Murat UTKUCU yazdı – Bununla birlikte, Sünni İslam’ın arkaik faşizan dayatmalarına tepkili muhalif damar; bilimsellik, kadın erkek eşitliği, asgari demokratik teamüller konusunda karşı tribüne göre göre daha hassas. Ama hassasiyetlerini gerçekleştirme tarzları karşı tribünden hiç de farklı değil. Aynı “Dogmatik kanaatler Broşürü” ile düşünüyorlar. Aynı saplantılar içerisinde merhametsiz birer cellat yargıç oluyorlar.
Kanaatler, hakikatin yalanlardan daha tehlikeli düşmanlarıdır.(*)
Friedrich Nietzsche
İkna, iktidarın temeli. Bu mekanizmayı inşa eden çok araç var. Sopa, en bilineni. Ama sürekliliği sağlamıyor. Havuç yani ödül ise sopanın kaba yüzünü unutturuyor. Yapılması gereken sopayı, meşru, -Allah’ın Sopası- ; gerekli, -Şeriatın kestiği parmak acımaz!-; hatta sevimli -Vurduğu yerde gül biter!- kılmak; hatta kitleyi sopanın kendisi olduğuna ikna etmek. Bunun için kullanılan bir araç var: Megafon. En kaba tanımıyla propaganda faaliyeti; en geniş anlamıyla bu faaliyetin şekillendirdiği gündelik düşünme ve davranış kalıpları anlamında Kültür!
Fundamental milliyetçilik ile tahkim edilmiş kitle destekli bir devlet ideolojisi olan Reisokrasi, 2071 hedefine ulaşabilmesinin yolu olarak “Kültür”ü görüyor. İmam Hatip eğitimiyle donatılmış genç nüfusun mesela Gençliğe Hitabe’de rejimi koruma görevi verilen kitlenin yerini alması tasavvur ediliyor. Amaç, iktidarın her dediğine biat eden, iktidar gibi düşünebilen bir nesil yaratmak. Bunun için bir teçhizat şart.
Az bilgi hatta bilgisizliğin yüceltilmesi; yerine doğuştan gelen dinsel ve millî kimliğin ikamesi; her türlü meselenin dost-hain ikiliği üzerinden tarif edilmesi, bu minvalde analitik düşüncenin tehdit kabul edilmesi, devlet aklına kayıtsız şartsız itaat! Teçhizatın kabaca dökümü bu.
Megafon’un gücü, fikrî kapasitesinde değil! Siyasal İslam, AKP iktidarı dahil son elli yılda, içinden entelijansiya çıkaramadı. Onca paraya pula, imkâna, gazete ve televizyona rağmen ortada ne düşünsel derinlik, ne ideolojik incelik ne kültürel birikim ne de bunları üreten bir aydınlar kulübü var. AKP döneminde Siyasal İslam, bırakın entelektüel aşkınlığı, modern dünya ile İslam toplumu arasında köprü kuracak hiçbir düşünsel üretime imza atamadı, gelenekten ayrıştıracak hiçbir somut proje ortaya koyamadı. Yapılan, Freud, Focuault ya da Lacan, bazen Marks, yeri geldiğinde Boudrillard, çokca Arent olmak üzere Batının fikri “kreasyonunu” alıp bağlamından kopartarak dinsel taassubun üstüne geçirmekten ibaret oldu. Ortaya çıkan ise tam bir rüküşlük! Artık ondan da caydılar. Bugün denedikleri şu: Taliban’dan hallice Diyanet Fikir Kulübü!
