Bülent Tekin yazdı: “Kırık bir cam parçasının güneşi yansıtarak ya da bir iki çocuğun bütün bu alevleri çıkarması da gerçeği yansıtamaz. Orman ve deniz manzaralarının kazandırdığı rant, yıldızlı oteller, villalar, imara açılma ve sera yapma olasılıkları varken bir cam parçasına takılmak nasıl bir duygu olmalı?”
Vurdumduymaz tavır iktidara olan öfkeyi daha da artırıyor. 28 Temmuz’da başlayan ve hızla yayılan orman yangınları bu öfkenin ortaya çıkmasında rol oynadı. Türkiye günlerdir alevlere teslim olmuş durumda.
Türkiye tarihinin en büyük yangınları yaşanırken, göreve her an hazır olması gereken THK’nın yangın söndürme uçaklarının çürümeye terk edildiğini öğrendik. 2 sene önce yangın söndürme uçağı olmadığından yakınan ilgili bakan bugün aynı sıkıntıyı söyleyebiliyor. 8 adet cumhurbaşkanlığına ait uçağı olan bu ülkenin tek bir yangın söndürme uçağı yok(muş)! İktidar yanlısı medyaya rağmen millet bunu öğrendi. Binlerce hektarlık ormanlık alan küle döndü. Yerleşim yerlerine ulaştı. Yüzlerce ev yandı, hayvanlar telef oldu. İnsanlar öldü. Ekosistem, içindekilerle beraber yok oldu. İnsanlar bir anda felaketin içinde kendilerini buldular. İnsanlar bir anda malları mülkleri yanmış halde kendilerini öylesine yalnız buldular. Ağır bir suçtu bu. İnsana, hayvana, bitkiye, doğaya, kendimize karşı işlenmiş ağır ve affedilemez bir suç!
Orman yangınları tüm Türkiye kıyı şeridini sardı. Doğa, ağaçtan, bitkilerden mikroorganizmalara, memeli hayvanlara, sürüngenlere kadar yok olurken insanlar yaşamlarını ve hayallerini yitirdi. Kıyı şeridindeki on bin yıllık uygarlık içinde olan bu devasa yangınların suçunu hayali düşmanlara atmanın bir karşılığı yok. Mesela Manavgat yakınlarında bazı ırkçı grupların havaya ateş açtıkları, yol kontrolü yaptıkları, “Kürt avı”na çıktıkları haberleri, görüntüleri haber sitelerinde yer aldı. Kırık bir cam parçasının güneşi yansıtarak ya da bir iki çocuğun bütün bu alevleri çıkarması da gerçeği yansıtamaz. Orman ve deniz manzaralarının kazandırdığı rant, yıldızlı oteller, villalar, imara açılma ve sera yapma olasılıkları varken bir cam parçasına takılmak nasıl bir duygu olmalı?
Bugün orman yangınlarının tehlikeli boyutlara gelmesinin nedeni, kontrol altına alınamaması ve söndürülememesidir. Geçmişte de yangın oldu, bugün de oldu ve belki gelecekte de olur. Yangınlar da tıpkı deprem, sel, heyelan gibi zaten bir doğa faciasıdır. Doğa olaylarını tümüyle kontrol edebilme olanağı olmasa da onlara karşı önlem almak gibi bir durum vardır. Akdeniz havzasında bulunan İsrail, Yunanistan, İtalya, İspanya gibi ülkelerde, donanımlı bir yangın söndürme uçak filosu bulunuyor. Türkiye’de ise durum farklı: Türk Hava Kurumu bünyesinde bulunan yangın söndürme uçakları adeta çürümeye terk edilmiş, pilotları işten çıkarılmış, kuruma kayyum atanmış.
Yaklaşık son otuz-kırk yılda Kürt sorununu bastırma çabasında PKK’liler saklanmasın diye koca koca ormanların yakıldığını ve hatta lojistik destek sağlamasın diye binlerce köyün yakılıp yıkıldığını gördük. Normalde böyle bir önlem teklif edildiğinde sivil iradelerin yok demesi gereken durumlardı. Bugün haklı olarak her kesim sahil kesimlerdeki yangınlara duyarlılık gösteriyor. Oysa bu duyarlılık geçmişte Kürt sorununu bastırma çabası olarak algılandığı için mi dikkat çekmedi? Yanan ormanın yerine yenisini fidan dikimiyle yapamazsınız, orman sadece ağaç değildir, milyonlarca senenin içinde kendine özgü hayvan, bitki yaratan bir ekolojik sistemdir.
Balkanların Gorkisi olarak tanınan Romanyalı Panait Istrati’nin (1884-1937) “Baragan’ın Dikenleri” eserinde anlatılan bir öykü çok ilginçtir: 1906-1907’li yıllardan bahsediyorum. Yoksulluğun ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü Tuna boyu uzanan coğrafyada olur bu olay. Bir papazdan bahsedeceğim. Bahsedeceğim kişi Papaz Simon’du. Yaşlandıkça, belleği ona sık sık oyun ediyordu. Bunun için, kendisine gelip küt diye “Paskalya’ya kaç gün kaldı?” diye soran Hıristiyanlara şaşırmadan yanıt vermek üzere, Büyük Perhiz’in başında o sayıda mısır tanesi koyuyordu cebine. Her akşam tanelerin birini atıyordu. Böylece, bir köylü gelip o can sıkıcı soruyu sorunca, cebinden taneleri çıkarıyor, sayıyor, tamı tamına yanıt veriyordu.
Ama bir keresinde, hınzır bir çocuk cüppesinin cebine bir avuç mısır doldurmuş. Dolayısıyla, papazın her gün bir taneyi atması işe yaramamış; büyük yortu yaklaşırken, cebinde hep gereğinden fazla mısır tanesi kalıyormuş. Bu yüzden, dört bir yandan sıkıştırılan papaz, sonunda cebinden mısır yığınını çıkarıp insanlara göstermiş ve “Bu yıl paskalya filan yok!” demiş.
Bugünkü Türkiye yönetimi bu öyküde belirtilen duruma benziyor. Tam olarak hiçbir soruna çözüm yok, yanıt yok. Sanki öyle bir devlet, ülke, insan yok. Dert tasa yok. Bu ülkede hiçbir sorun yok! Tıpkı anlattığım öyküdeki gibi… Maalesef dalgaların insafına terk edilen bir ülke görünümünde Türkiye. Yanan sadece ormanlar değil, yanan ülkenin insanları, çocukları, geleceğidir. Sadece yangınlara karşı önlem alınamıyor, depremlere de önlem alınamıyor. Pandemide durum kritik, önlem alınamıyor; sel ve heyelan karşısında da önlem alınamıyor. Geçmişte de bu böyleydi ama şimdilerde sanki daha fazla böyle. Güçler ayrılığı özelliğini yitiren bir cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde her şey bir kişiye bağlandığı için önlem alma durumu daha da zor. Ve en önemlisi sistemin doğa ile girdiği ilişkiyi iyi analiz etmek gerekir.