğini açıklamıştı. Bugün gelinen nokta itibarıyla her üç sorun da katlanarak büyüdü. Örneğin yoksulluk yardımları, 2002 yılında milli gelirin binde 5’i iken bu oran bugün % 1,6’sına kadar (üç kat) yükseldi. Yoksulluk hem işçileri ve emekçileri iktisadi olarak soyma aracı, hem de onları, karşılığında yapılan yardımlarla, siyasal iktidara ve onun egemen ideolojisine biat ettirme, bağlama aracı olarak kullanılıyor.
AKP, özellikle genel seçimlere giderken üç çocuğa 600’TL ye kadar gelir desteği vereceğini ilan ederek aileyi emeğin karşısına dikiyor ve ailenin emekten daha değerli olduğunu vurguluyor. Zira maksat yoksula yardım olsaydı hali hazırda yoksulluk sınırının çok altındaki asgari ücret düzeyi bu miktarda yükseltilebilirdi. Ama bir taşla birkaç kuş vurmak amaçlanıyor. Diğer konularda olduğu gibi her felaket bir fırsata dönüştürülüyor. Yoksul ailelere yönelik çocuk yardımıyla bir yanda muhafazakârlık güçlendirilirken, diğer yanda emek ve emekçi itibarsızlaştırılıyor.
Diğer taraftan Parlamentodaki muhalefet partilerinin de yoksullukla mücadele konusunda elle tutulur bir önerileri yok. Onların önerileri ”biz iktidar olursak daha fazla yardım yapacağız” ya da “aile gelir desteği” biçiminde, yoksulluk-biat ilişkisini yeniden üretmeye yarayacak olan önerilerden öteye geçemiyor.
Oysa 2015 ve 2016’da, giderek derinleşen ekonomik durgunluk ve olası bir finansal kriz gelir dağılımını daha da kötüleştirecek, işsizliği artıracak ve böylece de yoksulluğu daha derinleştirecektir. Bu koşullar altında bütçe gelirlerinin azalacak olması ve böylece bütçeden yoksullara ayrılan kaynakların giderek gerileyecek olması da yoksulluğu artıracaktır. Tüm bu gelişmeler, seçimlere doğru giderken oluşturulması artık tarihsel bir sorumluluk ve görev haline gelen sol/emek ve özgürlük blokunun belki de en çok önemsemesi gereken konunun artan bu yoksulluk olması gerektiğini ortaya koyuyor. Yoksulluğun gerçek nedenleri ile ilgili olarak halkın bilincini yükseltecek ve yoksulluğu geriletmeye ve nihayetinde onu bütünüyle ortadan kaldırmaya dönük olarak hazırlanacak olan sol/sosyalist programlar-projeler seçim barajının aşılmasını da kolaylaştıracaktır.
Öncelikle bazı yoksulluk kavramlarını kısaca açıklayalım: Mutlak yoksulluk kavramıgöreli yoksullukkronik yoksulluk
Yoksulluk ile ilgili olarak yapılacak ilk tespit bunun sadece azgelişmiş ülkelerin değil, aynı zamanda gelişmiş ülkelerin de bir çarpıcı özelliği olduğu, ulusal olmaktan ziyade sınıfsal bir sorun olduğudur. Yani dünyanın en az gelişmiş olarak kabul edilen Afrika ülkelerinde olduğu kadar, en gelişmiş olarak görülen ABD’de de yoksulluk ciddi boyutlardadır. Bunu küresel zenginlik verileri de ortaya koymaktadır.
Yoksulluk konusunun bir diğer boyutu bu olgunun tek başına var olmadığı, karşıtı ile birlikte var olduğudur. Yani kapitalist üretim tarzında yoksulluk ve zenginlik iç içedir, yoksulluk, karşıtı olan zenginlik ile birlikte mevcuttur. Bu bağlamda hem dünyadaki hem de Türkiye’deki yoksulluğun boyutlarını ve nedenlerini anlayabilmek için öncelikle zenginliğe bakmak gereklidir.
Dünyanın en zengin 35 milyon insanı, en yoksul 3,7 milyar insanın servetinden daha fazla bir servete sahiptir. Dünyadaki en zengin binde 7’lik nüfus, toplam servetin ya da zenginliklerin % 44’ünü elinde tutmaktadır. Geçen yıl bu oranın % 41 olması kriz koşullarının da en zenginleri daha da zenginleştirdiğini (karşılığında da milyarca insanı daha da yoksullaştırdığını) ortaya koymaktadır. En zengin % 10 ise geçen yıla göre payını % 86’dan % 87’ye çıkartırken, servet piramidinin tabanında yer alan % 50, küresel zenginliğin % 1’inin de altında bir orana sahiptir (Global Wealth Report, 2014: 26).