Bu kültürel düşüklük, sadece iktidara biat edenleri vurmadı ama. Cehalet, itaat ve biat kültürü; az bilgiyle çok fikir sahibi olma iddiası, kanaatlerle anlama ve metotsuzluk, muhalif kitlenin de kolayına geldi. Aynı teçhizatı sırtlarına vurup yola koyuldular. Bunda mütemadiyen hırpalanan muhalefetin bu akıl dışılığa aynı şekilde karşı koyma çabasının payı da olabilir. Siyasal cepheleşmenin sertliği, olgulara bütünsel, mukayeseli ve tarihsel bakışı sıfırlıyor. Olayla araya mesafe koyma, bir dedektif titizliği ile gündeme bakma hayal oluyor. Ajitasyon ve iman aklı karartıyor. Kaldı ki İlahiyat cübbeli mevcut resmi ideolojinin önceki kalpaklı versiyonu da benzer arazları taşıyordu. Bugün iktidar partisi ve sistemin reisine tutkuyla bağlı “yüzde elliyi” kınayanlar, doksanlı yıllarda Time dergisinin açtığı “Yüzyılın Lideri” yarışmasında, gözü kara bir iman ile Mustafa Kemal’i birinci getirmeyi kafaya koymuş bir başka yüzde ellinin olduğunu hatırlıyorlar mı? Ne enteresandır bu iki farklı ideolojik damardan beslenen yüzde elliler, mesela 1071’de Türklerin bomboş bir Anadolu’ya geldiğine hep birlikte inanmaya devam ediyorlar. Aynı şekilde 1914’te aynı Anadolu’da nüfusun neredeyse yarısı Hıristiyan iken, beş yıl gibi bir sürede bu “yarının” nasıl sırra kadem bastığı hususunda kafalarında soru işareti uyanmıyor. Çünkü aynı ideolojik damar algılarını formatlamış durumda.
Çoğunluğun inancından şüphe etmek, görünenin ötesinde ne var diye kapıları zorlamak, standardın dışına çıkmak Milli Eğitim’in rahlei tedrisinden geçmiş sıradan insana sıra dışı geliyor. Merak Almanca’da Neugier demek. Sözcük, “yeni ve şiddetli arzu kelimelerinin birleşmesinden oluşuyor.”(**) Bu çoğunluk, rahatını bozacak yeniye “şiddetli arzu” beslemiyor.
Düşünmenin Sıradanlığı
Kolay düşünmek, hazır yemek sipariş etmeye benziyor. Daha önce düşünülmüş fikir, söylenmiş sözü, kendi pişirdiğiniz yemekmiş gibi sunuyorsunuz. Yaratmıyor, yorulmuyor ama böyleymiş gibi hissediyorsunuz. Megafon’un sesini taklit ediyorsunuz: Sıradan insan, sıradan düşündüğünü ve bu düşüncenin öğretilmiş olduğunu fark etmiyor. Aksine çok daha haklı hissediyor kendini. Çünkü düşünmenin sıradanlığı, paket kabuller gerektiriyor. Paketler ise kanaatlerden oluşuyor. Kanaat denilen değer yargıları, resmi ideoloji, milli eğitim ile dinsel ve ahlaki kabullerin üzerine inşa ediliyor. Sadece fundamentalizm değil modern toplumun inanç-ikna sistemleri de… Yıllarca eğitimini alıp iman ettiğiniz paketler sıradan insanın on emrinden farksızlaşıyor.
Bununla birlikte, Sünni İslam’ın arkaik faşizan dayatmalarına tepkili muhalif damar; bilimsellik, kadın erkek eşitliği, asgari demokratik teamüller konusunda karşı tribüne göre göre daha hassas. Ama hassasiyetlerini gerçekleştirme tarzları karşı tribünden hiç de farklı değil. Aynı “Dogmatik kanaatler Broşürü” ile düşünüyorlar. Aynı saplantılar içerisinde merhametsiz birer cellat yargıç oluyorlar.
Fakat bir başka durum daha var ki ideolojiler üstü dünya kültürünü biçimlendirmekte. Teknolojideki muazzam gelişme müthiş bir bilgi üretimi ve akışına sebep oluyor. Öğrenme anlama, yorumlama ve anlatma hususunda geçmişle karşılaştırılamayacak bir dönem. Kimsenin kimseyi derinlemesine dinlemediği, kimsenin haber ve bilgiye üç dakikadan fazla zaman ayırmadığı, kimsenin kimseye sahiden öğrenmek, meseleye vakıf olmak için soru sormadığı bir dönem! Sanal alem üzerinde, korkunç miktarda güvenilmez enformasyon ile algısı bombardıman edilen, ancak knowledge’den bihaber milyonların; gözlerine şöyle bir değen her konuda hızlı ve yüzeysel malumat edinip bir daha dönüp de o değen şeylere asla bakmadıkları bir dönem. İşte tam da burada maruz kalınan bu enformasyon sağanağından yargılara ulaşabilmek için kanaatlere ihtiyaç duyuyor insan. Yani değer yargısına. İşte bu noktada yardıma kanaatler kataloğu yetişiyor. Ama katalog yerel değerler sistemini içeriyor. Sorun dünya ölçeğinde. Karşılığını yerli ve milli ölçülerde buluyor.
