Korkut AKIN yazdı: “Egemen erk, toplumsal muhalefetin yükselmesini, hele de örgütlenip güçlenmesini istemez. Hemen darbe yapar. Her darbeden “ders” çıkarması beklenen sol muhalefet, tabii ki bu dersi çıkarır, ama aldığı dersten yine sınıfta kalır. Yine yeniden aynı umutla çabalar olduğu yerde…”
1960 ile birlikte, üzerimize büyük gelen anayasanın da etkisiyle belli bir uyanış başladı. Sendikalarla, partilerle, öğrenci hareketleriyle birlikte toplumsal muhalefet hayatın içinde yer almaya, sesini duyurmaya başladı. Tamam, tek tekti başta, cılızdı sesi, ama yılmadan, bıkmadan, usanmadan, yüksünmeden, azı çoğu aramadan yiğitçe mücadele eden “öncü”ler aracılığıyla çoğaldılar.
Egemen erk, toplumsal muhalefetin yükselmesini, hele de örgütlenip güçlenmesini istemez. Hemen darbe yapar. Her darbeden “ders” çıkarması beklenen sol muhalefet, tabii ki bu dersi çıkarır, ama aldığı dersten yine sınıfta kalır. Yine yeniden aynı umutla çabalar olduğu yerde…
Avukat Mümin Karaoğlu, Samsun’da, fraksiyon farkı gözetmeden solcu, ilerici, demokrat herkesin tanıdığı, güvendiği, sözünü dinlediği biri… Atila Karagöz ile Kadir Serkan Selçuk, Mümin Abi’yle bir nehir söyleşi gerçekleştirerek sadece kendi yaşamını değil, bütün olan bitenleri, olmasını istediklerini, çabalarının yer yer nasıl kesintiye uğradığını, sonuçlarının neler olduğunu anlattırmışlar. Bir anlamıyla özeleştiri, bir anlamıyla rehber, çünkü mücadele bitmedi, sürüyor… sürecek.
Taşrada devrimci olmak kolay değildir. Feodal ilişkiler belirleyici olur. Her ne olursa olsun, doğru bilinenleri bile kabul ettiremeyebilirsiniz çevrenize… 1968’le başlayan, şiddete varan, hatta ölümlere yol açan fraksiyonel ayrılıklar bazı noktaları gözden ırak tutar. Kimse de geriye dönüp bakmadığı için, aynı hatalar yinelenir durur. Birilerinin ne oldu da oldu, neyi hatalı yaptık da buraya geldik, ne yapmalıydık da bunları aşabilseydik diye sorması gerekir. Bu sorulara yanıt verilmesine en büyük yardımı tarihten alabiliriz. Tam da bu nedenle gerek sözlü tarih çalışmaları gerek nehir söyleşiler (ve tabii, filmler, belgeseller) çok önemlidir. Eksik de olsa büyük açıkları kapatacak denli yardımcıdır bu tür çalışmalar.
