MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “İsmail Saymaz’ların, Nihat Genç’lerin sol/muhalif aydın/entelektüel olarak önümüze sürülmesi aynı hegemonya çalışmasının yedekleyerek, karşı alanı işgal ederek sürdürülen biçimlerindendir. Uzlaştırıcı, uzlaşmacı rol oynayan bir aydın tipi dayatılmak, yaratılmak isteniyor.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Bir vakittir oluyor. AKP ve Saray Rejiminin içinde bulunduğu, giderek bir çözülüşe doğru ilerleyen kriz bu sayfalarda, başkaca mecralarda farklı veçheleriyle tartışıldı. Tartışılmaya devam ediyor. Genel olarak bir çözülüş durumu tespitinde herkes aşağı yukarı hemfikir görünüyor. Bu çözülüş kimi örtülü kimi açık pek çok biçimde kendini açığa vuruyor. Bu çözülüşün en çok gürültü çıkaran biçimi, etrafında en ateşli yaygaralarının koparıldığı veçhesi işin tabiatı gereği Saray Rejimine müzahir medya ve yazar-çizer tayfaları arasındaki tartışmalarda, birbirlerine ilişkin suçlamalarda, hizipleşmelerde, kopuşmalarda; bunlarla beraber Saray rejimin devamı için sürdürmeye çalıştıkları ama mühimmatlarının epeyce azaldığı anlaşılan gayretkeşliklerinde kendini açığa vuruyor.
Yukarıda kısa ve kabaca bir özetini sunmaya çalıştığımız tablonun en keskin, görünürlük açısından da en yaygın olan görüngelerinden biri tüm yalınlığı, pespayeliğiyle kendini Saray Rejiminin özel olarak da Hakan Fidan’ın beslemesi Cem Küçük ile her dönemin kiralık kalemi Ahmet Hakan arasındaki münakaşada kendini gözler önüne serdi. Yıllardır bin bir gayretle anlatmaya, nerdeyse yüzlerce sayfalık yazılarla izaha çalıştığımız hakikatler bu ikilinin tartışmalarında bizzat birinci ağızdan onların kelimeleriyle ortalığa döküldü.
İşte kriz durumları böyledir. İşte çözülüş dönemleri böyledir. Çelişkiler keskinleşti mi, asude sularda yol almaya alışmış gemiler su almaya başladı mı işler kızıştı mı böyle olur. Süregiden maskeli baloda dansın uyum ve ritmi bozuldu mu ayaklara basmalar artar, feryat-figanlar, karşılıklı suçlamalar, ayak kaydırmaya çalışmalar başlar. Hiç değilse kendi dansı sürebilsin diye, alan açabilmek için ayak oyunları ferdileşir, hizipleşir, dansın senkronizasyonu bozulmaya başlar. Hülasa maskeler, peruklar düşer. Hakikat izleyiciler açısından açığa çıkar. Kafalar bulanır, panik artar, can havli kaygılar ön plana geliverir. Diller çözülür. Dilin altındaki bakla kendini açığa verir. Süregiden gölge oyunlarındaki perdeler düşer. Kılıçlar çekilir. Öyle bir an gelir ki sesler duyulmaya başlanır: "yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber edeyim heman’’
İşte böyle bir minvalde Ahmet Hakan ile Cem Küçük’ün tartışmasına geri dönecek olursak. Daha önce 31 Mart seçiminden evvel Turgay Güler’in hevesle kalkıştığı ama yüzüne gözüne bulaştırdığı, neticesinden sahiplerinden bir ödül beklerken esaslı bir zılgıt yediği, belki de üstünün çizilmesine sebep olan İmamoğlu’nu “rezil etme” müsameresinin bir yenisine kalkışan Ahmet Hakan da Turgay Güler’in kaderini paylaştı. Aldığı görevi eline yüzüne bulaştırdı. Erdoğan’ın da bir vesile ile gazetecilere söylediği, “Size ayar vermek gerekirse iletişim başkanlığımız o işi görür” beyanından anlaşılacağı üzere, Cem Küçük de bu “ayarlama enstitüsünün” kıdemli memurlarından biri olarak aldığı komuta binaen olsa gerek Ahmet Hakan’ın cezasının infazı için harekete geçti. Eline tutuşturulan adisyonu Ahmet Hakan’a fatura etti.
İmamoğlu’nun konuk edildiği söz konusu programın elde kalmasının ardından Cem Küçük Yeni Şafak’taki köşesinde Ahmet Hakan’ı , “Tosun” olan kod adını da deşifre ettiği Mehmet Aydın’a benzeterek Hakan’ın bir operasyon aparatı olduğunu itiraf etti. Yazısında, “İmamoğlu’na zarar versin diye yaptırılan Ahmet Hakan yayını da çok amatörce bir operasyondu ve ters tepti” dedikten sonra Hakan’ı “Her devrin adamı”, “Tüm Türkiye artık bu zebunküş fırıldaklığını biliyor. Sen Türk medyasının Tosun Mehmet Aydın karakterisin” diyerek deşifre etti.
