ABD Başkanı Richard Nixon‘ın 1974’teki istifasıyla sonuçlanan Watergate skandalı, sıklıkla Amerikan demokrasisinin bir zaferi olarak anlatılır. Skandal, Nixon’ın seçim kampanyası finansmanını güvence altına almak için yapılan yasa dışı faaliyetler ve bu girişimlerin Nixon tarafından yargı da kullanılarak örtbas edilme çabaları etrafında şekillenir. Ancak bu süreçte Amerikan anayasasının denge ve denetim sistemi bir şekilde çalışmış ve anayasa yetkilerini kötüye kullanan güçlü bir lidere karşı zafer kazanmıştır.
ABD tarihinde bir başkanın bir skandal nedeniyle ilk kez (ve son kez) istifasına neden olan bu skandalın bir büyük kahramanı da basındır. Gazeteciler Bob Woodward ve Carl Bernstein Watergate skandalının ortaya çıkmasında ve soruşturulmasında en önemli rolü oynarlar. Ancak bu sonucun mümkün olmasını sağlayan “hesap verilebilirliği” önemli ve ortak bir değer olarak gören zamanın siyasal kültürüdür.
Seçim savaşı
Skandalı ortaya çıkaran Bob Woodward bu yakınlarda yayınladığı “The War/Savaş” adlı yeni kitabında, istifasında büyük rol oynadığı Richard Nixon ile Donald Trump arasında bir karşılaştırma yaparak, Trump’ın başkanlığının demokrasi için çok daha büyük bir tehdit oluşturduğunu söyler. Hatta öyle ki, kitaba adını veren “Savaş” hâlihazırda cephenin üç farklı yerde olduğu iddiasına dayanır: Ukrayna, Gazze ve Amerikan seçimleri.
Ancak Nixon’ın aksine Trump, demokrasiye yönelik tüm ihlalleri raporlandığı ve aleyhinde onlarca dava olduğu halde, herhangi bir sonuçla karşılaşmaz. Sonuçla karşılaşmamayı bırakın, Cumhuriyetçi Parti’yi kendi sureti etrafında yeniden şekillendirir ve seçmen desteğini artırır. Woodward’ın iddiası bir biçimde doğrudur: Amerikan seçmenleri oy sandığı üzerinden icra edilen bir savaşın parçasıdırlar artık.
Bu “savaşı” Trump, iki hafta sonra kazanabilir de kazanmayabilir de (zira kamuoyu yoklamaları hâlâ başa baş bir yarış gösteriyor). Ancak, bu seçim zaferinin ötesinde Trump’ın başardığı şey çok daha derin ve güçlü bir etkiye sahip: Siyasetin (ya da Woodward’ın deyişiyle “savaşın”) angajman kurallarını yeniden tanımlamak. Daha da önemlisi, Amerikan siyasetinde “normal” olanı yeniden şekillendirmek.
Trump’ın iktidar menüsü
Hakikat kaybı, Trump’ın başkanlığında Amerikan siyasetinin en belirgin dönüşümlerinden biri oldu. Trump, hakikatin değil, inancın ana eksen olduğu bir siyaseti temsil ediyordu. Bu siyaset, evrim, aşılar ve iklim değişikliği gibi bilimsel gerçeklerin inkârı üzerine inşa edilmiş ve temsilcisini Trump ile bulmuştu. Trump, hakikati itibarsızlaştırarak eleştirel haberleri “yalan haber” diye niteliyor ve kutuplaşmış medya ortamından yararlanarak, kendi inanç temelli anlatısını merkezde tutmayı başarıyordu.
Bu dönemde seçmenlerin öteki tarafa yönelik negatif duygusallığı da iyice artacaktı. Kutuplaşma artık sadece ideolojik farklılıklardan değil, giderek daha fazla oranda kimlik siyasetiyle derinleşen kişisel bağlılıklardan kaynaklanmaktaydı. Trump seçmenlerini sadece politik bir duruşa değil, aynı zamanda duygusal ve kimlik temelli bir sadakate çağırıyordu. Amerikan toplumundaki bu duygusal kutuplaşma, 2020 yılı seçimleri itibarıyla zirve yapacak ve Biden’ın seçilmesinde büyük bir rol oynayacaktı.
Kurumlara olan güvenin aşınması ise Trump’ın başkanlığı döneminde en ciddi yapısal sorunlardan biri oldu. Trump’ın yargı, istihbarat ve seçim süreçlerine yönelik saldırıları, bu kurumların zaten sallanan meşruiyetini iyice zayıflattı. 2020 seçimlerinin ardından Trump’ın “çalınmış seçim” iddialarını sürdürmesi ve kendi seçmenlerinin önemli bir bölümünün bu seçimleri Trump’ın kaybettiğine hâlâ inanmıyor olması, bu erozyonun ne kadar derin olduğunu ortaya koyacaktı.
Trump faşist mi?
Trump 2024 seçim kampanyasında da göçmenlerin hayvanları yediği gibi hiçbir kanıta dayanmayan iddiaları yenileyecek, rakiplerini cinsiyetçi bir dille sürekli aşağılayacak, Amerikan seçmenlerinin kendisine oy vermeyen bölümünü düşman ilan edecek, ve kendisine karşı cadı avı başlattığını ilan ettiği tüm kurumları seçilirse yargı eliyle alaşağı edeceğini söyleyecekti. 6 Ocak’ta Amerikan Kongre binasına yapılan saldırıyı ise “bir sevgi günü/day of love” olarak nitelendirecekti.
