“Temel mesele, toplumsal iktisadi ihtiyaçlar ile ekolojik dengenin korunması arasında bir dengenin sürdürülebilmesini mümkün kılan bir planlama model oluşturabilmektir.”
MUSTAFA DURMUŞ[1]
Değerli konuklar hoş geldiniz. Benden önceki konuşmacılar “Yeşil Yol” konusunda son derece önemli teknik bilgileri ve değerli yorumlarını bizlerle paylaştılar. Daha çok projenin ekolojik etkilerine yoğunlaştılar. Benim sunumum Yeşil Yol’un bir başka yönüyle ilgili olacak. Sizlere bu projenin ekonomi politik açıdan bir değerlendirmesini yapacak ve alternatif bir planlama olarak ekososyalist demokratik planlamadan söz edeceğim.
Böyle bir analizin gerekliliğini tek başına şu veriler dahi ortaya koymaktadır. Karadeniz Bölgesindeki orman arazilerinin yaklaşık 122,000 hektarlık bir kısmı turizm için, 107,000 hektarlık kısmı madencilik ve yaklaşık 40,000 hektarlık kısmı da enerji santralleri için ayrılmış ve bunlara ilişkin ruhsatlandırma yapılmış durumda.
Yani olay sadece Yeşil Yol ya da içinde yer aldığı turizm sektörü ile sınırlı değil. Bölge bir bütün olarak son yıllardır uygulanmakta olan doğaya ve doğal kaynaklara en tahrip edici bir biçimde el koymaya dayalı servet ve sermaye birikim stratejisine uygun olarak hali hazırda parsellenmiş durumda. 2000’li rakımlarda 7-8 metrelik asfalt yolların açılması da sadece yayla yollarını birleştirmek değil, enerji ve maden üretim faaliyetlerinin alt yapısını oluşturmada kullanılacak olan makinelerin, santral malzemelerinin bu yüksekliklere rahatça çıkartılması ile ilgili olabilir.
Diğer konuşmacılar da değindiler ama kısa bir proje özeti ile başlayabiliriz sanırım. Doğu Karadeniz Projesi 2014-2018 (DOKAP) çerçevesinde ele alınan “Yeşil Yol Projesi”, 8 ili birbirine bağlayan (Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Gümüşhane, Bayburt, Artvin), 2600 km uzunluğunda, Samsun’dan Batum’a Bölgedeki tüm yaylaları ve turizm merkezlerini birbirine bağlayacak bir proje olarak sunuluyor. Ayrıca Yeşil Yol güzergahında belli aralıklarla 33 turizm merkezi ve 5 adet kültür-turizm gelişim bölgesinin kurulacağı ifade ediliyor.
Toplam 2,600 km’lik yolun 1,000 km’si yeni yol olacak ve bunun 500 km’lik kısmının asfalt olması bekleniyor. Bu kısmı Karayolları Genel Müdürlüğü yapacak, diğer yollar Büyük Şehir Belediyeleri ve İl Özel İdarelerince yaptırılacak. Diğer yolları DOKAP finanse edecek. Böylece düzeltilecek yol 1,600 km olurken bunun 800 km’lik kısmı yaylaları birbirine bağlayacak. Projenin yürütücüsü sorumlusu ise DOKAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı.
DOKAP Eylem Planı’nın finansman tablosuna göre, 2014-2018 için Bölgenin tamamındaki Eylem Planı kapsamında yapılacak işler için Merkezi Yönetim Bütçesi’nden ayrılan miktar toplam 10,4 milyar TL olacak. Bu bütçeden büyük bir kısmı Yeşil Yol için harcanmak üzere 595 milyon TL ayrılmış durumda.
Böylece, yıllar itibariyle turizm projelerine Merkezi Yönetim Bütçesi’nden sırasıyla 2014’te 87 milyon TL, 2015’te 98 milyon TL, 2016’da 123 milyon TL, 2017’de 138 milyon TL, 2018’de 149 milyon TL olmak üzere toplam 595 milyon TL aktarılmış olacak.
Rize Mimarlar Odası’na göre, Yeşil Yol için 2014 yılında her yıl için 5’er milyon lira olmak üzere 40 milyon lira harcandı. Bu 2015’te 50 milyona çıktı. 2016 Yılı Programı’nda yer alan bilgiye göre, Yeşil Yol Projesi için 2013-15 döneminde İl Özel İdareleri ve Büyükşehir Belediyelerine aktarılan tutar 131 milyon TL oldu. Keza aynı yılın Kamusal Yatırım Programı’na göre; DOKAP İdaresi Başkanlığı’na, bölgedeki turizm yatırımları için, çok büyük bir kısmı Yeşil Yol, küçük bir kısmı “Giresun Adası” olmak üzere 2015 yılında 50 milyon TL ve 2016 yılı için 53,9 milyon TL ayrıldı.