Hakan da Küçük’e “Bu şaklaban, şimdi de çıkmış… Bu aşağılık tetikçiye sesleniyorum: Senin gibi FETÖ’cülük yapmadım… Senin gibi tetikçilik yapmadım… Senin gibi alçaklık yapmadım… Senin gibi operasyonlar çekmedim… Aşağılık tetikçi!” cevabını verdi. Ve bu uzun alıntıların ardından Cem Küçük, bizim açımızdan en kritik, en açıklayıcı, en açık gerçekleri sayıp döktü. Hakan için şunları söyledi: “Bizim taraftan değilsin ama sen bizim tarafın köpeğisin. Eskiden Aydın Doğan’ın köpeğiydin, şimdi ise bizim köpeğimizsin. Sahibin değişiyor ama her devir sen bir köpeksin. Biz yat desek yatıyorsun. Kalk desek kalkıyorsun. Havla dediğimizde işte Ekrem İmamoğlu’na yaptırdığımız gibi havlıyorsun.”
Bu yıllardır anlatmaya çalıştığımız hakikatleri böylesine yalın biçimde ortalığa saçtıkları için belki de bu iki kiralık kaleme müteşekkir olmalıyız. İşte bizim karanlık saçan kalemler dediğimiz bu kişiliklerin yapıları tastamam budur. Bu noktada Küçük’ün, “Dün Aydın Doğan’ın, bugün bizim köpeğimizsin” diyerek ifade ettiği devamlılığı önemsememiz gerekir. Zira bu karanlığın hegemonyasını bir süreklilik içerisinde ve kapsamlı bir çerçevede anlayabilmemiz gerekir.
Öyle ki farklı coğrafyalardaki, tarihsel gelişim süreçlerinin, kimi yerel özgün biçim alışların, kimi tarihsel anlardaki ara formların yarattığı biçime ilişkin farklılıkları akılda tutmak kaydıyla genel olarak medya, tekelci egemenliğinin kurmuş olduğu hegemonyanın en önemli aparatlarından biri durumundandır. Tekelci egemenlik, pazar denetimi, pazara hâkimiyet demektir. Tekelci egemenlik doğası gereği bir kural olarak büyük çaplı üretimi dayatmaktadır. İşte sermayenin yoğunlaşmasıyla el ele ilerleyen bu büyük çaplı üretim süreçleri, haliyle kitlesel üretimi ve kaçınılmaz olarak kitlesel tüketimi gerektirir. Kitlesel üretim tam da medyanın zuhur ettiği yerdir. Tekelciliğin gereği olan pazar hâkimiyetini sağlamak, talebi yönlendirme hatta yaratma ihtiyaçlarını karşılamak için doğan reklam ajanslarının devamı olarak genişleyerek biçim alan medya, zamanla ister doğrudan bir tekelin özel ihtiyaçlarına koşut yahut ister tekelci ilişkiler içerisinde bu ağın parçası olarak toplumun denetiminde, yönlendirilmesinde, rızanın imal edilmesinde, beyinlerin iğfal edilmesinde, kamusal aklın kontrolünde hayati ve belirleyici roller oynamaktadır. Bugünkü teknolojik gelişmelerin ışığında devasa imkânlara kavuşan medya tekellerinin kurmuş olduğu denetimin boyutlarını düşündüğümüzde, medyanın tekelci egemenliğinin kurmuş olduğu hegemonyanın da nasıl belirleyici bir rol oynadığı anlaşılacaktır. Medya reklamcılıktan doğmuştur. Çok geniş sahalara yayılan bir ağa dönüşmüştür. Bu ağ tekelci ağın içine yerleşerek orada hayat bulup genişleyerek sistemin ideolojik organizasyonunda özel bir yer kazanmıştır. Böylece girift, etkin biçimler alarak tarihin görmüş olduğu en büyük propaganda makinesine dönüşmüştür.
