ENİS KOKU yazdı: “TC devleti yeniden kurulup kurumsallaştıktan sonra da [Osmanlı’daki] bu yayılmacı zihniyeti ve devlet geleneğini devam ettirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik yapılanmasındaki en büyük çözümsüzlük de burada yatmaktadır.”
ENİS KOKU
Türkiye’nin sınırlarla olan problemi son yıllarda aniden ortaya çıkmadı. Bunun kökenleri Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşuna kadar uzanır. Osmanlı İmparatorluğunda sınır kavramı başkalarının yaşam alanları ile kendi yaşam alanlarını ayıran bir çizgiden çok işgal edilip yağmalanması gereken toprak anlamına geliyordu. Osmanlı İmparatorluğu tarihi boyunca hiçbir şey üretmemiş, sahip olduğu bütün zenginlikleri yağma, çapul ve talanla elde etmiş, başka uygarlıkların ve milletlerin yüzlerce hatta binlerce yıl süren emek ve çabalarla yarattığı değerleri ve yaşam alanlarını işgal ederek ayakta kalmıştır. Bursa civarında kurulan Osmanlı devleti, Bursa’dan sonra İstanbul’u da aldı. İstanbul’u almakla da yetinmedi, yetinemezdi; çünkü İstanbul’un da aşılması gereken sınırları vardı. Balkanlardan Avrupa’ya Suriye’den Bağdat’a oradan Yemen ve Afrika’ya kadar uzanan topraklar talan edilerek yağmalandı. Yaşanan iktisadi kriz, sosyal ve siyasal çöküşlerden çıkış yolunu “öteki” olarak görülen uygarlıkların yüzlerce hatta binlerce yıl uğraşıp yarattıkları ekonomik değerlerin yanı sıra sosyal ve kültürel değerlerini, topraklarını işgal ederek yağmalamakta gördüler. Osmanlı’nın kuruluşunda var olan yağma ve talan anlayışı, daha sonraki dönemlere kuşaktan kuşağa bir devlet geleneği olarak aktarılmıştır.
Osmanlı, klasik üretim tarzı ve devlet yapısıyla batıda kapitalizmin ekonomi, askeriye ve politika alanlarında yarattığı gelişmelerle baş edemez hale geldi. Diğer İmparatorluklar da 20. Yüzyılın başında yıkılıp yerini ulus devletlere bırakmaya başlamıştı. Gelişmelere ayak uyduramayan devlet yapısı ile beraber gelişen ulusal kurtuluş savaşları ve toplumsal muhalefetin üstüne gelen savaşın etkisiyle Rusya İmparatorluğu 1917 Ekim devrimi ile yıkıldı ve ardından Sovyetler Birliği kuruldu. Osmanlı İmparatorluğunun dağılması da kaçınılmaz olmuştu. 1917 Ekim Devriminin zaferi, emperyalizmin yeni dönem politikalarını kökten değiştirmesine neden oldu. Paylaşım savaşının sonucunda yapılan ittifakların ve çizilen sınırların çoğunda yeni kurulan SSCB ile mücadele belirleyici rol oynadı. Türkiye Cumhuriyeti’nin de şimdiki sınırlarının kabul edilmesi, tamamen komünizmle mücadelede ileri karakol rolünü üstlenebilecek bir ülke yaratma anlayışının sonucu olmuştur.
İmparatorluğun dağılmasından sonra Türkiye gibi, Ortadoğu’da kurulan “ulus devletlerin” sınırları, halkların iradeleriyle değil uluslararası konferanslarda ya da gizli diplomasi yoluyla çizildi. 1639 Kasrı Şirin antlaşmasıyla belirlenen ve 1746’da yeniden kabul edilen Türkiye-İran sınırı hariç bütün sınırlar yüzünden komşularıyla sorunlar yaşamaktadır. Devlet geleneği hiç değişmeden günümüze kadar gelen Türkiye Cumhuriyeti hala Osmanlı devlet yapısıyla olan bağlarını koparamamış, hatta çoğu zaman yöneticiler Osmanlı’ya gönderme yaparak ülkeyi yönetmeye çalışmıştır. TC devleti yeniden kurulup kurumsallaştıktan sonra da bu yayılmacı zihniyeti ve devlet geleneğini devam ettirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik yapılanmasındaki en büyük çözümsüzlük de burada yatmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti Osmanlı’nın devamı mı? Yoksa Osmanlı’yı yıkıp yerine yeni bir sistem kurarak yoluna devam eden bir ulus devlet mi?
Hâlâ Osmanlı hayalleri kurarak yayılmacı zihniyeti günümüze taşımak isteyen gerek iktidar, gerek düzen içi muhalefet yapılan bütün oylamalarda “teröre karşı mücadele” ve “milli birlik ve beraberlik” adına sınır ötesi harekatı için kararlar almış ve işgalleri desteklemiştir. Unutulmasın ki Hitler’in Nazi Almanyası da Avusturya’yı işgal ederken kendi yarattığı “terör” olaylarını kendine yönelik “ulusal tehdit” olarak göstermişti. Geriye dönüşü olamayan bu sınır ötesi harekat bütün Avrupa kıtasının yerle bir olmasına neden oldu. Coğrafyalar ve ülkeler farklı olsa da sahneye konan oyun ve nedenleri aynıydı: Yağma ve talan. Bu sefer Ortadoğu’da savaş “terör tehlikesi” ve “milli birlik ve beraberlik” adına yeniden kutsanıyordu.
İmparatorlukların yıkıldığı hatta ulus-devlet mefhumunun ciddi anlamda tartışıldığı bir dönemde Osmanlı hayalleri kuran yönetici kadrosu ve “emredersin padişahım”, “devletlûm çok yaşa” diyen savaş meraklısı çıkar grubunun oluşturduğu bir sistemle karşı karşıyayız. Suriye’de savaş ilk başladığında bir hafta içinde Şam’a girip Emevi Camiinde şükür namazı kılacak olanlar kısa sürede bunun olamayacağını anlayınca gözlerini Musul ve Kerkük’e diktiler. Bu da olmadı. Çünkü rüyalarla gerçekler arasında büyük farklar vardı. Türkiye bölgede söz sahibi olmak için Cerablus, Bab’la başlayan işgali şimdi de İdlib ve Afrin’de devam ettirmek istiyor.
“Modern kötülüklerin yanı sıra, dünün mirası olan bir sürü kötülüklerin; çok eski üretim biçimlerinin alttan alta hala sürüp gitmelerinden doğan ve bunların kaçınılmaz olarak beraberinde getirdikleri çağdışı toplumsal ve siyasal ilişkilerin altında eziliyoruz. Yalnızca yaşayanlardan değil ölülerden de acı çekiyoruz.” (Karl Marx, Kapital, cilt:1, Almanca Baskıya Önsöz)