Kalkınma Bakanlığı’nın, DOKAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’na yaptığı sermaye transferleri ise 2014 için 49,7 milyon lira, 2015için 65,5 milyon lira, 2016 (t) için 76,3 m, 2017(t) için 80,3 milyon ve 2018 (t) için 86 milyon lira. Bu çerçevede DOKAP’tan turizm projelerine ayrılan pay sırasıyla 2016 (t)’da 53,4 m, 2017(t)’de 55,5 m ve 2018 (t)’de 58,8 m lira olacak.
Bu arada Yatırım programında ana asfalt yolları yapacak olan Karayolları Genel Müdürlüğü için (Türkiye genelinde) “Turistik Yollar Bakım ve Onarım Hizmetleri” kalemine; 2016 (t) için 78,9 milyon lira, 2017(t) için 89,3 milyon lira ve 2018(t) için 99,1 milyon lira konulması öngörülmüş. Bunun ne kadarının Bölgedeki turizme dönük yol yatırımları için harcanacağı belirtilmiyor.
Hükümet projeyi hangi gerekçelerle savunuyor?
Gerek ‘10. Kalkınma Planı’ ve ‘Turizm Özel İhtisas Komisyonu Raporu’nda, gerekse de ‘Doğu Karadeniz Turizm Master Planı’nda “turizmi bölgesel kalkınmada öncelikli bir sektör haline getirme” vurgusu yapılıyor. İlkinin 2000 yılında hazırlandığı Eylem Planı’na göre, turizm Bölgedeki beş gelişme ekseninden birini ve Yeşil Yol Projesi de dört turistik projenin (Yeşil Yol, Ordu Çikolata Parkı, Giresun Adası ve Kaçkarlar Milli Parkı) en büyüğünü oluşturuyor. Bu arada Yeşil Yol Projesi yaylaları birbirine bağlarken, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerine lojistik merkezi oluşturacak Kuzey-Güney Akslı Yol projeleri de söz konusu.
Bu bağlamda, 2016 Yılı Programı’nda, Yeşil Yol’un “bölgesel rekabet edilebilirliğin geliştirilmesinde rekabet gücü yüksek projelerin başında geldiğinin” altı çiziliyor. Plan, p. 931, Tedbir 436 ile : “Karşılaştırmalı rekabet üstünlüğüne uygun turizm çeşitlerini öne çıkartan bir yapı oluşturulmalı” deniliyor. Yani projenin arkasındaki yaklaşım, bildik, emperyalist kapitalist sistemin statükosunu korumaya hizmet eden, geri bıraktırılmış ülkeleri böyle bir küresel meta ve hizmet ticareti içinde azgelişmişliğe mahkûm eden “Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi’nden üretilerek, bölgesel kalkınmaya uyarlanmaya çalışılan bir ana akım burjuva iktisat ideolojisinin ürünü.
Bu, 2009 tarihli Bölgesel-Sektörel Teşvik Sistemi ile de uyumlu. Bu bakış açısı altında 2011 yılından beri teşvik sistemi dört ayaklı yürüyor: Bölgesel Teşvik Sistemi, Büyük Proje Teşvik Sistemi, Stratejik Yatırımların Teşviki ve “İl Bazlı Bölgesel Teşvik Sistemi”. Bu çerçevede toplam altı bölgede turizm yatırımlarına çeşitli destekler sağlanıyor. Yeşil Yol Projesi bu sistem içinde ele alınıyor.
Diğer taraftan gerek 10.Beş Yıllık Kalkınma Planı ve gerekse “Turizm Özel ihtisas Komisyonu Raporu”nda yerel kaynakların harekete geçirilmesinin esas olduğu belirtiliyor. “Uluslar arası sermayenin, turizm gibi ticarete konu olmayan hizmetlerle ilgili olarak ticaret üzerinden değil, ülkenin fiziki sermayesinin mülkiyetinin satın alınmasından fayda sağlayacağı için mülkiyet istediği” tespitinden hareketle, Yeşil Yol güzergâhı üzerinde Bölge’de yapılacak olan tesislerin yabancı sermayeye satılmasının Bölge kalkınması için bir avantaj yaratacağından söz ediliyor.
Böylece bir yandan “doğa ve yaylalar yerel rekabetçi fırsatlar” olarak tanımlanarak, sermaye unsuru haline getirilirken, diğer yandan Yeşil Yol güzergâhındaki turizm merkezleri ve turistik tesislerin mülkiyetinin yabancı sermayenin (özellikle de Bölge ile özel olarak ilgilenen Körfez/Arap sermaye gruplarının) verilebilmesinin de gerekçesi oluşturuluyor.