Kim bizi nasıl bilirse…
“Kim bizi nasıl bilirse…
…biz onun için öyleyiz” derdi Behice Boran, unutmuyorum. Bizim nasıl birileri olduğumuz, sorunları nasıl ele aldığımız, çözüm önerilerimiz ve olguları algımız bu sözün içinde saklı. Bir avuç sosyalist, etkin mücadeleyle, birçok zorluğun, sıkıntının, işkencenin karşısında geri adım atmak yerine önce Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (DİSK) sonra da Türkiye İşçi Partisi’ni (Birinci TİP) kurarlar. TİP Meclis’e girer, etkin muhalefet yapar. Bütün dünyada yükselen muhalif gençlik hareketinin Türkiye’de de kendisini göstermesi gecikmez. Üniversitelerde başlayan bu hareketlilik gücünü arttırır. Artık bir tarafta Milli Demokratik Devrim ile Sosyalist Devrim diyerek birbirine giren, asıl hedefi unutan devrimciler; öte yanda bütün gücüyle sömürüyü arttırmak ve işçinin tepesine binmek için sendikalaşmayı engelleyerek kitlesel ölümlere bile müsamaha gösteren iktidardakiler vardır sahnede…
Atila soruyor, Mümin Karaoğlu anlatıyor: Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kurduğu THKO ile Mahir Çayan ve arkadaşlarının oluşturduğu Parti/Cephe ve legal yolları işaret eden TİP arasında kaldı gençlik. Kim ne demişti, nasıl yap(ama)mıştı, nereye gitmesi isteniyordu, ne oldu… Tüm bunlarla birlikte devrimin ve devrimci mücadelenin ancak sınıf ile birlikte sürdürülebileceğinin kavranamadığını söylüyor. Sınıfla buluşmayı, sınıfı örgütlemeyi düşünenler bile kendiliğinden gelişen olayların sürüklemesiyle istediklerini yapamıyor. Siyasal iktidarlar, askerlerin de desteğiyle (dış güçlerin katkısını unutmamak gerekir) 12 Mart ve 12 Eylül’de darbe ile bu büyük hareketliliği sindiriyor.
Mümin Karaoğlu, işçiyi mücadeleye katmamanın devrimci hareket için en büyük sorun olduğunu anlatıyor. Sorulsa, hemen her grup/fraksiyon/oluşum işçi sınıfıyla birlikte hareket ettiğini söyler… Ama işçiye ulaşmak için de hiçbir çaba sarf etmediğini görüyoruz ve artık biliyoruz.
Güler yüzlü sosyalizm
TİP’te ilk ayrılıkların güler yüzlü sosyalizm ile ceberrut düşünce arasında geliştiğini… Gençlerin daha çok okuması ve daha geniş düşünmesiyle bu ayrımın büyüdüğünü… İşkencelere “şef”lerin direnemediğini ama işçilerin başı dik çıktığını… tüm bunların iyi sorgulanması, irdelenmesi ve anlaşılması gerektiğini; bunun için de kurulan derneklerde kültürel çalışmaların yapılmasını isteyen Mümin Karaoğlu’na karşı, birlikte mücadeleye başladıklarının bile itiraz ettiğini, hatta küçümsediğini söylüyor… Çünkü sanat ve kültür, onlara göre devrimden sonraki bir iş… Oysa sanat ve kültürle donanmamış hiçbir güç başarıya ulaşamaz.
Sonuçları ortada…
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte “reel sosyalizm” bitmiş olsa da ne umutlar tükendi ne de yarınlar engellenebilir. Küreselleşme de yetmedi egemenleri ayakta tutmaya, halkların arasında gelişen kardeşlik (bana göre eşitlik) mücadelesini söndürmeye… Mümin Karaoğlu, Sovyetlerde bürokrat bir kesimin (o, sınıf olarak niteliyor) iktidar olduğunu, onun için de sonunun geldiğini söylüyor. Karaoğlu’nun, 12 Mart dönemi için söylediği “Her şey mecrasında büyür. Parlamenter sisteme insanların inancı yıkılmasaydı, devletin politikası baskı ve şiddet içermeseydi, demokratik kanallar açık olsaydı insanların demokrasiye ve parlamentoya inancı yok olmazdı” (s. 75-76) düşüncesi, bugün gündemin en ilk sırasında yer alan parlamentonun hiçbir işlevinin kalmaması, kuvvetler dengesinin yerine getirilemeyecek denli yok edilmesi ve savaş tamtamlarının yeniden sesini yükseltilmesi gibi olayları yorumlayabileceğimiz bir ufuk açıyor önümüze…
*Ayrık Otu
Mümin Karaoğlu ile söyleşi
Kadir Serkan Selçuk
Toplumsal Bilinç Yayınları
Temmuz 2019, 176 s.
(nadirkitap.com sitesinden istenebilir…)