SEÇTİKLERİMİZ – İLHAN UZGEL’in Duvar’daki yazısı: “Bu aslında bir üretim ya da verimlilik artışına dayanmadan, petrol gelirinin bölüşümünü düzenleyen bir sosyal refah devleti modeliydi. Bu modeli uygularken Chavez ülkedeki sermaye sınıfını tasfiye edecek adımlardan kaçındı.”
İLHAN UZGEL
Venezuela vakası, küresel sistemin işleyişi, sol siyaset ve Türkiye açısından birçok derslerle dolu. Burada önemli olan ABD’nin son yüz yıldır çok sayıda örneği olan Latin Amerika müdahalelerinden biri olması ya da Venezuela’nın zengin petrol kaynaklarına sahip olması değil. Bir ekonomik ve anti-emperyalist model denemesinin başarısızlığa uğratılması ve bunun küresel sistem için anlamı. Bu çerçevede bu yazıda iki iddiada bulunacağım. İlki, kapitalizmden tam bir kopuş gerçekleştirmeyen, içeride devletçi, dışarıda ise Rusya ve Çin’e dayanarak hegemonya karşıtı (anti-emperyalist) arayışların başarısızlığa mahkum olduğu. Venezuela şu anda dünyada bu modelin iki örneğinden biri, diğeri ise İran. İkincisi ise bu sürecin Türkiye’de, özellikle Erdoğan yönetimi tarafından algılanış ve sunuluş şekline bir itiraz olacak. Türkiye’nin Venezuela, Erdoğan’ın da Maduro olmadığını, AKP deneyiminin devletçiliği tasfiye etme bağlamında tam tersi bir amaca hizmet ettiğini, bu açıdan tasfiye edilmek bir yana, Maduro’nun aksine Erdoğan’ın küresel kapitalizm açısından korunup kollanan bir lider olduğunu savunacağım.
Bunun için önce Chavez’in uygulamaya çalıştığı modelin bazı özelliklerini hatırlamak ve zayıflıklarını ortaya koymak gerekiyor.
Bolivarcılık ve Chavez sosyalizmi
Simon Bolivar 1820’lerde Latin Amerika’da İspanyol emperyalizmine karşı savaşı yürütüp başarı kazanmış ve eski kolonileri birleştirmeyi hedeflemiş bir asker/siyasetçi, bölge halkları açısından “kurtarıcı” olarak adlandırılan tarihsel bir kahraman. Chavez 2000’lerin başında ülkede yönetimini yerleştirdiğinde, ondan esinlenerek ve meşruiyetini almaya çalışarak önce Bolivarcılık, 2007’den itibarense “21. Yüzyıl Sosyalizmi” adını verdiği yeni bir ekonomik ve siyasal modeli uygulamaya koydu. Chavez’in koşullara göre sürekli yeniden formüle edileceğini söylediği bu katı olmayan, ucu açık sosyalizm modeli kamulaştırmayı, petrol gelirlerinin yoksullarla paylaşılmasını, yoksul sayısının azaltılmasını, ucuz ev kredileri verilmesini, eğitimin bu kitlelere yayılmasını, ücretsiz sağlık hizmetlerine erişimini öngörüyordu. Dış politikada ise yine 2000’lerde Latin ve Orta Amerika’da yükselen sol dalga, Chavez’in işini kolaylaştırmış ve 2004’te Küba ve Bolivya ile birlikte ALBA adında bir bölgesel işbirliği süreci başlatarak ABD’nin o dönemde bütün Amerika kıtasını kapsayan serbest ticaret bölgesi kurma projesine karşı bir öneri getirmişti. “Tek ülkede Bolivarcılık”ın olası açmazlarını aşmaya çalışan bu dış politika doğrultusunda özellikle enerji alanında iddialı başlayan projeler görüşüldüyse de bunlardan, Küba’yla doktor karşılığı ucuz petrol değiş tokuşu dışında somut bir sonuç alınamadı.
Dünyada petrol fiyatlarının 100 doların üzerinde seyrettiği 2010’lara kadar içeride yoksulluğun azaltılması, eğitimin yoksul kesimlere genişletilmesi, 500’den fazla şirketin kamulaştırılması gibi gelişmeler sağlanabildi ve bunlar Chavez’in kitleler gözündeki popüleritesini artırdı.