İslami cenahı ele alalım: Sözgelimi bir göktaşına ilişkin keşif, ideolojik hassasiyetleri harekete geçirmeyebilir. Hatta Senozoyik Zaman’ın Pleyistosen Çağına ait bir fosil bile ilgi çekmeyebilir. Ama fosil, bir insanımsıya aitse ve bu keşif inanç sistemini sarsıyorsa işin rengi değişecektir. İslamcı,meselenin nasılına samimiyetle bakmaya gerek duymaz ve bulguyu külliyen reddeder. Çünkü dinin emri budur. Aksi cephede de durum farklı olmayabilir. Evrimsel gelişmeyi ideolojik bir çatışmanın parçası olarak gören kişi -ki sahiden de öyledir ve Evrim tartışması hurafe ile bilimsel düşünce, fundamentalizm ile sekülerizm arasındaki mücadelenin tarafıdır. Dolayısıyla ezen ezilen çatışması siyaseten taraf olmayı nasıl gerektiriyorsa evrim tartışmasındaki tarafgirlik de bu boyutuyla siyasi bir zorunluluk. Kişisel bir tercih değil.. Ancak tutumun siyasi olduğunu bilmek de bilen için ayrıcalıklı bir durum değil mi?- bilimsel olduğu iddia edilen teori karşıtı bulguya şüpheyle yaklaşacaktır. Bununla birlikte bilimsel yöntemi kullanmaya ve ön kabullerini değil de bulgu ve gerçekleri dikkate almaya devam ettiği sürece kanaatlerin aklına takmaya çalıştığı çelmeyi de bertaraf edecektir.
Ermeni Soykırımı, Dersim Tertelesi ya da Ağrı İsyanı gibi konulara ilişkin tutumlar da gerçeklerden değil kanaatlerden beslenmekte. Çok daha sıradan, gündelik konularda da aynı sorunlu bakışı her sınıf ve kesimde görebiliyoruz.
Tartışmayı, konuşmayı, dinlemeyi bilmeyen bir toplum gerçekte anlamayı bilmiyor demektir. Her olayı; tekilliği içinde ele almadan, özgünlüğünde incelemeden, detayları öğrenmeden aslında merak da etmeden, genellemeler ve yaygın kanaatler üzerinden ve çoğunlukla iki satır okuma ve dinlemeyle edinilen izlenim üzerinden anlamlandırmak: Bu yapılanın anlamak olmadığı ortada.
Nasıl olmadığını ve nasıl işimize geldiği gibi anladığımızı üstelik vicdan etik iyilik gibi ideolojik kılıfları buna nasıl uydurduğumuzu gelin örnek olaylar üzerinden inceleyelim:
1. Adana’nın Yüreğir İlçesinde, iki yıl önce bir cinayet işleniyor. 15 yaşındaki kızını hamile bıraktığı iddiası ile baba, 17 yaşındaki genci vurarak öldürüyor. Oysa hamile bırakan bir başka kişi. Ancak genç kız; babasını, gerçek sevgilisine değil de önceden geçici bir ilişki yaşadığı delikanlıya yönlendiriyor ve sonuçta masum bir insan öldürülüyor. Olaya ilişkin uzman yorumları, çocuk yaştaki genç kızı kurban olarak gösterirken o kadar genel bir sosyoekonomik tablo üzerinden olayı analiz ediyor ki o genç kızın sahiden neden böyle bir yalana tevessül ettiği, cinayette başka bir planın sözkonusu olup olamayacağı, cinayetin gerçekleştiği bölgedeki suç dökümü ve sosyokültürel ilişkilerin detayı değerleme dışı bırakılıyor. Olay, Tokyo’da Paris’te ya da Katmandu’da yaşansa da değişen hiçbir şey olmayacak yani. “Genç kızın verdiği kararla A’yı değil B’yi ölüme göndermesinin arkasındaki sebep, saf kötülük ya da aşktan başka ne olabilir? Mesela aynı bölgede benzer suçlar işlenmiş mi?” kimsenin ilgisini çekmiyor. Analizler iki tür kanaat üzerine oturuyor: 1.Genç kız babasından korkmuş ve sevgilisini korumak için bir başkasını feda etmiş, sosyal çevresinin kurbanı olmuştur. 2. Genç kız, tutkularınahâkim olamamış, gayrimeşru bir ilişkiye girmiş ve ailesinin başını yakmıştır. Her iki paket de klişenin bezdirici ezberlerini tekrarlıyor. Gerçeğin vaad edilen toprakları keşfedilmeye ne kadar da uzak. Çünkü keşfetme arzusu yok.