Projeye bölge halkının bir kısmının desteği kadar, tepkisi ve eleştirileri de var!
Projeye karşı halk sessiz kalmadı ve Bölge halkı özellikle de Rize Yukarı Kavrun yaylasında yol yapım çalışmalarını durdurmak için eyleme geçti. Zira doğal sit alanı olan Fırtına Vadisi’nde yasalar zorlanarak bu vadideki ormanların bir kısmına imar izni verildi. Bu durum yargıya taşındı. Danıştay yürütmeyi durdurma kararı verdi. Kararda planın bölgenin doğal varlıklarını korumadığı vurgusu yapılıyor. Bölgenin muhalefet partisine mensup bazı milletvekilleri Meclis’te soru önergeleri verdiler.
Bölge halkının ve demokratik kitle örgütlerinin, çevreci kuruluşların, meslek odalarının, bilim insanlarının projeye getirdiği temel eleştiriler ağırlıklı olarak yaratacağı ekolojik ve bölgenin kültürel dokusuna yapacağı tahribat ile ilgili. Eleştiriler kısaca şöyle özetlenebilir:
●Bölgenin % 37’si özellikle flora ve fauna açısından zengin ormanlarla kaplı. 36 adet koruma altına alınmış alan var. Ağaç kesimi ve otomobil trafiğinin neden olacağı kirlilik bu dokuya zarar verecektir.
“Dağlar ve dağ ormanları suyun en önemli kaynakları ve hassas alanları, hidrolik çevrim içinde çok büyük öneme sahipler. Düşük standartlarda ve yoğun yol yapımı buna zarar veriyor. Eğer yüksek yayla ve dağ alanları yollarla parçalanırsa hem buralar kaybedilir, hem de aşağıdaki tarım alanları ve yerleşim alanları yaşanmaz hale gelir. Rize’de 16 dönüm alanda ağaç kesimi başladı. Yürütmeyi durdurma kararı çıktı. Bölge betonlaşacak, proje halka ve doğaya bir katkı sağlamayacağı gibi yapılaşmayla beraber sıradanlaşmaya neden olacak” (Dünya Koruma Vakfı).
●Yolsuz hiçbir yayla yok, yani yola ihtiyaç yok. Bu 2600 km’nin 500 km’si si asfalt olacak ve dağlar delinecek, yüksek duvarlar yapılacak, bu bölge hayvanlarının geçiş yollarını kapatacak. Araçlar yüzünden hayvanlar bölgeyi terk edecekler, yollarda ölecekler. Aşırı yağmurlar heyelanlara neden olacak. Ağaç kıyımı olacak. 296 çok değerli bitki örtüsü tahrip edilmiş olacak.
●Çay pestisit (kimyasallar) kullanılmadan üretiliyor, zira bunu sağlayan nadir ekolojik özellik bu bölgede mevcut, bu doku zedelenebilir. Böyle bir üretim dünyada nadir görülüyor. Fındığın % 73’ü DOKAP Bölgesinde üretiliyor. Kivi üretimi var. Arıkovanı varlığının % 12’si bölgede. Bal üretimi Türkiye ortalamasını üzerinde. Hayvancılık sağladığı katma değer açısından bazı bölgelerin önüne geçmiş durumda. Yollar birbirine bağlanırsa hayvan hırsızlığı artar. Hayvancılık ve tarım sektörü büyük zarar görebilir.
●Ortalama eğim % 74. Yeni yapılacak yol tutarı 1,000 km. Düzeltilecek yol 1,600 km. milyonlarca tonluk hafriyatı örtebilecek dağ yok. Hafriyat yer çekimi kullanılmak suretiyle aşağıya gönderiliyor, bu da bitkileri ve dereleri mahvediyor.
●Turizm öldürülecek. Hedeflenen turizm eko turizm mi klasik turizm faaliyeti mi, belli değil. Turizmciler yollara karşı çıkıyorlar, zira doğa turizmini bitiren ilk faktör bu tür yolların yapılmasıdır. HES’ler vadileri kuruttu, şimdi derelerin ana kaynaklarının olduğu buzul göllerine kadar yol yapılarak turizm iyice öldürülecek. Yeşil Yol’u kullanan otobüsler illere uğramayacağında buralarda gelir kaybı ortaya çıkacak.
●Mevcut yaylacılık kültürü yok olacak. Bu proje yaylaları yaylacılardan arındırmaya, yerine otel, motel, pansiyon yapmaya dönük (metalaştırıcı) bir projedir. Tesis ve oteller Bölgede sermaye hâkimiyetinin artmasına, halkın Bölgeden dışlanmasına neden olacak (Palandöken örneğinde yaşandığı gibi).