Türkiye’de de servet bölüşümü son derece adaletsizdir ve zengin ve yoksul arasındaki uçurum giderek artmaktadır. Örneğin Türkiye’de 2013 yılında 79,000 dolar milyoneri mevcut ve bu sayının 2019 yılında % 39 oranında artarak 110,000 olması bekleniyor. Keza 1,250 civarında ultra zengin mevcut ve bunların bir kısmının serveti 1 milyar doların üzerinde (Forbes geçen yıl Türkiye’deki 1 milyar doların üzerindeki servet sahiplerinin sayısının 40’ın üzerinde olduğunu açıklamıştı). Bu ultra zenginlerin yarısı 50–100 milyon dolar arasında ve % 40’ı 100–500 milyon dolar arasında bir servete sahip (Global Wealth Report, 2014: 24, 27, 43). Bu veriler Türkiye’deki yaşam standardına göre yaklaşık 25-30 milyon, AB standartlarına göre 41 milyon yoksulun olduğu ve bu yoksulluğun giderek arttığı Türkiye’de son on iki yıldır övünülen ekonomik büyümenin aslında bir servet büyümesinden başka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır.
Yoksulluğun en önemli belirleyicilerinden olan gelirin Türkiye’deki bölüşümü de son derece adaletsizdir. Öyle ki TÜİK verilerine göre, en üstte yer alan % 20’lik hane halkı gurubu toplam gelirin neredeyse yarısına el koyarken, kalan yarısı Türkiye nüfusunun % 80’i tarafından paylaşılmak zorundadır. Ya da, en tepedeki üçte birlik bir nüfus gelirin üçte ikisine el koyarken, en alttaki % 60’lık nüfus kalan üçte bir ile yetinmek durumundadır (TUİK, 2014). Gelir bölüşümü göstergesi olarak kabul edilen Gini katsayısı 0.40 civarında olup, Türkiye, Şili ve Meksika’dan sonra OECD ülkeleri içinde en yüksek Gini katsayısına sahip ülkedir.
Diğer taraftan gelir ve servet bölüşümü eşitsizliği kapitalizm açısından sürpriz bir sonuç değildir. Geçtiğimiz yıl Piketty’nin çalışmasında da ortaya konulduğu (Pİketty, 2014) gibi, savaş ve bunalım ve refah devleti gibi istisnai dönemlerin dışında, iki yüz yıllık sanayi kapitalizmi döneminde servet gibi gelir de giderek artan bir biçimde işçiler ve emekçiler aleyhine olmak üzere eşitsiz ve adaletsiz bir biçimde bölüştürülmüştür.
Bir başka anlatımla kapitalizmin şaşmaz bir biçimde başarılı olduğu yegâne şey eşitsizlikleri ve adaletsizliği yeniden üretmektir. Bunu öncelikle, adına birinci bölüşüm denilen ve artı değer üretimi ve buna el koyma biçimindeki normal işleyişi ile sağlamaktadır. İlave olarak, ikinci bölüşüm biçiminde, devlet aracılığıyla uygulanan sosyo ekonomik politikalar ve emek gücü politikaları ile eşitsizlikler daha da derinleştirilerek yeniden üretilmektedir. Yani vergi sistemi, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sosyal alt yapı denilen konut, ulaştırma, kamusal alanlar gibi alanlar sermayenin ihtiyaçlarına ve kâr çıkarımı taleplerine göre belirlenmektedir. Böylece normal işleyişi içinde kapitalizmin temel özelliği tüm yönlerden eşitsizliği kalıcı bir biçimde genişletmek ve kontrolsüz bir hale geldiğinde bu eşitsizliği daha da derinleştirmek ve genişletmek olarak ortaya çıkmaktadır.
Dünyada ve Türkiye’de yoksulluk
Dünya Gıda Örgütü’ne (FAO) göre, dünyada 842 milyon insan, yani dünya nüfusunun % 12’si günlük gıda ihtiyacını karşılayamıyor, aç yaşıyor (FAO, 2013: 8). Dünya Bankası’nın aşırı yoksulluk kıstası olan, günlük 1.25 doların altında gelir tüketilmesi kıstası esas alındığında bu sayı 1,2 milyara çıkıyor ve bunun yaklaşık 500 milyonunu çocuklar oluşturuyor (Olinto et al, 2013: 5).