Ancak retorikte bu sertleşmeye rağmen Amerikan seçmenlerinin Trump’a yönelik tavrı 2016 ya da 2020 seçimlerinden farklıydı. Trump karşıtı seçmenin 2016 seçimlerindeki dalgacı tavrı, 2020 seçimlerinde yerini ciddi bir korku ve mobilizasyona bırakmıştı. Ancak 2024 seçimlerinde Trump artık “yeni normal”di.
Trump’ın bir zamanlar radikal bulunan görüşleri artık sadece destekçileri tarafından değil ama ana akım medya tarafından da akla yatkınlaştırılıyordu (bu duruma sanewashing denmekte). Üstelik Başkan yardımcısı adayı J. D. Vance, Trump’ın tutarsız bölük pörçük fikirlerine ve aşağıdakilerin “seçkinci” öfkesine yeni bir çerçeve kazandıracaktı. Bu durum Trump’tan uzak duran seçmenlerin de onu makul/akılcı bir seçenek olarak değerlendirmesine ve geleneksel olarak Demokrat Parti’nin tabanı olan gruplar arasında desteğinin yaygınlaşmasına neden olacaktı. Ama bundan daha önemlisi Demokrat Parti’nin kendi seçmenini Trump’a karşı tıpkı 2020 seçimlerinde olduğu gibi mobilize etmesini zorlaştıracaktı.
Trump’a yönelik kaygı dozunun giderek azaldığı bir ortamda Kamala Harris Amerikan siyasetçilerinin (ve hatta siyaset bilimcilerinin) bir zamanlar kullanmaktan imtina ettiği faşizm terimini geçtiğimiz hafta yaptığı bir röportajda ilk kez açıkça kullandı ve Trump’ın vizyonunu faşizm olarak tanımladı.
Faşizmi “normalleştirmek”
Seçimlere iki hafta kaldı ve Amerikan ana akım medyasında faşizm tartışmaları giderek daha fazla yer kaplıyor. Çünkü Trump sadece ekonomiyi iyi yönetme vaadi veren bir lider değil. Arkasında yalnızca ayrıcalıklarını kaybetmiş, dağınık bir şekilde liderlerini bekleyen beyazlar, erkekler ve kırsal seçmen grupları yok; aynı zamanda Amerika’da on yıllardır istikrarlı bir şekilde büyüyen aşırı sağ milisler var. Ayrıca kiliseler ve silah kulüpleri gibi muhafazakâr kurumlarda kök salmış örgütlü bir toplumsallık da Trump’ı destekliyor.
Alexander Baturo ve Paul Kenny ile birlikte 20. yüzyıl boyunca popülist liderlerin nasıl otoriter figürlere dönüştüğünü incelediğimiz çalışmamızda, bu değişimi mümkün kılan en önemli faktörlerden birinin liderin siyasi deneyimi olduğunu göstermiştik. Donald Trump’ın siyasi sistemin nasıl işlediğine dair daha net bir kavrayışa sahip olarak göreve dönme ihtimali dünyanın en büyük gücünün faşist bir devlete dönüşme riskini olağanüstü artırıyor.
Trump seçilmesi halinde faşist liderlerin oyun kitabını uygulayacak. Muhtemelen 6 Ocak saldırılarına katılanları affedecek ve gerektiğinde kendi adına şiddet uygulayabilecek paramiliter örgütlere izin verecek. Siyasi rakiplerini kovuşturmaya çalışacak, bağımsız medya kuruluşlarına baskı yaparak ifade özgürlüğünü kısıtlayacak. Yargı sistemini kendi lehine manipüle edecek ve yürütme organındaki yetkilerini genişleterek demokratik denetim mekanizmalarını zayıflatacak.
Fakat belki de en endişe verici olan, giderek daha az seçmenin tüm bunlara önem veriyor olması. Tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de faşizmi mümkün kılan bu.
Kitap önerisi
Federico Finchelstein, The Wannabe Fascists (2024): Popülizm ile faşizmin kesiştiği noktaya derinlemesine bir bakış sunuyor. Finchelstein, Trump ve Bolsonaro gibi liderlerin “wannabe faşistler” dediği yeni bir kategoriye ait olduğunu savunuyor.
Alberto Toscano, Late Fascism: Race, Capitalism, and the Politics of Crisis (2024): Çağdaş faşizmin sömürgecilik, kapitalizm ve ırkçılık karşıtı mücadelelerle nasıl iç içe geçtiğini inceliyor. Toscano, faşizmi tanımlamanın geleneksel yollarını eleştiriyor ve modern faşizmin günümüzdeki tezahürlerini yeniden düşünmemiz gerektiğini vurguluyor.
Anthony DiMaggio, Rising Fascism in America: It Can Happen Here (2024): Kitap ABD’ye odaklanıyor ve faşist politikaların giderek büyüyen bir tehdit haline geldiğini savunuyor. DiMaggio ana akım medya ile siyasi kurumların bu hareketleri nasıl normalleştirdiğini tartışıyor.