●Bölgenin demografik yapısı ve kültürü değiştirilecek. Zengin Araplarla doldurulmasıyla, bundan beslenen siyasal iktidar ve partilerin hegemonyası sürdürülecek. 2012 yılında Bölgeyi 4,5 milyon turist (% 83’ü yerli-kalan ağırlıklı Körfez ülkelerinden) ziyaret etti. Arap turist sayısında her yıl % 50 artış gözlemleniyor. Bu Trabzon’da gayrimenkul satışlarını patlattı. Arap turistlerin Bölgedeki harcaması yıllık 200 milyon doları buluyor. 2014 yılında 5 bin civarında konut Araplara satıldı. Arap işadamları otel satın aldıkları gibi, yeni oteller de yapıyorlar. Uzungöl ve Beşikdüzü’nde teleferik yapımı için Arap sermayeli şirketlerin girişimleri var.
● Bir zamanlar 40 milyon hektardan fazla olan mera alanları 14 milyon hektara düşürüldü. Mera azalması hayvancılığı ve hayvansal ürünlerin kalitesini olumsuz etkileyecek, toprak ve su erozyonunun artmasını beraberinde getirecek. Yaylalar bu yönetmelik değişikliği ile belediyelere bağlanacak.
●Yılda 10,000 motorlu taşıt geçerse, bunların neden olacağı kirlilik ve benzin istasyonlarının yol açacağı çevre sorunları ortaya çıkacak.
●Yeşil Yol projesinin ÇED raporu yok. Almamak için yollar 19 km’lik dilimler halinde ve davetiye usulüyle ihale ediliyor. Böylece çevre tahribatı örtülmüş oluyor.
Yeşil Yol’un ekonomi- politik ve ekososyalist değerlendirmesi
Bir iktisadi proje, tarihsel maddeci bir anlayışa dayalı ekonomi politik açıdan ele alındığında, onun, mevcut üretim tarzının koşullarında ekonomi, toplumsal sınıflar ve devlet ile olan ilişkileri esas alınır.
Bir başka anlatımla “ekonomi politik değerlendirme”;
(i) Projenin üretim tarzı, zaman ve ülkenin özgül koşullarıyla ilişkilendirilerek hangi ihtiyacın ürünü olduğu,
(ii) Ekonomik kararların politik temellerini (yani bu kararların nasıl alındığı; demokratik katılımcı bir planlama ile mi yoksa hiyerarşik devlet örgütlenmesinin despotik bürokratik karar alma mekanizmasıyla mı ya da ekolojiyi de piyasalaştıran bir piyasacılıkla mı alındığı),
(iii) Politik kararların ekonomik temelleri (bir ilkel sermaye birikimini anımsatan emek ve doğanın talan ve yağmasına, ranta dayalı bir birikim modelinden beslenen sermaye grupları mı gözetilmektedir),
(iv) Bu proje için ayrılan mali/ekonomik kaynakların hangi toplumsal sınıf ya da katmanlardan ve hangi yollarla (borçlanma, vergileme) sağlandığı ve bunların hangi toplumsal sınıflar lehine (dolayısıyla da aleyhine) kullanıldığı,
(v) Projenin gelir, servet ve ekonomik-politik güç dağılımını nasıl etkileyebileceği
sorularına yanıt vermeye çalışır.
Özcesi ‘Yeşil Yol Projesi’nin ekonomi politik açıdan değerlendirilmesi, onun son dönem Türkiye’deki ekonomi ve siyasetteki gelişmelerle ya da üretim tarzının derinde yatan ihtiyaçlarıyla ilişkilendirilerek ele alınmasıdır.
“Ekososyalist-demokratik planlamacı” bakış ise piyasacı serbestlik ya da merkeziyetçi -kumandacı- hiyerarşik planlama yerine, katılımcı – doğrudan demokrasi ile güçlendirilmiş bir demokratik sosyalist planlamayı anlatır. Bu, toplumsal iktisadi ihtiyaçlar ile ekolojik dengenin korunması arasında bir dengenin sürdürülebilmesini mümkün kılan bir planlamadır. Yaylalar bu bakış açısından ele alınırsa HES’lerin ve kıyı yollarının Bölgeye verdiği zarar benzeri yeni bir zararın önüne geçilebilir.
Bu bağlamda, Yeşil Yol, ülkede son 13 yıldır giderek derinleştirilerek uygulanmakta olan neo liberal sermaye ve servet birikimine dayalı büyüme stratejisinin bir sonucudur. Marksist sosyal bilimci David Harvey’in de vurguladığı gibi, kapitalizmin yaklaşık son 30 yıldır içine girdiği bir aşaması olarak neo liberalizmin bazı ayırıcı özelliklerini vardır:
(i) Kamusal mal ve hizmetlerin metalaştırılması ve kamunun küçültülmesi (özelleştirmeler).