2. Hukuki vakalarda çocuk ve kadının beyanını esas kabul etmek önemli. Bunun sebebi uzun yıllara dayalı araştırmalar, yaşanan vakalardan edinilen tecrübe ve iktidar ilişkilerinde mağdur kesimlere yönelik pozitif ayrımcılık. Makul ve anlaşılır. Bununla birlikte her tekil olayı anlamak için beyan -mutlak doğru anlamında- esas alındığında büyük trajedilere kapı açmak mümkün. (Salem’de çocuk şahitler, yüzlerce kişiyi cadılıkla itham ettiler. 1692’de On dokuz kadın ve erkek cadı oldukları için asıldı. Adalet aceleye, öfkeye, hırsa, nefrete, heyecana, inanca, kanaate ve önyargılara gelmez. Sosyal medya simülasyon dünyasına hiç gelmez.) Mesela bir çocuk babası tarafından taciz edildiği iddiası ile resmi kurumlara başvurduğunda bunu mutlaka ciddiye almak gerekir. Tıpkı şiddete maruz kalan kadınların beyanlarını ciddiye almanın hayat memat meselesi olması gibi. Ama hiçbir beyan sorgusuz kabul edilecek kadar çıplak gerçeği temsil etmez. Her olayın dökümü diğerinden farklıdır çünkü. Her birey, gerçeği, bin bir sebeple yeniden ve birbirinden farklı inşa edebilir. Birkaç yıl önce Çocuk Büroda psikolog olarak çalışan bir yetkiliden, ekonomik durumu çok kötü durumda olan ve aile baskısından yılmış kız çocukların, bu fasit daireyi kırabilmek için, polise başvurup babalarına ilişkin ensest ithamında bulunduklarını öğrenmiştim. Böylesi ağır bir yalana muhatap olmak, sıradan insanlar için kâbus ötesi bir durumdur. Peki bu kız çocukları neden böyle davranıyor? Çünkü ensestin tespiti durumunda, çocuk devletin korumasına alınarak belli bir yaşa kadar yurtlarda kalmaya hak kazanıyor. Ve bu durum o kız çocuğu için hayatı eskisine göre çok daha yoluna koyan bir gelişme. Ne pahasına peki? Babanın hayatı ve haysiyeti pahasına! Şimdi beyana bakarak o babanın linç edildiğini düşünün. Bu kara leke, o kişiyi savunacak tek kişinin dahi olmayacağını varsayarsak sonsuza kadar itham edilenin üzerinde kalacak. Dolayısıyla o temel hukuk kuralı yok hükmüne düşecek: Her itham, aksi ispat edilene kadar boşluktadır. Yani masumiyet karinesi.
3. Giresun’da bir doktor; bir yaşlı adamın ısrarla eşi için ilaç yazdırma talebini reddediyor. Çünkü hasta, o sağlık ocağına kayıtlı değil ve yaşlı kadın sağlık ocağına gelmemiş. Yaşlı adam, olay çıkarıyor. Bunun üzerine doktor “beyaz kod” uyguluyor. Kod gereği polis geliyor ve direnen yaşlı hastaya güç kullanarak biber gazı sıkıyor. Adamcağız kalp krizi geçirerek ölüyor. Olay bu. Kamuoyu kısa sürede suçlu olduğuna kanaat getirdiği doktoru sosyal lince maruz bırakıyor. Karşımızda artık vicdan ve izandan yoksun bir memur vardır. Oysa hekim, kural dışı bir talebi reddetmiştir. Üstelik hastayı görmeden ilaç yazması risklidir. Israrcı hasta, doktorun çalışmasına engel olmuş diğer hastaları da güç durumda bırakmıştır.Ölüme sebebiyet veren doktor değil polislerin tutumudur. Kimse bu detayları dikkate almaz. Bir tiyatroda melodram izleniyor gibi karar verilir.
