AB’nin göç yönetiminde attığı adımlar, düzensiz göçle mücadelede yeni bir aşamaya işaret ediyor. Sınır dışı süreçlerinin hızlandırılması ve üçüncü ülkelerdeki toplama kamplarının devreye girmesi, Avrupa’nın göç politikalarında köklü değişikliklere neden olabilecek yeni dinamikler.
Türkiye kamuoyu, iktidarın gündem değiştirme aksiyonlarından bunalmış ve artık nefes alamaz haldeyken, bıkkınlık, yorgunluk, mutsuzluk ve umutsuzluk tavan yapmışken, Avrupa’da da bazı gelişmeler, değişiklikler oluyor. Bunların da kayıt altına alınması önemli, zira politika ve toplumsal psikolojiye içkin bu değişikliklerin önemli bölümü olumlu ya da umut vadeden türden değil maalesef. Mesele şu, Türkiye gibi bu derece içine doğru kırılmış bir ülke için yaşanabilecek en büyük tehlikelerden biri, örneğin, dış dünya ile temasın azalması olabilir. Dış dünyayı sağlıklı bir şekilde takip imkânı olmadığı için “İsrail’in Türkiye’ye saldırmak üzere olduğuna” ya da “bir gece ansızın Yunanistan’ın işgal edilebileceğine” ikna olan, bu türden propaganda zırvalarına inanan milyonlar yaratabilir ve buradan yükselen duyguları gönlünüzce yağmalayabilirsiniz.
Aslına bakarsanız bu propaganda zırvalarına ilişkin Avrupa’da da durum pek farklı değil. Fazla değil bundan 5 yıl önce “fantezi” ve “distopya” olarak adlandırılan birçok şey içinde bulunduğumuz şu zaman diliminde gerçekleşiyor. Örneğin, İtalya’nın faşist diktatör Mussolini hayranı, neonazi başbakanı Giorgia Meloni, artık tüm AB’ye yol gösteren yeni bir “Duce” olma yolunda hızla ilerliyor. Öyle ki kendisi Avrupa’yı yeniden toplama kampları kurmaya ikna etmek üzere. Meloni’nin Arnavutluk’ta İtalya’ya kaçak yollardan girmeye çalışan sığınmacıları yerleştirmeyi düşündüğü toplama kampları bugün tüm AB ülkelerine “örnek model” olarak sunuluyor. Peki bunu sunma işini kim yapıyor? Meloni hayranı Avrupa Komisyonu Başkanı Alman muhafazakâr politikacı Ursula von der Leyen. Von der Leyen, Meloni’nin yeni toplama kampı projelerini öve öve bitiremiyor.
İtalya’nın faşist planı tüm Avrupa’da kıskançlıkla izleniyor
Bununla da kalmıyor. İtalya’nın toplama kampları kurulmasını içeren ilişkin faşist planı, Von der Leyen’in yanı sıra neredeyse tüm Avrupa’da büyük bir hayranlık ve kıskançlıkla izleniyor. Örneğin, Hollanda da aynısını yapmak için Uganda ile görüşüyor, Finlandiya Rusya sınırına çitler çekiyor ve, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Ursula von der Leyen bu konuda resmi açıklamalar yaparak İtalya’yı örnek gösteriyor. El País gazetesinde geçenlerde okuduğum bir makale, Avrupa’nın giderek sağcılaşmasını, “Toplumlar giderek daha acımasız hale geliyor ve kayıtsızlığımızın sonucu daha şiddetli ve zalim bir toplum olacak” sözleriyle değerlendiriyordu. Acımasızlığın beslendiği en yıkıcı ideolojinin faşizm olduğunu belirtmeye gerek yok sanıyorum. Almanya’da küresel katil Adolf Hitler iktidarı ele geçirdikten sonra yandaşları, sosyalistleri ve Yahudileri aşağılayıp ülkeden göçe zorlamak için, güçlü bir müshil olan Hint yağı içirip o insanları sokaklarda altlarına pisleye pisleye dolaşmaya zorluyorlardı. Acımasızlık böyle bir şeydi işte. Bunların yeni versiyonlarının, bahse konu, sözde adı “iltica merkezleri” olan bu kamplarda sahneye konulmayacağının garantisini kim verebilir?
Bununla birlikte Von der Leyen, bir yandan toplama kamplarının propagandasını yaparken diğer yandan “sınır dışı edilmeyi kolaylaştıracak” bir yasa hazırlığında olduklarını ifade etti. AB üyesi ülkelerin düzensiz göçle mücadelesinde önemli bir gündem maddesi haline gelen sığınmacıların sınır dışı edilmesi ve üçüncü ülkelerde iltica merkezlerinin kurulması, Avrupa’nın göç politikalarındaki gerilimleri ve yeni strateji arayışını açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Son dönemde, özellikle İtalya’nın Arnavutluk’ta açtığı iltica merkezleri (toplama kampları), göç krizinin yönetimi konusunda yeni bir yöntem olarak dikkati çekiyor. Bu kapsamda Avrupa Birliği (AB) yıllardır devam eden sığınmacı akınına çözüm bulmak için çeşitli politikalar geliştirmiş olsa da, özellikle Orta Doğu kaynaklı 2015’teki büyük göçün birliğe üye ülkeler arasındaki dayanışma duygusunu epeyce yıprattığı söylenebilir. Bu konuda, ülkeler arasında “göçmenlerin paylaşımı”, “sınır güvenliği” ve “sığınma süreçleri” gibi meselelerde ciddi anlaşmazlıklar yaşandı, yaşanıyor. Göç krizi sırasında Almanya gibi ülkeler daha insancıl bir politika izlerken, Macaristan ve Polonya gibi ülkeler ise daha katı sınır önlemlerine başvurdu.