Çin ve Hindistan’da yaşam koşullarının son otuz yılda iyileşmesi dışında, diğer yoksul ülkelerdeki aşırı yoksulluk düzeylerinde gözle görülür bir iyileşme de söz konusu olmadığı gibi, otuz beş en az gelirli ülkede bu süreçte 103 milyon daha insan aşırı yoksul konumuna düştü (Roberts, 2013).
Dünyadaki aşırı yoksulların % 80’e yakını kırsal bölgelerde yaşıyor ve bunların üçte ikisi de geçimliklerini tarımdan sağlıyor. Diğer taraftan bu yoksullar temel hizmetlere erişemiyorlar. Öyle ki bunların sadece % 26’sı temiz suya erişebiliyor, % 49’unun elektriği var ve sadece % 20’si kanalizasyon ve sanitasyon hizmetlerinden faydalanabiliyor (Olinto et al, 2013: 6).
Dünya Bankası ekonomisti Wagstaff’e göre Hindistan’da 1.25 dolar eşiğinin hemen üstündeki çocukların % 60’ı yetersiz beslenme sorunu yaşıyor. Newcastle Üniversitesi’nden Prof. Edward’a göre ise, gerçek bir yoksulluk eşiği enflasyondan arındırılmış olarak günde en az 5 dolar olmalı (Hickel, 2013).
Türkiye’deki emek örgütlerine göre, ülkedeki dört kişilik bir ailenin gerçek açlık sınırının net 1,300 lira civarında, yoksulluk sınırının ise 4,000 lira civarında olması gerekiyor. Oysa asgari ücretin 1000TL’yi dahi bulmaması ve ücretli olarak çalışan yaklaşık 13 milyon işçinin % 60’ından fazlasının asgari ücretli olması nedeniyle, istihdam imkânı bulabilen işçilerin önemli bir kısmı çalışan yoksul konumundadır.
Ancak devlete göre, Kasım 2013 itibariyle Türkiye’deki yoksul sayısı 13 milyon civarında. Zira Türkiye’de sadece, aylık geliri brüt aylık asgari ücretin üçte birinden az olanlar (yaklaşık 400 TL) yoksul sayılıyor ve bunların sağlık sigortası primleri devlet tarafından ödeniyor (SGK, 2014).
Bu şekilde tescillenen yaklaşık 13 milyon yoksulun; % 35’i Doğu ve Güney Doğu’da yaşıyor. En yoksul ilk 20 il’in tamamı bu bölgelerde yer alırken, yoksulluk sıralamasında ilk üç sırayı sırasıyla; Ağrı ( nüfusunun % 50’si aylık 400 liranın altında gelire sahip), Hakkâri, Iğdır, Şırnak ve Van (nüfuslarının % 40’ı), Urfa ( % 38), Diyarbakır (% 37) ve Hatay ( % 24) paylaşıyor. Toplam yoksul nüfus sayılan 13 milyonun % 12’si (1,5 milyon) İstanbul’da yaşarken, İzmir, Ankara ve Adana’da yoksulluk oranı % 11 civarında (SGK, 2014).
Yoksulluk sadece azgelişmiş ülkelerin değil, dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesi sayılan ABD’nin de somut bir özelliğidir.
Öyle ki ABD Nüfus Bürosu’nun yaptığı bir araştırmaya göre bu ülkede 45 milyon insan yoksulluk sınırında yaşıyor. 2007 yılından bu yana ortanca hane halkı geliri % 8 geriledi. 2013’te her beş çocuktan biri yoksul. Nüfusun % 13.4ünün (42 milyon) sağlık sigortası yok. Yoksulluk nedeniyle birlikte yaşamak zorunda kalan ailelerin oranı % 19 oldu ve 49 milyon insan (% 16) güvenli gıdadan yoksun evlerde yaşıyor. Bu oran ve sayı çocuklarda sırasıyla % 21,6 ve 16 milyon (Damon, 2014).
Araştırmalar yoksulluğun nedeninin kaynakların yetersiz olması değil, bu kaynakların eşitsiz bölüşümü olduğunu ortaya koymaktadır.
Öyle ki “FAO Raporu’na göre, küresel tarım 12 milyar insana yetecek kadar gıda (kişi başına günde 2200 kalori) üretme kapasitesine sahip. Bu sayı mevcut nüfusumuzun neredeyse iki katı. Buna rağmen açlık nedeniyle günümüzde onlarca milyon insan ölüyor. Her beş saniyede 10 yaşın altında 1 çocuk, her gün 37,000 insan açlıktan ölüyor ve 7 milyarlık dünya nüfusunun 1 milyarı kalıcı, kötü ya da eksik beslenme ile deforme olmuş durumda. Bu arada zenginlerin sayısı da giderek artıyor. Yani milenyumda açlık tehlikesi ya da her hangi bir nesnel yetersizlik söz konusu değil. Eğer bir çocuk açlıktan ölüyorsa suikasta kurban gitmiş demektir. Açlığın nedeni yeterince besinin olmaması değil, bu besinlere herkesin erişebilmesini sağlayan gelirin herkeste olmamasıdır” (Ziegler, 2012).