(ii) Her türlü emtiayı bir spekülasyon aracına dönüştüren bir hızlı finansallaşma.
(iii) Her türlü doğal, sosyal ve reel felaketin ve krizin kapitalist sınıf için ve onun tarafından manipülasyonu.
(iv) Servetin üst sınıflar lehine ve bölüştürülmesinde devletin açık ve pervasız bir biçimde bir araç olarak kullanılması.
Neo liberalizm ile birlikte geleneksel sermaye birikimi yöntemlerine ilave olarak, sağlık ve eğitim gibi kamusal hizmetlerin hızlıca kâr çıkarım alanlarına dönüştürülmesi, emeğin, taşeronlaştırma ve özel istihdam büroları örneklerinde görüldüğü üzere, kölelik koşullarında çalıştırılması ve daha önce görülmemiş boyutlardaki ekolojik tahribatı göze alarak doğaya ve doğal kaynaklara el konulması şeklinde adeta çağdaş bir ilkel sermaye birikimi modeli hayat geçirilmektedir.
Türkiye kapitalizmi böyle bir neo liberal süreç ile ilk olarak 12 Eylül askeri darbesi sonrasındaki Özal Hükümetleri sırasında tanıştı. Emperyalist-kapitalist sisteme yeniden ve daha değişik bir biçimde eklemlenme anlamına gelen bu yaklaşık 30 yıllık sürecin en yoğun kısmı son 13 yıllık AKP iktidarları döneminde yaşanıyor. Bölgede yaylalara ilişkin ilk neo liberal yaklaşımlar ise 1990’ların sonlarına kadar gidiyor. Yani hükümetlerden bağımsız bir biçimde neo liberal strateji uygulanıyor.
Bu süreçte Türkiye ekonomisi her açıdan, ama özellikle de kaynak temini açısından, uluslararası finans kapitale daha da bağımlı hale getirildi. Bu dönemde iktisadi büyüme, yerli tasarrufların hala % 13’ler gibi (bu oran 1998-2003’te ortalama % 18 idi – IMF Türkiye Raporu Mart 2016) çok yetersiz bir durumda olmasından ötürü, yabancı kaynak kullanımı ile mümkün olabildi.
Buna, bu dönemdeki bol uluslararası likiditenin dövize yüksek getiri sunan ülkelere yönelme ihtiyacı da eklenince, dış kaynağa bağımlı büyüme stratejisi hem mümkün olabildi, hem de bunu yürüten siyasal iktidar uluslararası kapitalist sistem nezdinde meşruiyet kazandı.
Öyle ki tarihsel olarak 2005 yılına kadar yılda ortalama 20 milyar dolarlık dış kaynak kullanan Türkiye’nin bu tarihten sonraki dış kaynak kullanımı son yıllara kadar yıllık 50 milyar doların üzerine çıktı. Bu kaynağın önemli bir kısmı kısa vadeli kaynak niteliğinde oldu. Düşük kur – yüksek faiz makasından faydalanarak ülkeye gelen bu çaptaki yabancı kaynak, bankacılık, borsa gibi finans sektörüne aktığı gibi, alt yapı ve üst yapı inşaatları, TOKİ’ler, AVM’ler, plazalar gibi, başta kentlerde yaratılan arsa rantlarına finansman kaynağı oluşturdu.
Bu sürerken, çıkartılan Büyükşehir Belediyeleri Kanunu ve İmar Kanunu’nda, meralarla ilgili düzenlemelerde yapılan değişikliklerle bu birikim modeli kıra, köye, ormanlara, nehirlere, dağlara ve yaylalara kadar genişletildi ve buralar yaratılan yüksek rantlar üzerinden birer kâr çıkarım alanlarına dönüştürüldü. Karadeniz başta olmak üzere ülkenin her yanında HES’ler ortaya çıktı. Bu yapılırken de kaçınılmaz olarak ekolojik tahribat had safhaya çıktı.
Bu çerçevede, Yeşil Yol Projesi ile yapılmak istenen yayla turizmi değil, dağları da çok kolayca ulaşılabilir bir hale getirerek olduğu gibi ranta açmaktır. Mera Yönetmeliği değişikliği (2011) aracılığıyla yaylaların imara ve turizme açılmasıdır. Kurulacak 38-40 yeni turizm bölgesinde yerli yabancı zenginler için villalar, malikâneler, hatta şatolar dahi yapılıp pazarlanabilmesidir.