Zaman içinde, sığınmacıların entegre olmakta zorlanmaları, yerleşik kültürle karşılıklı olarak gerilim yaşamaları nedeniyle, birçok ülke sınır dışı sürecinin hızlandırılmasını ve göçmenlerin gelişinin engellenmesini savunmaya başladı. Bu bağlamda Von der Leyen’in sınır dışılara ilişkin yeni bir yasa üzerinde çalışıldığını açıklaması Avrupa medyasında epeyce ilgiyle karşılandı. Fransız Le Monde gazetesi, AB’nin sığınmacıların iltica başvurularını hızla değerlendirme ve kabul edilmeyenleri daha çabuk sınır dışı etme yönünde aldığı kararı “dönüm noktası” olarak değerlendirirken, The Guardian’da yayımlanan bir analizde hızlandırılmış sınır dışı uygulamalarının bireysel hakları ihlâl edebileceği ve birçok sığınmacının riskli ülkelere gönderilebileceği uyarısında bulunuldu. Bu arada göç yönetimi politikalarının insan haklarıyla dengelenmesi gerektiğini savunanlar da seslerini yükseltmeye başladı. Dengelenmesi gerekiyor da, neofaşistler bu derece güçlenmişken ve demokrasi üzerinde baskıyı artırırken bu “insan hakları” meselesi, “denge” falan nasıl olacak bir bilen olduğunu sanmıyorum. İnsan hakları ve neofaşizm… Bunlar yana yana pek bir komik duruyor öyle değil mi?
Geri gönderme mekanizmaları güçlendirilmek isteniyor
Von der Leyen’in bahsettiği yeni yaklaşım, diğer bir yönüyle sığınmacıların AB sınırları içerisine girmeden iltica başvurusunda bulunmalarını sağlayarak, ülkeler üzerindeki baskıyı azaltmayı amaçlıyor. Corriere della Sera gazetesi, İtalya’nın Arnavutluk’ta toplama kampları kurulmasına ilişkin stratejisinin düzensiz göçü kontrol altına almak için atılmış önemli bir adım olabileceğini belirtirken, çok sayıda politika uzmanı bu tür merkezlerin sığınmacıların haklarını ve hayatlarını riske atabileceğini öne sürüyor. Şu aşamada, Avrupalı politikacılar arasında sığınmacıların haklarını falan düşünen olduğunu pek sanmıyorum. Onlar “ülkelerde yaşanan tüm sorunların yegâne kaynağı” olarak gördükleri mültecilerden bir an önce kurtulmayı istiyorlar, o kadar.
Diğer yandan, Avrupa’nın sığınmacı politikasında hızla değişen dinamikler şu anda ülkelerde bulunan ve beklemede olan sığınmacıların geleceği konusunda belirsizliklerin artmasına da neden oluyor. AB, bir yandan göçmenlerin kabul ve entegrasyon süreçlerini hızlandırırken, diğer yandan geri gönderme mekanizmalarını güçlendirmek istiyor. Bu görüntü AB’nin göç politikalarının büyük bir sınav ve kaosla karşı karşıya olduğu anlatıyor aslında. Özellikle ekonomik krizler, iklim değişikliği ve siyasi istikrarsızlık gibi küresel etkenlerin göçü artıracağı göz önüne alındığında, mevcut politikaların uzun vadeli çözüm üretip üretemeyeceği tartışmalı. Bazı siyaset uzmanları sığınmacıların geri gönderilmesi süreçlerinin hızlandırılmasının ve üçüncü ülkelerdeki toplama merkezlerin devreye girmesinin göç krizine kısa vadeli çözümler sunabileceğini ifade etseler de, uzun vadede, bu politikaların etkili olup olmayacağının ciddi bir şekilde sorgulanması gerekiyor. Burada dikkat edilmesi gereken, iltica başvurusunda bulunan insanların haklarının ve yaşamlarının korunması, adil bir süreç geçirmeleri ve güvenli bölgelere gönderilmeleri gibi meseleler olmalı.
Sonuç olarak, AB’nin göç yönetiminde attığı adımlar düzensiz göçle mücadelede yeni bir aşamaya işaret ediyor. Sınır dışı süreçlerinin hızlandırılması ve üçüncü ülkelerdeki toplama kamplarının devreye girmesi Avrupa’nın göç politikalarında köklü değişikliklere neden olabilecek yeni dinamikler. Özellikle insan hakları örgütlerinin eleştirileri ve yukarıda da değindiğim Avrupa basınında yer alan endişeler, bu politikaların ileride nasıl bir yöne evrileceğine dair önemli ipuçları sunuyor. Şu aşamada Avrupa ülkeleri açısından bu göç meselesinin sulh yoluyla çözülebileceğine dair bir belirti bulunmuyor. Çözüm önerileri, daha çok aşırı sağcı perspektifin etkisiyle, “ülkeleri göç ve göçmenden arındırmak” fikri üzerine bina ediliyor. Buradan yola çıkarak yaşlı kıtada huzur inşa etmek mümkün olabilir mi?