Ne var ki, Chavez sürekli olarak neoliberalizmi eleştirirken ve ABD emperyalizmine karşı direndiğini söylerken, uyguladığı model bazı temel içsel sorunlardan muzdaripti. Bir defa adına sosyalizm dese de, petrolün varlığı ülkede sanayileşmenin gelişmesine engel olduğu için bildiğimiz anlamda sanayileşmeye dayalı bir işçi sınıfı bulunmayan bir ülkede sosyalizm modeli denenecekti. Bu aslında bir üretim ya da verimlilik artışına dayanmadan, petrol gelirinin bölüşümünü düzenleyen bir sosyal refah devleti modeliydi. Bu modeli uygularken Chavez ülkedeki sermaye sınıfını tasfiye edecek adımlardan kaçındı. Maduro döneminde, geleneksel kapitalist çıkarları temsil eden Fedecamaras hala çok güçlü kalmaya devam etti ve genel olarak ülke ekonomisinin yüzde 70’i özel kesimin elinde kalmaya devam etti. Böylece özel sektör gerektiğinde dolar spekülasyonu ve kritik ürünlerde stokçuluk yapabiliyor, yatırımları geciktiriyor ve küresel sermayeyle ortak hareket edebiliyordu. Chavez ve Maduro döneminde sosyalist bir ekonomide olmaması gereken bir “Boliburjuvazi” yani yönetime yakın bir iş adamları sınıfı türüyor, kamu ihalelerini ve malların ithal hakkını vs alarak hızla yükseliyordu. Tabii buna bir de yolsuzluk iddiaları eklendi.
Anti-emperyalizm konusu ise yine içinde karmaşık süreçleri barındırıyordu. Venezuela yönetimi bir yandan açıkça ABD emperyalizmine meydan okuyor, alternatif entegrasyon projeleri geliştiriyor ve Küba, İran, Libya, Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştiriyor ama ABD petrol satışında en büyük pazarı olmayı sürdürüyordu. Dahası, Venezuela devlet petrol kuruluşunun ABD’de iki rafinerisi, 138 bin benzin istasyonu olan Citgo adlı bir şirketi bulunuyordu.
Dolayısıyla, burada sosyalist bir modelden çok kapitalizmin alanını daraltıp, alt sınıfların sıkıntılarını gidermeye dönük, sağlam bir ideolojik/siyasal programa dayanmayan en önemlisi aynı anda kapitalizm ve emperyalizmle bağlarını sürdürmeye çalışan bir arayışın olduğu görülüyor. Böyle bir modelin işleyişi küresel kapitalizmin, ilk önce de ABD’nin insafına kalmıştı.
ABD hegemonyası ve müdahalenin sürekliliği
Şu an dünyadaki ülkeleri kategorik olarak dörde ayırmak mümkün. ABD öncülüğündeki kapitalist ülkeler, küresel kapitalizme entegre ama politik olarak ayrışan Rusya ve Çin ile tamamen kapanan Küba ve K. Kore var. Venezuela ve İran ise yarı açık/yarı kapalı bir modeli ekonomik olarak bir enerji kaynağına, stratejik olarak da Rusya ve Çin’e dayanarak ayakta tutmaya çalışarak ara bir kategoriyi temsil ediyorlar. Venezuela ölçek olarak İran’dan daha küçük ve içte hala Batı’ya bağlı toplumsal ve sınıfsal kesimleri var. Yani, ABD’nin siyasetine nüfuz etme imkanları geçmişe göre azalmışsa bile hala geniş. ABD 2002’de bunu denedi, başarılı olamadı. Bundan sonraki süreçte Venezuela, petrol fiyatlarındaki yükseliş kadar Latin Amerika’da iktidara gelen sol yönetimler sayesinde nefes alabildi, Obama döneminde bir ölçüde tolere edildi. Trump başa geldikten sonra yayınlanan Ulusal Güvenlik Belgesinde Çin ve Rusya’nın Venezuela üzerinden bölgede etkinliklerini artırmasına dikkat çekiyordu ve zaten stratejinin ana ekseni bu iki ülkenin bu tür bölgesel etkinliklerini azaltılmasına odaklanmıştı. Dolayısıyla, Trump’ın ekonomik araçları kullanması, yaptırıma başlaması, zaten petrol fiyatlarının düşüşüyle ekonomisi kötüleşmeye başlayan Venezuela’yı ağır bir ekonomik krize sokmaya yetti.
ABD hegemonyasının düşüşte olduğu, artık dünyanın çok kutuplu bir yer olduğu sıkça tekrarlanan bir söylem. Tabii ki, ABD bundan 20 yıl önce olduğu gibi küresel sistemde rahat hareket edemiyor, Çin ve Rusya geçmişte yapamayacakları birçok hamleyi ABD’nin gözünün içine bakarak yapabiliyorlar. Fakat ABD özellikle güney ülkeleri üzerindeki belirleyici etkisini çok rahat devam ettirebiliyor. Bu noktada 2003 Irak işgali bir dönüm noktası oldu ve ABD tekrar düşük maliyetli müdahalelere döndü. Libya, Suriye meşruiyet sorunu yaratmadan yıkıma uğratıldı. Brezilya siyaseti Dilma Rouseff’in siyaseten tasfiyesi, Lula’nın seçimler öncesi hapse atılmasıyla sağcı Bolsanaro’ya teslim edildi. Suudi Arabistan siyaseti 32 yaşında bir prens aracılığıyla yeniden düzenlendi. Venezuela siyaseti büyük bir olasılıkla 35 yaşındaki muhalefet lideri Juan Guaido öncülüğünde ABD çizgisine oturtulacak.
Dahası ABD tarihsel bir perspektiften bakıldığında neoliberalizm ile mutlak kapalı Küba ve K. Kore modelleri arasındaki bütün ara modelleri tasfiye edebildi. Mısır’da Nasırcılık Enver Sedat, Irak’ta Baasçılık işgal, Suriye’de içten yıkım, Libya’da Kaddafi’nin “Yeşil Sosyalizmi” koruma sorumluluğu adındaki müdahale, Türkiye’de Kemalizm AKP-Gülen koalisyonuyla tasfiye edildi. Günümüzde Venezuela’da Bolivarcılık ABD yaptırımları ve içteki gruplar eliyle tasfiye ediliyor. Bu modellerin ortak özelliği özel mülkiyeti reddetmeyen ama devletçiliği önceleyen yapılar olarak neoliberalizme alternatif olmalarıydı. Bu noktada, yıllık yüzde bir milyona ulaşan enflasyon, temel ihtiyaç mallarında kıtlık, nüfusun yüzde onunun ülke dışına göç etmesi gibi gelişmeler ABD askeri müdahalesinden daha önemli. Örneğin, Maduro’ya suikast yapılmasından çok, bir fikrin, bir ekonomik modelin itibarsızlaştırılması, Latin Amerika ve dünyanın başka yerlerindeki yoksullar için cazibesini yitirmesi, ABD ve küresel kapitalizm açısından daha tercih edilen bir yöntem. Sonuçta, ABD birçok fazla zayıflığı ve tutarsızlığı olan bir modeli zamana yayarak, başarısızlığını bütün dünyanın gözüne sokarak, kendi halkına tasfiye ettiriyor. Bu noktada sosyalist model denemesinin ABD yaptırımlarına ve dolarla belirlenen petrol fiyatlarına bağlı olması da zaten kendi içinde yeterince ironiyi barındırıyor. Sonuçta, Chavez’in Bolivarcılığı çevre bir ülkenin merkeze bağımlılığını azaltmadığı gibi, kırılganlığını artıran, küçük bir dokunuşla tasfiyeye açık bir modele dönüştürdü ve yalnızca enerji kaynağına dayalı bir anti-emperyalizmin geçersizliğini gösterdi.
Çin ve Rusya kurtarıcı mı fırsatçı mı?
Venezuela karşı hegemonik duruşunun hem göstergesi hem de dayanağı olarak Çin ve Rusya ile ilişkileri geliştirdi ve bu iki gücün dış politika söylemi olan çok kutuplu dünya düzeni kavramını çok sık kullandı. Chavez yönetimi bu iki ülkenin, ABD’nin arka bahçesi sayılan Latin Amerika’ya nüfuz edebilmeleri için çok stratejik bir imkan yarattı ve Moskova ve Pekin bundan sonuna kadar faydalandılar. Bu noktada hem Rusya hem de Çin iki açıdan fayda sağladılar. Bir yandan Venezuela’nın petrol kaynaklarından farklı şekilde istifade ederken, aynı zamanda ABD hegemonyasını erozyona uğratmanın stratejik keyfini yaşıyorlardı. Çin 2006’dan itibaren yaklaşık 70 milyar dolarlık kredi sağlarken, Rusya hem silah satışı için çok iyi bir pazar bulmuş, hem de Venezuela’da petrol üretim işine girmişti. Çin yaptığı yardımın karşılığını petrol olarak neredeyse kuruşu kuruşuna tahsil edip, petrol alım kaynaklarını çeşitlendirirken, Rusya dev petrol kuruluşu Rosneft aracılığıyla Venezuela’nın petrol üretim tesislerinin yüzde 10’una sahip olmuştu.
Yani, bu iki ülke de Venezuela’nın cebine karşılıksız para koymuş değiller. Hatta, Çin, petrol fiyatları düştükten ve Venezuela ekonomisi sıkıntıya girmeye başladıktan sonra bu yardımları çok kıstı. Dolayısıyla, Venezuela’da Chavez’in başlattığı bu sağlam temellere oturmayan direniş modeli, Rusya ve Çin’in desteğiyle ayakta duramayacak. Rusya, Gürcistan ve Ukrayna’da stratejik kazanç elde edebilirken, kolu Venezuela’ya kadar uzanamamış oldu. ABD böylelikle dünyadaki diğer ülkelere bu iki ülkenin koruyucu olamayacaklarını, kendisine rağmen Rusya ve Çin’in desteğiyle ayakta duramayacaklarını göstermiş olacak.
Maduro düşerse Erdoğan da düşer mi?
Erdoğan Maduro’yu arayıp “dik dur yanındayız” derken, ona bağlı medya Venezuela ile Türkiye Erdoğan ile Maduro arasında benzerlik kurarak, ABD’ye direnen iki ülke görüntüsü çizmeye çalıştı.
Bu konuda Türkiye’de genelde bir kafa karışıklığının olduğu belli. Bunun da nedeni Türkiye’de sınıfsal olarak sola gitmesi gereken kitlelerin AKP’yi desteklemesinden ya da diğer bir deyişle solun bu kitleyi AKP’ye kaptırmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de sol ve demokrat kesimler ABD’nin Venezuela’ya baskı ve müdahalesini eleştirirken kendilerini Erdoğan ile aynı noktada buluyorlar.
Meselenin özü de burada. AKP modeli Batı sisteminin Türkiye’deki hakim sınıflarla birlikte ürettiği mükemmel bir çözümü temsil ediyor. Alt sınıfların, yoksulların desteğini alabilme becerisine sahip neoliberal bir siyasal hareket, Batı karşıtı söyleme sahip görünüp, Türkiye’yi Batı kapitalizmine sonuna kadar açmış olan, onun bölgesel işlerini birlikte yürütmeye talip bir yönetim anlayışı. Yoksul kitleleri, siyasal İslamcılığın temsil ettiği kimlik siyasetiyle oyalayan, buradan meşruiyet üreten, kamulaştırma yerine özelleştirmeyi fetiş haline getiren bir modelden söz ediyoruz. Bu modeli savunan lider ve partisi Türkiye’yi NATO içinde tutuyor, Türkiye tarihinin ABD başkanlarıyla en sık görüşen siyasetçisi oluyor, New York Times’a makale yazıp, Suriye’de sizin yapacağınız işi biz yapalım diyebiliyor ama aynı zamanda kendisini Maduro ile aynı yerde gösterebiliyor.
AKP kendisini Kemalizm karşıtlığında tanımlarken kastettiği yalnızca laiklik değildi, onun ilkelerinden biri olan devletçiliği de tasfiye ediyordu. Kurduğu ittifaklarla süreç içinde bürokrasiden büyük bir tasfiyeyi gerçekleştirebildi, hatta yeni bir rejim inşasına koyuldu. Bu noktadan bakıldığında Venezuela vakası AKP’nin neden bu kadar uzun süre iktidarda kalabildiğinin sırrını açığa çıkaran bir örnek olarak çarpıcı oluyor. Venezuela’da yaşananlar Erdoğan ile Maduro arasındaki benzerliği değil, farklılığı daha net ortaya koyuyor, Venezuela’nın krizi Erdoğan modelinin Batı kapitalizmi ve Türkiye’deki hakim sınıflar açısından ne kadar değerli olduğunu gösteriyor.