4. İstanbul’da üçüncü havalimanı inşaatında işçiler, korkunç ve ölümcül çalışma koşullarına karşı eyleme kalkışır. Eylem kısa sürede yüzlerce işçinin tutuklanmasıyla bastırılır. İşçi liderleri de tutuklanır. Eyleme ilişkin sosyal medyada dönen tartışmalar, işçilerin etnik kimlikleri üzerine odaklanır. Bu eylem tam olarak saf bir işçi sınıfı eylemi mi yoksa Kürt yoksullarının ulusal aidiyetleri üzerinden örgütlenen bir eylem mi? Bu tür analizlerin temel özelliği, olabilecek en az bilgiyle en son söylenecek sözün ilk satıra yazılması. Havaalanında çalışanların nereli oldukları, kimler tarafından nasıl işe alındıkları, eylemin çıkış sebebi, katılımcılar ve eylemi örgütleyen sendika temsilcilerinin ne dediği hakkında yorumcuların herhangi bir bilgisi yoktur. Lâkin heybede artık nasıl edinilmişse doğruluğu sorgulanamaz kanaatler var. Ve pervasızca kaleme alınan analizler.
5.Sevan Nişanyan ile bir grup feminist kadın arasında bir toplantı organizasyonuna ilişkin tuhaf bir tartışma yaşanıyor. Toplantıya ev sahipliği yapacak Nişanyan, birkaç tweetinde davetlilere saygısızlık etmekle itham ediliyor ve sonrasında kızılca kıyamet kopuyor. Plan da iptal oluyor. Bu duruma ilişkin feminist kanattan biri tarafından kaleme alınan yazı, ülkede eleştirel mantığın seviyesini gözler önüne serdiği için önemli. Yazı, bu yaşananlar ile hiç ilgisi olmadığı halde, yıllar önce Nişanyan’la eşi arasında geçen ve zamanında gündem olmuş olayı başlığa taşıyor. Oysa ki ne haysiyet kırıcı yeni bir söz ve eylem var ortada ne de tartışma ile o eski olay arasında bir ilişki! Muhatabını tartışmadan düşürmek için kullanılan ucuz ve klasik bel metot bu. Geçmişteki olayı bir şekilde teorik lafazanlıkla süsleyerek bugüne taşımak ve hasmın tüm argümanlarını boşa çıkarmak! Sağlı sollu uygulanan bir “analiz” yöntemi. Daha da tuhafı yazıyı yayımlayan haber portalı editörünün başlığa itiraz etmemiş olması. Halbuki editöryal müdahale tam da bunun için gerekli.
6. Çok yaygın olarak karşılaşılıyor artık. İlgisiz fotoğraf, ses ve görüntülerin bir olayla ilişkilendirilerek servis edilmesi. Sözgelimi Yunanistan’da yaşanan büyük yangına ilişkin, kurtardığı bir çocuğu kucaklamış itfaiyeci ya da bir kedi yavrusunu yangından çıkaran köpek görseli haber ve yazılara iliştirilmiş şekilde çokça kullanılıyor. Oysa fotoğrafın son yangınla ilgisi yok. Fakat düzeltme istendiğinde aynı kişiler önemli olanın yer ve zaman değil fotoğrafın gerçekliği olduğunu beyan edebiliyor. Oysa haberin gerçeklikle ilişkisi haberi oluşturan tüm unsurları bağlar. Böyle bir kişinin haber dürüstlüğünden söz edilebilirmi? Yalan ya da yanlışta ısrar dönemin yaygın pratiği.