İki ülkeye ait veriler yoksulluğun ve zenginliğin kapitalizmin doğal bir sonucu ve sınıfsal bir mesele olduğunu ortaya koyar niteliktedir. Öyle ki küresel çapta ABD dünyanın en zengin ama bir o kadar da bu zenginliklerin en adaletsiz dağıldığı bir ülke. Bu ülkede en zengin % 1,57 trilyon dolara ya da zenginliğin % 35’ine, en zengin % 10 ise fiilen servetin % 80’ine sahip. En alttaki % 80 ise servetin sadece % 7’sine elde edebiliyor. Hindistan ise dünyanın en yoksul ülkeleri arasında yer alırken, küresel olarak en zengin 100 dolar milyarderinin üçü Hintli (Ambani, Mithal and Azam Premji) ve bunların servetlerinin çok büyük bir kısmı Batılı bankalarda ya da off shore finansal kurumlarda tutuluyor (Kamyana ve Khan, 2013).
Yoksulluğun kaynağı
Uluslar arası kuruluşlara göre yoksulluğa neden olan pek çok faktör mevcut. Örneğin hem Dünya Bankası hem de OECD gibi kuruluşlara göre yoksulluğun nedeni yetersiz iktisadi büyüme ya da büyümenin yavaşlaması. Bu nedenle de ekonomiler büyüdükleri sürece gelir bölüşümüne müdahale etmeksizin yoksulluğun azaltılması mümkün.
Yoksullaşmanın nedeninin iktisadi krizler olduğu da ileri sürülebilir. Krizin yoksulluğu daha da artırdığı verilerle de doğrulanmaktadır. Zira krizde işsizlik artarken, gelir dağılımı daha da bozuluyor. Ayrıca kriz sonrasında uygulanan kemer sıkma politikalarının emekçileri daha da yoksullaştırdığı bir gerçek. Ancak yoksulluk kriz olmadığında da mevcut bir olgudur. Yani yoksulluk sorunu sisteme içkin bir olgu ele alınmalıdır.
Yoksulluğun bir diğer nedeni küreselleşme, finansallaşma ve neo liberalizm ile daha da yoğunlaşan emperyalist sömürüdür. Bu hem azgelişmiş ülkelerdeki ucuz ve örgütsüz emeğin ve doğal kaynakların çok uluslu tekellerce sömürülmesi ve kârların royalty adı altında dışarı çıkartılması, hem de kredi faizleri, yüksek döviz kurları, vergi cennetlerine servetin kaçırılması ve arazi ve toprakların ele geçirilmesiyle gerçekleştiriliyor, bu da ülke halklarının daha da yoksullaşmasına neden oluyor.
Batılı zengin ülkeler yoksul ülkelere yılda 130 milyar dolar yardım yaparken, onların çok uluslu şirketleri az gelişmiş dünyadan her yıl 900 milyar doları bankalarına aktarıyorlar. Ayrıca az gelişmiş dünya her yıl borç faiz ödemesi olarak 600 milyar dolar ödeme yapıyor. DB, DTÖ ve IMF gibi kuruluşlarca uygulattırılan politikalar ve düzenlemeler (indirilmiş gümrük tarifeleri, ucuz emek ve hammadde, aşırı fiyatlanmış mamul madde ve teknoloji gibi) azgelişmiş ülkelere yılda 500 milyar dolara mal oluyor. Sadece son on yılda çok uluslu şirketler tüm Batı Avrupa büyüklüğünde arazi ve toprakları azgelişmiş ülkelerde ele geçirdiler. Bu toprakların piyasa değeri 2 trilyon dolardan az değil. Diğer bir soygun yolu DTÖ’nün entelektüel mülkiyet hakları konusundaki dayattığı anlaşmalar (TRIPS). Bu anlaşma uluslar arası şirketlere devasa rant yaratma gücü veriyor ve TRIPS uygulaması ile azgelişmiş ülkeler yılda ortalama 60 milyar doları ekstra patent ruhsatı ücreti olarak ödüyorlar (Kamyana ve Khan, 2013).