Nihayet bu özetin ardından kendi yerelimizin özeline geri dönebiliriz. Ana akım medya, coğrafyamızda yukarıda bahşettiğimiz çerçevenin dolayımında her zaman bir karanlık üretim merkeziydi. Tastamam yukarıda sıraladığımız ihtiyaçlara koşut ve uygun faaliyet yürütegelmişti. Bugün ise Saray Rejiminin nerdeyse mutlak bir denetimi altında aynı vazifelerinin yanında Saray Rejiminin, onun toplum üzerinde kurmaya çalıştığı karanlık hegemonyanın ihtiyaçları doğrultusunda çalışmaktadır. Saray Rejiminin yolunun taşlarını döşeyen süreçte AKP’nin bir reklamcılık faaliyetiyle doğması, böyle yol alması Erol Olçok’un mahir ve etkin bir biçimde ideolojik konsepte uygun biçimde yürüttüğü PİAR çalışmalarıyla parladığını düşündüğümüzde, Olçok’un kaybıyla beraber bir sarsıntı içine düşüldüğünü göz önüne aldığımızda, yukarıda bahsettiğimiz medya nosyonlarının anlaşılması daha da kolaylaşacaktır. Bugün memleket ana akım medyası tam bir denetim altında, tam motor gücüyle Ahmet Hakan’ından Cem Küçük’üne, Pelikanlarından, Nagehan Alçı’lara oradan ana haber sunucularına tüm bir toplumda karanlığın, korkunun hâkimiyetini kurmak için çalışıyor. Uluslararası tekelci sermayenin boyunduruğunda, onlarla işbirliği içinde yol alan Saray Rejiminin kendi rengini katarak kendi özgünlüğüyle kurmaya çalıştığı siyasal islamcı hegemonya için faaliyet yürütüyor.
Elbette bu siyasal islamcı hegemonya kurma çalışmaları yalnızca medyaya dayanmamaktadır. Medyanın doğası gereği görünür olması ve etkin rol oynamasıyla beraber, vakıflarla, vakıf üniversiteleriyle, vakıf okullarıyla, imam-hatiplerle, STK’larla, bol keseden dağıtılan yurtdışı eğitim burslarıyla, cemaat, tarikat yurtları, örgütlenmeleriyle toplumun kılcal damarlarına kadar inmeyi hedefleyen bir örgütlenme çalışması yürütülüyor. Buralardan bu hegemonyanın taşıyıcısı olacak kendi organik aydınları/entelektüelleri üretilmeye çalışılıyor. Yüzlerce TV kanalı, yüzlerce dergi, gazete, Think-Thank kuruluşu, vakıflara, tarikatlara rağmen, derneklere aktarılan milyarca dolarlık fonlara rağmen istenilen netice elde edilemiyor. Burada tüm özel gayretlere rağmen bir krizden söz edebilmek mümkün görünüyor. Bugün içerisinden geçilen hızla bir devlet krizine doğru ilerleyen siyasal ve iktisadi kriz sürecini düşündüğümüzde elde var olan aydınlar arasında da krizlerin doğduğu en azından bu alanda da ifadesini bulan bir yönetememe, elde tutamama krizi kendini gösteriyor diyebiliriz. Öyle ki bu aralar çıkış arayan Ali Babacan’ların, Ahmet Davutoglu’ların üzerine oynadığı kesimler, bu kesimleri kendine dayanak yaparak çıkış arama arayışları bu kriz halinin ifadesi olsa gerekir. İç içe geçen birden fazla krizden söz etmek mümkün görünüyor. Bizim cephemizden ise en yakıcı olanı, en kayda değer olanı ise bu sözde aydınlar, kiralık kalemler üzerinden, bir pespayeliğin, yozluğun, karanlığın, cehaletin, emir erliğinin, bilim düşmanlığının tüm bir toplumun üzerine sabahtan akşama boca edilmesidir. Toplumun bu sözde aydınlar vasıtasıyla Saray Rejiminin propagandasına maruz bırakılmasıdır. Cüppelilerin, Feslilerin, Tezcan’ların, Barlas’ların, Dilipaklar’ın, Kaplan’ların, Karagül’lerin aydın olarak, entelektüel olarak toplumun önüne çıkarılmasıdır. Bu kişilikler vasıtasıyla aydın kavramının ve toplumsal rolünün iğdiş edilmesi, yozlaştırılmasıdır. Toplumun zamanla bu kişilik yapılarını kanıksaması ve bunların yeniden üretici, örgütleyici rol oynayabilmesidir.
Bizim krizimiz de buradan başlıyor.