7. Yılmaz Güney’in ölüm yıldönümlerinde bir tartışma yaşanıyor. Güney’in ilk eşi Nebahat Çehre’ye uyguladığı şiddet – dayak, başına bardak koyup tabancayla nişan almak, aracı üzerine sürmek…) gündeme getirilerek ağır hakaretler sıralanıyor. 1984’te vefat eden Güney’in ölümü üzerinden 37 yıl geçmiş olmasına rağmen mesela “Mezarında ters dönmesi, kemiklerinin sızlaması” talep edilirken son olarak “yattığı yerde huzur bulmaması” ile beddua tamamlanıyor. Bu söyleme farklı sebeplerle itiraz edenler ise “Kirli erkek dayanışması” ile suçlanarak hedef gösteriliyor. Yılmaz Güney’in karısı Çehre’ye uyguladığı vandalizm, yaşayanın anlatımına dayanıyor ve tanıklıklar çerçevesinde gerçek. Yani kim olursa olsun böyle bir şiddetin açığa çıkarılması ve kınanması doğru. Popüler kimlikler bu tür suçları kapatmamalı. Fakat bir başka durum var. Yılmaz Güney’in son eşi Fatoş Güney hatıralarını yazıyor ve biyografik hatıralarda Yılmaz Güney hakkında ne kötü bir ifade ne de şiddete meyyal bir insan olduğu bilgisi mevcut. Sebebini aşka bağlayanlar olabilir. Ama biliyoruz ki erkek, şiddet uygulamayı kültürel kod olarak kendine hak görüyorsa sevgi bu şiddete engel olamıyor. Hatta aşk gibi şiddetli tutkular, bahane bile olabiliyor kötü muameleye. Ama görünen o ki Yılmaz Güney, şiddeti hayatından çıkarmış son evliliğinde. Erkek egemen kabadayı kültürünü arkada bırakarak kendini farklılaştırdığı komünist olarak yola devam ederken artık yeni bir insan olmayı seçtiği anlaşılıyor. Peki komünist olmak yeterli mi? Hayır ama son eşinin yazdıklarına göre diyebiliriz ki Güney o eski feodal ataerkil maço kültürden kurtulmak istemiş yani değişmeyi talep etmiş ve bunu başarmış. Fatoş Güney’in bu konuda bir şey gizlediğine dair bilgi ya da tanıklık yok. Dolayısıyla bunca yıl sonra beyanın doğruluğunu kabul etmek gerekiyor. Bu olayda mesele insanların değişebilme ihtimalini yok saymak ve bunu başaranları da ne olursa olsun sonsuz ceza ve aşağılama döngüsüne mahkum etmek. Gerçeği ortaya koymak önemli. Ama gerçeği tarihsel bütünlüğü içinde ifade etmek en az ortaya koymak kadar önemli. Güney’in hayatta bir çok hatası ve kınanacak davranışı olabilir. Bunları açıklamak başka. Lâkin sonrasında yaşadığı değişimi eski kimliğini geride bırakıp bir başka insan olma çabasını yok saymak başka. İkincisi manipülasyon ve politik bir dezenformasyon: Politik hattınızı savunmak için bir gerçeği ilan ederken bir başka gerçeğin üstünü örtmek. Sosyal medyada en sık yapılan!