2002–2007 arasında Batıdan küresel Güneye gelen net yardım (eksi) – 2,8 trilyon dolar idi. Buna sermaye çıkışları dâhil değil (Hickel, 2013). Yani zengin ülkelerin serveti yoksul ülkelerin yoksullaştırılmasından elde ediliyor.
Özce, küresel Güney’in yoksulluğu verili değil, aktif bir biçimde oluşturulmuş bir yoksulluktur ve bu yoksullaştırma süreci dış yardım örtüsü ile karartılmıştır. Bir başka deyimle, uluslararası yardımlar, tıpkı yoksullara yapılan yardımların, yüzlerce milyarlık yolsuzluğu örtmede kullanılması gibi, hem ‘alanları, veren’ olarak göstermeye yarayan güçlü bir retoriksel araç olarak hizmet görüyor, hem de bir küresel zenginlik çıkartım sisteminin güçlü bir aracını oluşturuyor.
Kapitalist devletler yoksulluğun diğer bir nedeni. Devletler bunu, sermayeye olan destekleri, sermaye vergilerinin indirilmesi ve emek karşıtı iş yasaları ve halkın ödediği vergilerin artırılması ve sosyal harcamaların kısılması şeklindeki kemer sıkma uygulamaları aracılığıyla yapıyorlar. Bu uygulamalar zenginlerin gücünü daha da artırırken halkları daha da yoksullaştırıyor.
Diğer yandan halka dönük bütçe politikaları yoksulluğu azaltabilir. Verilere göre devletin doğru yöndeki müdahaleleri yoksulluk oranını üçte bir oranında azaltabilmektedir. Ancak bu iyileştirme kalıcı olmuyor, sistem yoksulluğu yeniden üretiyor. Sosyal yardımların yoksulluğu azaltıcı yapısal dönüşümlerin sağlanmasındaki rolleri son derece kısıtlı. Nitekim yıllardır uygulanan sosyal güvenlik, sağlık yardımları, asgari ücret düzenlemesi gibi kamusal müdahaleler yoksullara yardımcı olsa da yoksulluğu bütünüyle ortadan kaldıramamıştır. Aynı şeyler gönüllü vakıflarca yoksullara yapılmakta olan yardımlar için de ileri sürülebilir. Zira kapitalist sistemde yoksulluk kalıcıdır. Şimdilerde ise kapitalizmin içinde bulunduğu kriz onu daha da derinleştirmiş, yaygınlaştırmıştır.
Türkiye’de uygulanan bütçe ve vergi politikaları bölüşümü daha da adaletsizleştirmektedir. Son otuz yıldır, var olan refah, gelir ve servet dağılımı adaletsizlikleri, uygulanan neo liberal vergi politikalarıyla daha derinleştirilmiştir. Neo liberal stratejinin bir gereği olarak, bir yandan toplam vergi yükü düşürülüp, finansman daha ziyade iç ve dış borçlanmalarla karşılanma yoluna gidilirken, emekçilerin vergi yükü giderek ağırlaştırılmış ve özellikle de son on yılda vergi yükü sermayenin üzerinden aşamalı olarak alınarak, emekçilerin üzerine kaydırılmıştır.
Toplanan vergilerin bütçe aracılığıyla dağıtımında ise emekçilere yönelik net fayda artışları sağlayacak sosyal harcamalara gidilmediği gibi, emekçilerin refah düzeyini olumlu etkileyen eğitim ve sağlık gibi harcamalar kısılmıştır. Buna karşılık sermayeye verilen teşvik ve sübvansiyonlar artmış, ayrıca halktan toplanan vergiler, askeri harcamalar ve diğer iç güvenlik harcamaları gibi harcamalara yönlendirilmiştir.
Bu nedenle bölüşüm ve yoksulluk sorunları tartışılırken vergi ve kamu harcamaları birlikte ele alınmalı ve alınan vergilerin adil bir biçimde alınıp alınmadığının yanı sıra, bu vergilerin harcandığı kamu harcamalarından kimlerin ne ölçüde yararlandığının sorgulanması gereklidir.