Bizim cephemizden, ilericilerin, demokratların, solcuların, sosyal demokratların, sosyalistlerin, devrimcilerin cephesinden de krizimiz birden daha fazla boyutludur. Bir yandan siyasal islamcı hegemonyanın inşası çalışmalarının bir parçası olarak yoğun bir ideolojik saldırı, bu ideolojik saldırıya eşlik eden bir işten çıkarma, sürgün etme, hapsetme, fiziki şiddet ve devlet terörü devam ediyor. Elbette aynı ideolojik saldırının cepheden olmayan çaprazlanarak yürütülen başkaca biçimleri de söz konusu olabiliyor. Örneğin İsmail Saymaz’ların, Nihat Genç’lerin sol/muhalif aydın/entelektüel olarak önümüze sürülmesi aynı hegemonya çalışmasının yedekleyerek, karşı alanı işgal ederek sürdürülen biçimlerindendir diyebiliriz. Söz konusu inşa edilmek istenen hegemonyanın sınırları içinde düşünen, onun temel dayanaklarını kabul eden, bunları toplumun ortak değerleri olarak pazarlamaya çalışan, uzlaştırıcı, uzlaşmacı rol oynayan bir aydın tipi dayatılmak, yaratılmak isteniyor. Hegemonyanın sahasında, müsaade edilen sınırlar içinde hareket edebilen, aynı dil evreninden konuşan, gölgesinden dahi çekinen, sözünü dolandıran, söz ile dolandıran, itirazları rejime ve hegemonyaya çaprazlamaya böylelikle ön alarak yumuşatmaya ve etkisizleştirmeye ayarlı bir aydın tipi marifetiyle hegemonyalarını muhalefete doğru genişletmek istiyorlar diyebiliriz. Bu konudaki faaliyetlerinde kendi organik aydınlarını yaratma konusunda gösterdikleri başarıdan daha fazlasını başarabildiklerini söyleyebilmek mümkün görünüyor.
Tüm bu dışsal faktör, gelişme ve kriz görünümlerinin yanı sıra bizim cephemizden arkadaşlarımızın, dostlarımızın uzun süredir fikriyatlarında taşıdıkları kimi artık kronikleşmiş diyebileceğimiz marazlar bizim içsel kriz ve krizlerimizi de sürekli biçimde besleyegeliyor. Nesnellik, objektiflik, sözüm ona bir “tarafsızlık”, “apolitik” bilim/sanat iddiaları ardından, sorumluluktan kaçınma, sorumluluğun inkârı, örgüt fikrine uzaklık, hatta kimi zamanlar örgüt ve örgütlenme düşmanlığı, aynı cepheyi paylaştığımız arkadaşlarımız/dostlarımızda sıkça karşılaştığımız tutumlar olageldi. Bu tutumlarla birlikte ama ek olarak arkadaşlarımızda, “bu halktan bir şey olmaz”, “bu halk bunu hak ediyor.” yakarmalarını sıkça duyarız. Elbette “bu halk bunu hak ediyor” sözünün bir parça da olsa bir gerçekliği vardır. Eğer bu halk, henüz bir devrimle iktidarı kendi eline alamamışsa, eğer işçi sınıfı iktidarı alamamışsa, bunda elbet kendi kabahati vardır. Ama bu şüphesiz ki aydın kimsenin sorumluluğunu artıran bir durumdur. Bu tespiti yapan kimse samimi bir şekilde mücadelenin içine girmeli, halk iktidarı için, işçi sınıfın iktidarı için, savaşsız, sömürüsüz bir dünya kurma mücadelesi için öne çıkmalıdır. Bu amaç uğrunda yol gösterici bir mücadelenin içerisinde girmelidir. Bu, aydının görevidir. Bu tespitler, söz konusu tespiti yapan kişiye bir sorumluluk yükler; zira her tespit bir sorumluk da doğurur. Tespitler, söylenip ruhumuzu kurtarmak için, kendi eylemsizliğimize bahaneler üretmek için söylenmiyorsa sahiplerine kimi sorumluluklar da yükler.
Şüphesiz buraya kadar yapmış olduğumuz tespitler de bizlere bazı sorumluluklar yüklüyor. O zaman toparlayarak her zaman ki anahtar sorumuzu sorabiliriz. Ne yapmalı? Okur sabrederek bu satırlara değin gelmişse, şu ana kadar çizdiğimiz tablonun yıkıcılığı, kıyıcılığı, boğuculuğu, yakıcılığı konusunda hem fikir isek hep birlikte birbirimize bu soruyu sormalıyız. Ne yapmalı? Buna ilişkin cevapların peşinden birlikte yürümeli, ortaklaştığımız cevaplar ışığında birlikte eylemeliyiz. Yan yana gelmeli, birbirimizden öğrenerek, birbirimize öğreterek, birlikte elimizi taşın altına koymalıyız. Bu tespitlerin bizlere yüklediği sorumluluklardan kaçmamalı, sorumluluğumuzdan geri durmamalıyız. Örgütlenmeliyiz. İhtiyaç olan her form ve biçimde örgütlenmeli, örgütlenmelere öncü olmalı, örgütleyici olmalıyız. Karşı hegemonyamızın inşası için görevler almalıyız. Sınıfımızın, halklarımızın kurtuluşu, bütün insanlığın kurtuluşu davasına organik olarak bağlanarak bir adım öne atılmalı, öne çıkmalıyız.