Korkut Akın yazdı: Yaşanmamış sayılan anılar ve unutulması istenen yıllar
“Gökyüzünün yavaş yavaş Güney’in kendine özgü renk cümbüşüne bürünmeye başladığı, tarla kuşlarının belli bir yükseklikte, bazen gökyüzünde olduğu yerde durarak insana boşlukta asılı kalmış izlenimini verdiği ve inanılmaz ahenkte, inanılmaz bir hüzünle şakıdığı bir yaz sabahına girerken…” betimlemesini okuyunca daha ilk göz gezdirişte, öyle sıradan bir “anı” kitabı okumadığımı, okumayacağımı anladım.
12 Eylül öncesinde -genelleştirmemin sakıncası olduğunu sanmıyorum- hemen hepimiz “sabah devrim olacak” diye bitiriyorduk günü… Oysa gün günden kötü geliyor, ama yine de kulak asmıyorduk. Bu, şu grup veya bu grup için değil sol çizgideki bütün ‘takım’ları içeren bir durumdu.
Savrulanlar arasından…
12 Eylül, tam bir yaprak dökümüydü. Savrulanların arasından sıyrılabilenler bir şeyler yapamamanın haklı sıkıntısı ve yakalanma tedirginliği yaşıyor, bir yandan da en azından yurtdışına kapağı atıp yeniden mücadele için güç toplamayı düşünüyordu. Onlardan biri de Mehmet Tepebaşı… Bizimkilerin deyişiyle ‘aşağı’ya geçmeyi başarmış biri. Bırakın o anda sınırdan geçiyor olmayı, yıllar sonra okurken bile insanın kalbi güm güm atıyor. Çıt çıkarmayacaksınız, bilmediğiniz yerlerden geçerken gecenin zifiri karanlığında ayağınız kaymayacak, düşmeyeceksiniz.
Filistin ile dayanışma
Yasal olarak iltica diye bir olgunun -en azından o dönem için- tanınmadığı Suriye’de, Türkiye’den geçenlerin en büyük kozu Filistinliler. Çünkü dünyanın dört bir köşesinden Filistin’e dayanışma amaçlı savaşacak insan geliyor. Dil bilmeseler bile Arap kimliği taşıdıkları için de polisle başları derde girmiyor.
“Veysel” oluyor adı Mehmet’in. İki kitap boyunca da Veysel olarak yaşıyor. Veysel için tek hedef var: Dönmek ve mücadeleye kaldığı yerden devam etmek. Koşullar ne olursa olsun, arkadaşlarının da benzer duygular içinde olduğunu görüyoruz.
Evdeki hesap çarşıya uymazmış ya, zaman geçtikçe, yeni bir yaşamla yeni düşünceler geliştikçe -tabii, buna hemen benmerkezci yapılanmayı da eklemeliyim, çünkü hemen her grupta yaşanmış bunlar- ayrışmalar başlamış. Siyaseten bir gerekçe üretemeyenler kişilikler üzerinden, söylemler üzerinden yargılamaya başlamış birbirlerini. İlginç bir noktayı aktarmalıyım… Şam’da karşılaştığı -Türkiye’den birbirlerini iyi tanıyor olmalarına rağmen- biri küçümseyerek “çocuk” diyor, elini öylesine uzatıyor, coşkusunu görmesine karşın. Çünkü tercümanlık yapıyor ve Merkez Komite üyesi arkadaşın (şefin mi demeliydim) evi onun üzerine. Varın siz düşünün gerisini.
Şairin şiirce dillendirdiği…
İlhan Berk, “Neler çekmiş halkım / Türküler şahit” diyor bir şiirinde… Üzerine sayfalar dolusu yazılabilecek, saatler boyu konuşulabilecek bu beş sözcüklü iki dize anlatılanların veya anlatılabilenlerin de çok az olduğunu, insanın imgeleminde daha da büyüyor, daha da güç kazanıyor.
Mehmet Tepebaşı’nın kendi yaşadıklarını anlattığı bu kitap-ların ötesinde hemen bütün grupların yaptığı bir yanlış var. O zaman doğru olarak kabul edilen, itirazsız onaylanan “demokratik merkeziyetçilik” gibi süslü bir tanımlama. İşte, hata/yanlış burada. Yukarıda birileri -ki burada da “yukarıdakiler” beşinci katta oturuyor, gerçekten yukarıda yani- şöyle olacak, böyle yapılacak diyor, aşağıdakiler kayıtsız şartsız uyacaklar. Nereye kadar yürüyor? Birinin sesini yükseltmesine, itiraz edip konulmuş kurallara uymamasına kadar. Sonrası… sonrası, “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?”