8. Nazım Hikmet üzerine periyodik linç kampanyaları düzenleniyor ki sosyal medyada linçsiz bir gün vaki değil. Nefret egemen bir kültürel iklim hâkim ülkeye. Mütemadiyen birilerinin zaafı suçu, tutumu sözü tavrı hedefte. Bunda sorun yok. Sorun, kişiyi; toplumsal, tarihsel ve bütünselliği içinde analiz etmemek. Bir kişiyi en korkunç ifadelerle yere sererken o kişinin hayatının sonrasında izlediği yolu es geçmek! Değişim, yok sayılıyor. İddiayı ispat için delil karartmak: Yapılan tam da budur. Yeter ki hâkim kalemi kırsın. Nazım Hikmet henüz on dokuzunda milliyetçi şiirler yazıyor. Çünkü o yaşta bir milliyetçi. Sonra Komünizmle tanışacak ve bu ideolojinin en büyük şairlerinden biri olacak. Ama henüz değil. Sıklıkla bu eski şiirleri paylaşılarak Nazım Hikmet’in nasıl bir milliyetçi olduğundan dem vurulup olmadık suçlamalar ile Şair aşağılanıyor. Oysa insanlar değişirler. Mussolini faşizmi kurdu. Ama öncesinde Sosyalist bir partinin yöneticisiydi. Etkili bir yazardı. Şimdi Mussolini’yi sol mu göreceğiz? Önceki siyasi kimlikleri suç olarak görenler doğuştan mı sahip olduklarını iddia ediyorlar cari fikirlerine? Hiç mi değişmediler? Hep sosyalist her daim demokrat İslamcı ya da faşist oldular öyle mi? Oysa Ülkücülükten Sosyalizme geçen insanlar olduğu gibi tersi de yaygın. Çünkü insan sabit bir varlık değil. Olması da mümkün değil. Hele bu çağda. Hele Nazım gibi düşünen bir insan için. Ama Nazım yirmili yaşlarında Komünizm ile tanışıyor ve son nefesine kadar bilinçle öyle kalıyor. Şiirlerinde fikrini yaşatıyor. Peki sorun ne? Sorun, hayattan kopuk algıda. Ve nefret etme kapasitesinin boyutunda. Nazım’a yönelik taarruz bundan ibaret değil. Kürt meselesine değinmediği, eserlerinde yer vermediği için eleştiriliyor. Bu doğru değil. Ama şu doğru: Nazım Hikmet Milli Kurtuluşçu anti emperyalist ideolojik eksen nedeniyle Türk Ulus Devletini tema olarak alan şiirler yazdı. Sınıf mücadelesine ağırlık verirken mesela onlarca Kürt isyanı, mısralarında yer bulmadı. Mesela o harikulade şiirinde Anadolu tarihini Türkler üzerinden yorumladı: “Dört nala gelip Uzak Asya’dan”… Bu bir eksiklik. Ama şiirlerinde Kürt ve Kürdistan’dan söz etmedi değil. Bakışında sorunlar olsa da yazdı. Ama Nazım da değişti. Ölümüne çok yakın bir tarihte Kamuran Bedirxan’a yazdığı mektupta geçmişteki tavrının dışına çıkarak Kürt halkının mücadelesine sahip çıktığını şüpheye gelmeyecek netlikte tarihe not düştü: “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketinin tamamıyla vaat ettikleri millet ve insan haklarını tanımadı. Hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkâra kadar götürdü… Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni Orta ve Yakın Doğu’da emperyalizmin kalelerinden biri haline getiren Türk politikacıları Kürt milletinin milli varlığını inkârda ısrar ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde öteki azınlıklarına tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor.” Devletin tarihsel Kürt Politikası’nı üç satırda bu kadar açık özetleyen Nazım Hikmet’i halâ iradî körlük ile itham etmek mümkün mü? Hele aynı mektupta Kürtlerin milli mücadelesinden dem vuran bir Nazım Hikmet’e yönelik tüm o “suçlamalar” düşmüyor mu? “Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni Orta ve Yakın Doğu’da emperyalizmin kalelerinden biri haline getiren Türk politikacıları Kürt milletinin milli varlığını inkârda ısrar ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde öteki azınlıklarına tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor.” Bugün yaşıyor olsaydı Kürtlerin özgürlük mücadelesine bu mektuba göre destek olacağını söylemek gerçeğin ta kendisi ise halen nasıl oluyor da Nazım Hikmet gibi bir değer, bu noktadan düşürülmeye çalışılıyor? Çünkü dogmatizm eksik bilgi üzerinden mahkeme kararları üretip yaftayı boynuna asıveriyor darağacına çekilecek olanın. Ne yeni bir bilgi ne farklı bir yorum yaftada yazılanı değiştirme gücüne sahip bu anlayış için. Çünkü Sosyal Medyanın cellat yargıçları gerçekle ilgilenmiyor. Kimse kelimenin gerçek anlamında düşünmek istemiyor.
Görülen o ki gerçeğin denizine ulaşabilmek için üstündeki o kalın buz tabakasını kırabilecek bir buzkıran gemisinin inatçı kaptanı olarak düşünce yolculuğuna çıkmak gerekiyor. O buz tabakasını oraya yerleştirenin çoğu kez kişinin kendisi olduğunu bilerek.
(*) Friedrich Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca
(**) Stefan Zweig, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar