Geçtiğimiz hafta vergileme açısından önemli düzenlemelere ve gelişmelere tanık oldu. Bunlardan ilki “2. Varlık Barışı” olarak da anılan düzenlemeydi. Bu yasaya göre yurt dışındaki servetlerinin tutarı toplamda 130 milyar doları bulan Türk sermayedarlar, sadece yüzde 2 oranında bir vergi ödeyerek paralarını ülkeye getirebilecek ve böylece de servetlerini aklayabilecekler.
İkinci gelişme bankaların Nisan sonu itibariyle, kârlarını ve bundan ödedikleri Kurumlar Vergisini açıklamalarıydı. Buna göre geçen yıl en fazla Kurumlar Vergisi ödeyen ilk 15 kurum arasında ilk 9 sırayı bankalar alıyor. İlk 15’in içinde bankacılık dışı kurum olarak sadece Türkcell (10), TÜPRAŞ (14) ve TEİAŞ (15) yer alabildi. Bu veriler kendi içinde, sanayi sektörünün hızla gerilemekte ve finansın hegemonyasının kurulmakta olduğunu ortaya koyarken, aynı zamanda da bu bankaların bu vergileri ödeyebilecek kârı nasıl elde ettikleri sorusunu akla getiriyor. Yanıt belli: Yüksek faizler, tüketicilerden aldıkları hukuksuz komisyonlar ve diğer ücretler.
Üçüncü gelişme ise bugünlerde Meclis’e gelecek olan yeni Gelir Vergisi Kanunu tasarısı. Buna göre Kurumlar Vergisi ve Gelir Vergisi tek bir vergi altında birleştiriliyor. Mevcut uygulamaya göre şirketler yasal indirimler sonrası kârları üzerinden vergi ödüyorlar. Bu kurumların sahipleri kâr dağıtımı söz konusu olduğunda bu kez “menkul sermaye iradı” adı altında bu gelirlerinden vergi ödüyorlar. Tasarı ile sermaye şirketlerinin ortakları artık iki vergi ödemekten kurtulacaklar. Yani ödedikleri vergi toplamda azalacak.
Vergi yükü halkın sırtında
Bu satırları okuyanlar sermayenin, bankaların, servet sahiplerinin bu ülkede ağır bir biçimde vergilendirildiğini, bu nedenle de bu düzenlemelerle bu yükün hafifletileceğini düşünebilirler. Ama durum öyle değil.
Türkiye’de yıllık beyanname vererek gelirlerini bir yıl sonra ödeme imtiyazına sahip kâr payı/temettü, faiz ve kira geliri gibi sermaye geliri elde eden yaklaşık 1,8 milyon varlıklının ödediği Gelir Vergisinin yıllık toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 1’i geçmiyor. Bunların çoğunluğunun sahip olduğu şirketler tarafından ödenen Kurumlar Vergisinin payı ise yüzde 10’u ancak buluyor. AKP iktidarının temel destekçisi konumundaki küçük esnaf ve sanatkârdan oluşan ve “Basit Usule Tabi Mükellefler” olarak adlandırılan yaklaşık 700.000 kişi ise vergilerin sadece binde 1’ini ödüyor.
Kısaca bu ülkede küçüğünden büyüğüne sermaye sahipleri, şirketler, rantiye ve servet sahiplerinin ödedikleri vergi devede kulak bile değil.
O halde bu vergileri kimler ödüyor? Vergilerin yaklaşık yüzde 66-70’i KDV ve ÖTV’den oluşuyor. Bu vergileri işçiler, memurlar, işsizler, yoksullar kısaca halkımız ödüyor. Kalan yüzde 30-35’in yüzde 10’u Kurumlar Vergisinden ve yüzde 19-20’si Gelir Vergisinden geliyor. Ancak Gelir Vergisinin de üçte ikisini yine ücretliler, yani emekçiler ödüyor.
AKP’nin sermayeye yaptığı “güzellikler”
Tüm bunların sonucunda bakınız vergi yükü nasıl dağılıyor: Resmi Kurumlar Vergisi oranının yüzde 20 olmasına rağmen bankalar geçen yıl efektif olarak (vergi/gelir) yüzde 3 ile yüzde 6,6 arasında bir vergi ödediler. Örneğin bu yılın vergi rekortmeni olan Garanti Bankası’nın 2011 yılı itibariyle ödediği efektif verginin oranı sadece yüzde 3,7 oldu. Geçen yıl da bu oran aşağı yukarı aynıydı. Finans dışı sermayede de farklı bir durum yok. Koç Holding 2011’de gelirlerinin yüzde 1,1’i ve BİM Marketler zinciri ise sadece binde 9’u oranında Kurumlar Vergisi ödedi.
Kâr payı biçiminde gelir elde eden sermaye sahiplerinin ödedikleri verginin yükü ise yüzde 26. Bu oran 2006 yılında yüzde 46 dolayında idi. AKP bunu aşama aşama aşağıya çekti. Ve AKP sermayeye son “güzelliği” Gelir Vergisi ve Kurumlar vergisini birleştirerek yapmayı planlıyor.
Diğer yandan sadece 978,6 liralık bir brüt asgari ücrete çalışan asgari ücretli işçiden Gelir Vergisi, fon payı ve SSK primleri olarak 489,4 lira kesiliyor. Bu durumda ödenen bu vergilerin brüt ücrete oranı yüzde 50’yi, net asgari ücrete (699,6 lira) oranı ise yüzde 70’i buluyor.
Vergi devlet marifetiyle kaçırılıyor
Vergi adaletsizliği ile ilgili çok şey söylenebilir. Ama iki tanesi çok önemli:
Adaletsizlik bizzat devlet eliyle yapılıyor, zira sermayenin vergi yükündeki bu hafiflik onların vergi kaçırmasından ziyade, onlara tanınan muafiyet, istisna ve indirim gibi yasal düzenlemelerle gerçekleşiyor.
İkincisi daha esastan bir değerlendirme:
Sermaye kendi yarattığı değerden vergi ödemiyor, zira kendisi her hangi bir değer yaratmıyor. Değeri işçi yaratıyor, ama onun önemli bir kısmına (artı değer) sermayedar el koyuyor ve buna kâr diyor. Kâr üzerinden (Kurumlar Vergisi) ya da kâr dağıtımı sırasında gelir üzerinden vergi alındığında da (Gelir Vergisi) sanki bu vergiyi sermaye ödemiş gibi bir algı ortaya çıkıyor. Oysa bu vergilerin, dolayısıyla da kapitalist devletin gelirlerinin tek kaynağı yarattığımız artı değer.
Bu nedenle de Marx’ın“Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı eserinde belirttiği gibi kapitalist bir toplumda adil vergileme olamaz. “Adil vergileme” söylemi bir yanıyla halkın haklı talebi olduğu kadar, diğer yanıyla artı değer sömürüsünü gizlemeye yarayan bir söylemdir.