Doğanın yağma ve talanı üzerinden yükselecek olan bu birikim modelinin ilk can suyunun devlet desteği, teşvik ve sübvansiyonlar olduğu açıktır. Ancak bu can suyu ile yerel zenginlikler, bölgesel donanım faktörleri ve sermaye dinamikleri harekete geçilecek, böylece hem Bölgenin zengin ekolojik donanımı piyasalaştırılacak, hem de yeni güçlü sermaye grupları ya da sermayedarlar yaratılacaktır.
Yaylalarda yapılacak pansiyonların bir süre sonra büyük şirketlerin eline geçmesi kaçınılmaz olacak. Sahil yolu Cengiz İnşaat’ı devletleştirdiği gibi, Yeşil Yol da yeni devler yaratacak. Bölge halkının küçük köylülükten ya da hayvancılıktan turizm işletmeciliğine geçiş yapması büyük ölçüde mümkün olamayacak, zira büyük sermayedarlar, büyük turizm şirketleri ya da otel sahipleri karşısında ayakta kalamayacaklar.
Bu yeni bölgesel gelişme modelinde, devletin gizli (!) eli her zaman olduğu gibi var olacak ama, bu model merkezden ulusal çapta kaynak transferinden ya da daha fazla kamu kaynağından ziyade, yerelin ve yabancı sermayenin potansiyelini sermaye birikim süreçlerine katmaya çalışan bir model olduğundan, devlet düzenleme işlevi de dahil olmak üzere sürecin sonunda bu alandan giderek çekilecektir.
●Ekonomi politik değerlendirme hem vergi gelirlerinden oluşan devlet bütçesinden bu proje için ayrılan kaynağın doğru projeler için verimli bir biçimde kullanılıp kullanılmadığını ve bunun alternatif maliyetini içerir, hem de bu projenin neden olacağı ekolojik ve toplumsal maliyetlerin ortaya konulmasını gerektirir.
Zira bu 600 milyon lirayı bulan ve gerekirse daha fazla ödenek aktarımının söz konusu olacağı böyle harcamaların alternatif kullanım alanları söz konusudur. Yani bu harcamalar insanlığın hizmetinde olabilecek şekilde (örneğin sivil istihdam yaratılması ya da eğitim, sağlık ve alt yapı hizmetlerine ayrılması gibi) kullanılabilirler.
Ayrıca, proje Karadeniz Bölgesi’nin azgelişmişliğini ortadan kaldıracağı ileri sürülen bir eylem planının en önemli parçası olarak ve beş gelişme ekseninden biri olarak sunulmaktadır.
Bunun böyle olup olmayacağını bilebilmemiz için bu projenin kimlere ya da hangi toplumsal sınıflara ne tür özel faydalar sağlayacağı, buna karşılık kimlere ne tür zararlar vereceği, doğa ve emek üzerinde ne tür zararlara neden olabileceğini bilmemiz ya da en azından tahmin edebilmemiz gerekir. Oysa daha önce de vurgulandığı gibi, bu projeye ait 10. Kalkınma Planı ve DOKAP’ın Eylem Planı’nda yapılan atıflar dışında, bir ÇED raporu ve kamu harcamalarının etkinliği ölçmeye yarayacak olan bir analiz de (5018 Sayılı Kanun bunu gerekli kılsa da) mevcut değildir. Hükümet bu konuları 10. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda “kamu tarafından yürütülen projelerin bütçe üzerindeki risk ve etkilerini ölçecek etkin bir izleme ve değerlendirme sisteminin oluşturulması” (p. 595; tedbir 285) ve “bu doğrultuda kamu kurum ve kuruluşlarının kapasitelerinin geliştirileceği” (p 596, Tedbir 286) ifadeleriyle geçiştirmiştir (2016 yılı Programı, s.202).
Diğer yandan, bilimsel ölçütlere uygun olarak hazırlanmış bir ÇED raporunun da katkısıyla yapılacak bilimsel araştırmalar ile, bu projenin bir avuç zengine, inşaat firmasına ve oligopolleşmiş turizmciye sağladığı faydanın dışında; toplumun büyük bir kısmına her hangi bir fayda sağlamayacağı, tam tersine projenin büyük bir ekolojik zarara yol açacağı; artan trafik, motorlu taşıt kullanımı, emisyon gazları, benzin istasyonları ve çıkacak toprak hafriyatının bölgenin bitki örtüsünü ve ormanlarını tahrip edeceği, yaban hayatını bozacağı gibi, iktisadi zarara da neden olacağı; tarım ve hayvancılık üzerinde olumsuz etkiler yaratacağı, işsizliği azaltmayacağı, vergi gelirlerinde her hangi bir artış sağlamayacağı, Bölge’deki gelir ve servet dağılımı farklılıklarını ve Bölge’nin geri kalmışlığı sorununu gideremeyeceği, gerçek yaylacılığı ortadan kaldıracağı, turizmi öldüreceği ve neden olacağı demografik yapı değişikliği ile Bölge’de gericiliğin daha da derinleştirileceği, kısaca çok büyük toplumsal zarara neden olacağı ortaya konulabilirdi.