Bütçe – yoksulluk ilişkisi 2015 bütçesinden (MYBK, 2015) örneklerle ortaya konulabilir. Çünkü bu bütçe sermaye sınıfına kepçe ile yoksula kaşığın ucu ile dağıtan bir bütçe görünümünde. Öyle ki % 37,3’lük pay ile (176,4 milyar TL) bütçenin en büyük kalemini teşkil eden cari transferlerin 10 milyar TL’si tarımsal desteklemeye (köylü ve üreticiye) ayrılacaktır. Geçen yıl bu rakamın 9,7 milyar TL olduğu dikkate alındığında bu yılki artış sadece 330 milyon TL’de kalacaktır (% 3,4). Bu haliyle bu kaynak bütçenin sadece % 2’ si ve milli gelirin binde 5’i demektir. Diğer taraftan Tarım Kanunu’na göre Bütçe’den tarımsal destekleme için ayrılan pay milli gelirin % 1’inin altında olamaz. Bu oran sübvansiyonlu tarım kredileri dâhil edildiğinde dahi (toplam 13,1 milyar TL) binde 6-7’dir. Kaldı ki topraksız köylüler ve tarım işçileri bu destekten faydalanamayacakları gibi, arazileri tapulu olmayan küçük çiftçiler de Çiftçi Kayıt Sistemi’ne kayıtlı olmadıklarından bu desteklerden yararlanamayacaklar, böylece de tarımsal desteklerden asıl yararlananlar büyük çiftçiler olacaktır.
Sosyal Yardım ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’nun işleyişinden sorumlu bulunan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın bütçesinin dağılımı yoksulluk konusunda önemli bir göstergedir. 2015 yılında 18,3 milyar TL’lik bir bütçeye sahip olacak Bakanlığın harcamalarının sadece % 3,4’ü personel giderlerine ayrıldı. Bakanlık asıl olarak özelleştirme mantığına uygun bir biçimde dışarıdan hizmet satın alıyor (örneğin Sevgi Evleri). Bu amaçla bu yıl 1,054 milyar liralık hizmet satın alacak ( bütçesinin % 5,8’i). Bütçesinin yaklaşık % 49’u ise (9 milyar TL) hane halklarına yapılan transferlerden oluşuyor. 2014 yılına göre bu transferler 866 milyon TL (% 10) artacak. Bu yardımların 4,3 milyar TL’lik kısmı bir bütçe dışı fon olan Sosyal Yardım ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’ndan yapılacak (MYBK, 2015). Böylece yoksullara dönük harcamaların bütçe içindeki payı % 2’nin altında kalacak.
Diğer yandan sermaye sınıfı için cömert vergi indirimleri, istisna ve muafiyetleri ve diğer teşvikler mevcut. “Vergi harcaması” adı altında toplanan ve asıl olarak sermaye sahiplerinin yararlandığı bu vergi istisna, muafiyet ve indirimlerinin tutarı 2015 Bütçesinde 26,1 milyar TL’ye (2014’te 23,9 milyar TL idi) çıkartıldı (MYBK, 2015). Yani Hükümet bu tutarda bir vergiyi almaktan vazgeçecek. Bunun bütçe ödeneklerine oranı % 5,5 ve bütçe gelirlerine oranı % 5,7 civarında. Ancak vergi kanunları dışında yer alan mevzuatla düzenlenen ve bütçenin ekinde yer almayan onlarca kanun ile öngörülen (örneğin Petrol Kanunu ) vergi harcaması açıklananlardan çok daha fazla. Ayrıca sermaye için 9,4 milyar TL işveren prim desteği, 2,4 milyar TL bireysel emeklilik sigortası (BES) primi desteği, 2,8 milyar TL ar-ge desteği, kredi faiz desteği için 13- 14 milyar TL ve kobi desteği için 3,5–4 milyar ile % 6,7’lik bir destek ile toplamda % 12,4’lük bir destek söz konusu. Ayrıca Hükümetin Gelir ve Kurumlar Vergisi’nin birleştirilmesini öngören çalışması sonuçlandığında sermayenin vergi yükü daha da indirilecektir.
Yoksulluk istihdam ve işsizlikle de, özellikle de güvencesiz istihdam ve kötü istihdam koşulları ile ilişkilendirilebilir. Ancak işsizlik ve yoksulluk birbiriyle yakından ilişkili iki olgu olsa da tek başına istihdam yoksulluğu önleyemiyor. Bu bağlamda ayrıca ‘ nasıl bir istihdam ’ sorusu önemli. Zira günümüzde kısmi zamanlı ve düşük ücretli işler artık ön planda olup, iyi kalitede istihdam ve çalışma koşulları kriz dönemi haricinde dahi giderek azaldı, çeşitli yollarla ücret gaspları arttı. Bu da işçilerin yoksullaşmasına neden oluyor.
Bu durum verilere de yansımaktadır. Dünyada günde 1.25 dolar ve altında bir ücretle yetinmek durumunda kalan “çalışan yoksul istihdamı” toplam istihdamın % 21’ini oluşturuyor. Ebeveynleri ile birlikte toplamda günlük 2 dolar ile geçinmek zorunda kalan işçilerin oranı ise % 39 (1,2 milyar işçi) (Durmuş, 2012: 13). Yani kapitalizm bir yanda az sayıda servet zengini yaratırken, diğer yanda öncesinde işçi olmayan bazı insanlar giderek artan bir biçimde olarak proleterleştiriyor.
Yolsuzluklar yoksulluk nedeni olabilir mi, sorusu özellikle geçen yıl ortaya çıkan ve dört bakanın istifasına neden olan yolsuzluk iddiaları ile önem kazandı. Devletin üst düzey bürokrasisinin ve siyasetçilerin de işin içine girmesiyle, özel sermaye gruplarının desteklenmesi üzerinden yürütülen bir büyüme stratejisi kaçınılmaz olarak beraberinde yolsuzlukları getiriyor.
Azgelişmiş ülkelerden sahte faturalama yoluyla ve yasa dışı sıcak para biçiminde çıkartılan paranın büyüklüğü yolsuzluğun boyutlarını ortaya koymaktadır. Buna göre 2002–2012 döneminde sahte faturalama, hayali ihracat vb yollarıyla ülke dışına, özellikle de vergi cenneti konumundaki ülkelere, azgelişmiş ülkelerden toplam çıkan para miktarı 6,6 trilyon dolar, sadece 2012 yılında çıkan para miktarı ise 991,2 milyar dolardır. Bunun % 77,8’i sahte faturalama ve % 23’ü yasa dışı sıcak para çıkışı yoluyla gerçekleşiyor. Her yıl yurt dışına çıkan para miktarı % 9,4 oranında artış gösteriyor. Sadece 2012 yılında çıkan miktar azgelişmiş dünyaya yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının 1,3 ve resmi kalkınma yardımlarının 11,1 katı. Bu yolla her yıl azgelişmiş ülkeler milli gelirlerinin ortalama % 4’ünü (Sahra altı Afrika ülkeleri % 5’ini ve gelişmekte olan Avrupa ülkeleri % 4,4’ünü) kaybediyorlar. Bu paranın % 40’ı Asya’dan , % 21’i ise gelişmekte olan Avrupa ülkelerinden çıktı. Son on yılda, en çok para çıkışı yapan ülkeler sıralamasında ilk üçte, toplamda 1,25 trilyon dolar ile Çin, 973,9 milyar dolar ile Rusya ve 514,3 milyar dolar ile Meksika yer alıyor (Global Financial Integrity, 2014: 1-13).
Bu dönemde Türkiye’den çıkan para miktarı 35,6 milyar doları aştı. Özellikle de 2006 tarihinden itibaren çıkan miktar giderek arttı ve sadece 2012 yılında 10 milyar doların üzerine çıktı. Dönemin yıllık ortalama değeri ise 3 milyar 560 milyon dolar. Bu haliyle Türkiye 2012 yılında incelenen 145 ülke içinde bu yollarla dışarıya en fazla para kaçıran 26. ülke konumunda (Global Financial Integrity, 2014: 31-32). Bu durum Hükümetin neden sık sık ‘Varlık Barışı’ adı altında, dışarıda tutulan serveti (ki 200 milyar dolar civarında olduğunu Maliye Bakanı’nın kendisi açıklamıştı) ülkeye getirerek meşrulaştırma gayreti içinde olduğunun ve on milyon ailenin neden sosyal yardımlarla hayatta kalmak zorunda olduğunun ve yaygın işsizlik ve yoksulluk, gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin en azından bir kısmını açıklıyor.
Yukarıda açıklanan yoksulluk nedenleri aslında ana bir nedene bağlıdır. Bu ana yoksulluk nedeni, içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkileridir. Asıl bu üretim tarzının nasıl ve hangi mekanizmalarla gelir dağılımı eşitsizliklerine, dolayısıyla da yoksulluğa ve buradan hareketle de çocuk işçiliğine neden olduğunun sorgulanması gerekir. Bu bağlamda kapitalist üretim tarzı içinde hem gelir bölüşümü eşitsizliği ve yoksulluk hem de ekonomik krizler neden değil sonuçtur. Bunların her biri kapitalizmin işleyiş mantığından kaynaklanmaktadır.
Bir başka anlatımla sorun kapitalist sistemin kendidir. Kapitalizmde yoksulluk ve gelir eşitsizliğinin özünde, kendini çelişkiler/çatışmalar biçiminde gösteren iki temel mücadele vardır. Bunlardan ilki emek-sermaye çatışması, diğeri ise kapitalistlerin kendi aralarındaki rekabettir. Her ikisi de normal işleyiş süreçleri içinde işçilerin ve genel olarak üretim araçlarından yoksun olan emekçilerin yoksullaşmasına neden olmaktadır.
Yani kapitalist sistemin birbiriyle uzlaşmaz çelişkiler içindeki sosyal sınıflardan (işçiler ve kapitalistler) oluşması ve bu sınıfsal bölünmüşlük üzerinden yaratılan emek sömürüsü kaçınılmaz olarak bölüşüm eşitsizliğine yol açmaktadır. Çünkü sistemin işleyiş mantığı gereğince de her iki taraf da kendi payını artırma çabası içindedir. Kapitalist kârını artırdığında, bu işçinin ödenmiş emeği olan ücretinin baskılanmasına neden olur ki bu da eşitsizliği derinleştirir, yoksulluğu artırır. İşçiler ücretlerini artırdığında, artı değeri dolayısıyla da kârı azaltmış olurlar ki bu da gelir eşitsizliğini ve göreli yoksulluğu azaltır.
İkinci olarak, kapitalizm kâr çıkarımına dayalı bir sistemdir. Her kapitalist sürekli birikim ve yatırım yapmalı ve büyümelidir, aksi takdirde pazar payını kaybedecektir. Diğer taraftan bu kârı kovalarken, kapitalistlerin kendi aralarındaki bu rekabet her bir kapitalisti emek tasarruf edici yeni teknolojilere yatırım yapmaya, aynı zamanda da işçileri baskılayarak daha düşük ücretle ve /veya daha verimli çalışmaya zorlar. Tüm kapitalistler buna yönelince işçi sınıfının bir bütün olarak yarattığı değerden aldığı pay olan ücretleri azaltılır, bu da işçilerin yoksullaşmasına neden olur.
Yani milli gelir içinde kârın payının artmasına karşılık ücretlerin payının azalması ve genel olarak ücret düzeylerinin düşüklüğü hem eşitsiz ve adaletsiz bir gelir ve servet dağılımına hem de emekçilerin yoksullaşmasına, buna karşılık sermaye sahiplerinin zenginleşmesine neden olur.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu
Damon, Andre (2014), “Forty five million in poverty in the US”, http://www.wsws.org/en/articles/2014/09/17/cens-s17.html, (17 September 2014).
Durmuş, Mustafa (2012), “Büyüme: Neyin Büyümesi? İktisadi Büyümeye İlişkin Eleştirel Bir Değerlendirme”, Ekonomik Yaklaşım Cilt 23, sayı 83.
FAO (2013), The State of Food Insecurity in the World.
Feng, Juan ve Nguyen, Minh Cong (2014), “Relative versus absolute poverty headcount ratios: the full breakdown”, http://blogs.worldbank.org/opendata/relative-versus-absolute-poverty-headcounts, (11.24.2014).
Global Financial Integrity (2014), Illicit Financial Flows from Developing Countries: 2003-2012.
Global Wealth Report 2013 (2014), Credit Swiss Research Institute, (October 2014).
Hickel, Jason (2013), “Aid in Reverse: How Poor Countries Develop Rich Countries”, http://www.newleftproject.org ,(18 December, 2013).
Jean Ziegler interviewed by ÉricToussaint (2012), “Geopolitics of Hunger”, http://brechtforum.org/economywatch/geopolitics-hunger, (16.02.2012).
Kamyana, Imran ve Khan, Lal (2013), “Haunting inequality worldwide”, http://www.marxist.com, (11 November 2013).
Olinto, Pedro, Beegle,Kathleen, Sobrado,Carlos ve Uematsu, Hiroki (2013), World Bank, Prem, The State of the Poor: Where Are The Poor, Where Is Extreme Poverty Harder to End, and What Is the Current Profile of the World’s Poor?, (October 2013).
Overseas Development Institute (ODI) (2014), Chronic Poverty Advisory Network, The Chronic Poverty Report 2014-2015: The road to zero extreme poverty, 2014.
Piketty, Thomas (2014), Capital in the Twenty- First Century, (translated by Arthur Goldhammer,) The Belknap Press of Harvard University Press.
Roberts, Michael (2013), “From the extremely wealthy to more than a billion in extreme poverty”, (October 11, 2013).
SGK (2014), Gelir Testi Sonuçları, BirGün, (25 Eylül 2014).
TÜİK (2014), Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2013, Sayı: 16083, (22 Eylül 2014).
World Bank (2015), Ending Extreme Poverty, http://www.worldbank.org/en/publication/global-monitoring-report/report-card/twin-goals/ending-extreme-poverty, (09.01.2015).