Tevekkül ve cennet
“Yaşanmamış Sayılan Anılar” Mehmet Tepebaşı’nın 12 Eylül sonrası kaçtığı Suriye’de yaşadıklarını anlatıyor. Yaşananların psikolojisini iyi yansıtan dili yalın ve akıcı. Duygular da var, iç konuşmalar da… En çok da itirazları var, haklı itirazlar. Günümüzde de, aradan geçen bunca yıl sonra yeniden hortladığı için önemli olduğunu düşünüyorum tevekkül ve cennet beklentisi ölüme götürüyor insanları ve doğal olarak anlamak mümkün değil, bu nasıl olabilir?
IŞİD elemanlarının ölüme koşarak gidişleri ve gözlerini kırpmadan insan öldürmelerinin altında cennet yatıyorsa, 1980’li yıllarda İran’dan gelen askerlerin de koşa koşa ölüme gitmelerinin altında o yatıyor. Dün İranlılar, bugün IŞİD’çiler. “Belki tevekkülle ölenler asker bile değildi. Buraya bir din düşmanının elinde ölmeye, dolayısıyla cennete gitmeye gelmiş gönüllülerdi. Haat belki tanklar arası iletişimde, askeri birtakım terimler yerine sadece dualar okunuyordu.” (197 s.)
Satılık insan!
Uğruna yurtdışına kaçtığı inançlarını paylaştığı arkadaşlarıyla anlaşamayınca -yoldaşlık bağları gönül bağına dönüşen- eşiyle Türkiye’ye dönmeye karar veriyor. Ancak kendilerine rehberlik eden kaçakçı, daha tel örgüyü geçer geçmez –önceden haber verdiği- askerlere teslim ediyor ikisini birden. Dünya kararmaz mı tam o anda? Tabii ki her şey biter.
Unutulması İstenen Yıllar
Mehmet Tepebaşı’nın ikinci kitabı yakalanma anından başlayıp cezaevi kapısına kadar geçen o zorlu, insan onurunun ayaklar altına alınmaya çalışıldığı, hatta öldürmek amaçlı kurşun atmayı da içeren o iğrenç işkencelerin yaşandığı günleri anlatıyor.
Karı koca ikisi birden yakalanmışlardır; kadın hamiledir ve onları satan rehber her şeyi aktarmıştır askere de, polise de. “Umuda bakmak ne demektir, sizler bilir misiniz? Nereden bileceksiniz? Gencecik, korumasız, çocuk yaştaki insanları, yaşınız, bilginiz ve koca donanımlarınızla en acımasız işkencelerden geçirenler umuda bakmayı nasıl bilebilirler ki? Umuda bakabilmek ışık ister! Yürek ışığı!” (s. 94) Onca acıya, şiddete, işkenceye dayanmak kolay değildir kuşkusuz. Yine de “yürek ışığa”na güvenirseniz çözülmezsiniz, düşmezsiniz, tükenmezsiniz. “Biliyorum, doğru değil, ama içimde sanki galip gelmiş ya da tüm yapılanlara karşı ayakta kalabilmiş olmanın (belki) o boş güveni var.” (s.130)
Tedirginlikle iç içe…
Yalnızsınız, değil bir desteğe küçük bir gülümsemeye bile ihtiyaç duyuyorsunuz onca acıya, susuzluğa ve bilinmeyenin yarattığı kasap çengeli örneği soru işaretlerinin arasında… Bedeniniz çökse de beyniniz ayakta duruyor dimdik. Yazarın sevdiği de var aklında, benzer işkencelere rağmen “ıh” bile demeyen… kendisinin canhıraş çığlıkları var, ne kadar kendini tutmaya çalışsa da hançeresinden yırtılırcasına çıkan.
Çok yıllar önce Nguyen Duc Thuan’ın, Vietnam’da Amerikan emperyalizmine karşı zindanlarda arkadaşlarınca sürdürülen direnişini anlatan “Direnme Savaşı”nı okumuştum. Mehmet Tepebaşı’nın yaşadıkları belki orada anlatılanların kat be kat üstünde, çünkü işkenceciler de deneyim kazanmış, yeni yöntemler bulmuşlar…
“Sol elinle su içme, günah” (s. 117) diyen işkenceciye gülemiyorsunuz bile… ya da gülerken ister istemez ağız dolusu küfürler savuruyorsunuz. Tek farkınız işkencedeki içinden, siz bağıra çağıra küfrediyorsunuz. Sahi, çaresiz insan küfredermiş değil mi?
“Acı, her şeye rağmen iç çelişkilerimi saklayacak, tedirginliklerimi, korkularımı gizleyecek bir duvara dönüşüp beni koruyor.” (s. 242) Bunun üstüne ne denebilir ki… Bu günlere tırnakla kazıya kazıya gelindiğini okuyun… Barış ve demokrasiden başka bir gücümüzün olmadığını göreceksiniz.
İşkencenin, kaçaklığın bir daha yaşanmaması dileğiyle…
2016 barış ve demokrasi yılı olsun J