Sonuç olarak;
●Yeşil Yol Projesi yerel üretici güçleri harekete geçirse de, yerel ekolojik zenginlikleri piyasalaştırarak servet ve gelirleri artırsa da, ortaya çıkan bu refah tabana yayılmayacaktır. Böyle modellerin arka planı olan “Damlama Teorisi’nin işe yaramadığı tüm dünyada görülmektedir. Bu sadece yeni zenginler ortaya çıkacaktır. Piyasacı dinamikler yoksul köylünün turizm işletmesi sahibi olmasına izin vermeyecektir.
●Projenin kalıcı, güvenceli, nitelikli ve iyi ücretli bir istihdam yaratması turizm sektörünün yapısal özelliklerinden dolayı mümkün değildir. Sektörün yaratacağı istihdam geçici, düşük ücretli stajyer emeği sömürüsüne dayalı bir istihdamdır.
●Proje ile sağlanacak vergi geliri sektörün vergilendirilme biçiminden dolayı çok düşük kalacaktır. Kamu verdiği desteği mali olarak geri alamayacaktır. Genel olarak Türkiye’de turizmin, cari açığı azaltmak dışında ekonomik büyüme, kalıcı sağlıklı istihdam, kamu gelirleri üzerinde ciddi olumlu etkileri mevcut değil. Dahası Türkiye’de turistik işletmelerden alınan vergi sanılandan çok daha düşük. Zira sektör kapasitesinin 85’te 1’i oranında vergi veriyor. Ayrıca proje için vergi teşvikleri ön plana çıkartılmıştır. Bu durum, özel sektörün kârını artırırken, vergi gelirlerini düşürecek, bütçe açığını ve borçlanma gereğini artıracaktır. Böylece bir kez daha devlet eliyle yeni turizm zenginleri yaratılırken, bu gelişme Bölge halkının daha da yoksullaştırılması ile sonuçlanacaktır.
●Son olarak, Yeşil Yol Projesi “Piyasacı serbestliğe dayalı Merkeziyetçi- Hiyerarşik bir Planlama” anlayışıyla uygulamaya geçirilmektedir. Bu nedenle de Bölge halkının görüşü alınmadı, Bölge halkı gerçek anlamda karar alma süreçlerine katılmadı. “İyi yönetişim” adı altında toplantılar yapıldı, ama yöneticilerin halkı dinlemeye vakitleri olmadı. Bu toplantılarda Hükümet ve sermaye sözcüleri Bölge halkını kendi çıkarlarına karşı alınan kararlara ortak etmeye çalıştı, demokratik bir tartışma ya da müzakere sürecini işletmedi. Yani ulusal çaptaki katkısı dahi son derece tartışmalı böyle bir projenin yerel ya da bölgesel etkileri, bu projeden en çok etkilenecek olan bölge halkı ile tartışılmadı.
Oysa Bölge halkının, tıpkı diğer bölgelerin halklarının olduğu gibi, nitelikli ve kalıcı bir işe, gelire, nitelikli kamusal –ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetlerine ihtiyacı olduğu kadar, içinde yaşadığı başka canlılarla birlikte parçasını oluşturduğu doğanın korunmasına, ekolojik sürdürülebilirliğe de ihtiyacı var.
Burada ekososyalist bir bakış açısından kerteriz noktamız “kullanım değeri” olmalıdır. Ekolojinin kullanım değeri esastır. Oysa kapitalist toplumda kullanım değeri, mübadele değerine ve kârlılığa bağlı bir araçtan-ve genellikle de bir kurnazlıktan başka bir şey değildir.
Diğer yandan planlanmış sosyalist bir ekonomide, mal ve hizmet üretimi sadece kullanım değeri ölçütüne karşılık verir, bu da toplumsal ve ekonomik düzeyde yüksek yoğunluklu sonuçlar üretir. Dönüşümün ana kaldıracı kullanım değeridir.
Temel mesele, toplumsal iktisadi ihtiyaçlar ile ekolojik dengenin korunması arasında bir dengenin sürdürülebilmesini mümkün kılan bir planlama model oluşturabilmektir. Ekososyalist plan, toplumsal ihtiyaçları karşılarken, ekolojik dengeyi de koruyan ekonomi politikaları önerir. Bu politikalar parasal olmayan ekonomi dışı ölçütlere dayanmak durumundadır.
Bu tür bir planlamanın “merkeziyetçi mi ya da yerelci mi olacağı” sorusunun doğru yanıtı “demokratik kontrolün hangi düzeyde daha etkin yapılabileceğidir”. Bu yerel, bölgesel, ulusal, kıtasal, hatta küresel çapta gerçekleştirilebilir (küresel ısınma örneğinde olduğu gibi). Küresel düzeyde önemli olan bir sorun bile merkezi olarak planlanamaz, tam tersine kararlar merkez ya da merkezler tarafından değil, ilgili halklar tarafından verilecektir.
Bölge özelinde gelişme ve kalkınma modelimiz, ölçeği ve doğası gereği piyasacı ya da hiyerarşik-merkeziyetçi bir planlamayı değil, katılımcı ve doğrudan demokrasi ile güçlendirilmiş bir demokratik sosyalist planlamayı esas almak durumundadır.
Demokratik, sosyalist planlama toplumun bütününün kendi karar alma özgürlüğü, bürokrasinin demir kafeslerinden ve ekonominin yasalarından kurtulma pratiğidir. Aynı zamanda ekonominin radikal bir biçimde demokratikleşmesidir. Siyasi kararlar küçük bir seçkin grubunun uhdesine bırakılmayacaksa, ekonomik düzen ve karar alam süreçleri de bırakılmamalıdır.
Yeterince bilgilendirme ve demokrasi olursa Karadeniz halkının ormanların yok edilmesine izin vermesi beklenmez. Bu bağlamda demokratik planlama süreci her halükarda piyasa ya da ekolojist uzmanların neden olduğu ekolojik zarardan daha az olacaktır.
Karadeniz bölgesinin azgelişmişlik sorununun ortadan kaldırılabilmesi, güvenceli, nitelikli istihdam ve gelir yaratılması, sosyal olarak gelişebilmesi için; ranta dayalı turistik projeleri ya da maden ve enerji sektöründeki kârları esas alan ve yaylaları ve doğayı ağır biçimde tahrip eden uygulamalara gerek yoktur, kaldı ki böyle bir fedakarlık yapılsa da ekonomik sorunlar artarak devam edecektir.
Keza Karadeniz Bölgesi’nin sorunları ülkenin geri kalan kısmının sorunlarından ayrı tutularak çözüme kavuşturulamaz. AKP iktidarları DOKAP benzeri üç diğer yapılanmaya ülkenin diğer bölgelerinde de gitmiş ve izlediği neo liberal birikim ve büyüme stratejisini buralarda da hayata geçirmeye başlamıştır. Ortaya çıkan manzara, mevcut diğer, cinsiyetçi, etnik ve inanç temelli eşitsizliklerin yanı sıra, yoğun bir emek ve doğa sömürüsüne dayalı olarak gelir ve servet bölüşümündeki adaletsizliklerin artması, yüksek işsizliğin kalıcı hale gelmesi, görülmemiş ölçüde yolsuzluk ve ekonominin bir bütün olarak krize çok daha kırılgan bir hale gelmesidir.
Bu sorunların aşılması ve ülke halklarının gerçek anlamda kurtuluşu ortak mücadeleden geçmektedir. Bu mücadele kapitalizme ve emperyalizme olduğu kadar, her türlü otoriterleşmeye, faşizme ve gericiliğe karşı da olmak zorundadır. Batıda, başta işçi sınıfı olmak üzere, işsizlerin, yoksul köylülerin, küçük üreticilerin sınıf temelli yürüttükleri mücadele ve Gezi direnişinde ortaya çıkan kent ve özgür yaşam hakkını savunan kent temelli mücadele, Fırat’ın doğusunda, barış, özgürlük ve demokrasi için verilen mücadele ile birleştikçe güçlenebilir. Bu mücadele ayrıca ekososyalist bir karakterde olmalıdır. Ülkenin tüm bölgelerindeki bütün eşitsizlikleri ortadan kaldıracak, ekososyalist bir perspektife sahip, doğa dostu, toplumun tümünün niteliksel gelişmesini ve özgürleşmesini hedefleyen ve doğrudan demokrasi modeliyle güçlendirilmiş bir özyönetimci sosyalizm ve buna uygun bir ekososyalist demokratik planlama kurtuluş olabilir.
[1] Bu yazı, özeti 7-8 Mayıs 2016 tarihinde Ankara’da Yaylaların Kardeşliği Platformu’nca düzenlenmiş olan “Yaşam Alanıma Dokunma-Yeşil Yola Dur De” başlıklı sempozyumda yapılan sunuşun tam metnidir.