Nabi KIMRAN yazdı: Kamber (Erkoçak) yoldaşı hüzünlü bir sevgi seliyle uğurladık Berlin’den. Berlin caddelerinde ve sevenlerinin yüreğinde dinmeyecek bir yankı artık Kamber’in gür sesi. Eskiden sıra neferi denirdi, ben devrim emekçisi diyorum; 45 yıla yayılan bir emekçilikten söz ediyorsak, devrim emektarlığı da denebilir.
Kamber (Erkoçak) yoldaşı hüzünlü bir sevgi seliyle uğurladık Berlin’den.
Kamber’in devrimci saflara katılması Şişli Motor Teknik Lise’sine kayıt yaptırdığı 1975’lere tarihleniyor. 1990’ların başlarına kadar TİKB saflarında mücadele ediyor. Özlemle, gururla andı o yıllarını, Fatih Öktülmüş ve diğer yoldaşlarını tanımanın coşkusu hiç eksilmedi yüreğinden.
Sonraları 90’ların zorlu günlerinde İHD’de mücadele, sürgün günleri, Berlin’de her eylemin, inşa edilen her örgütlenmenin yapı taşlarından biri olma, SYKP’ye katılım ve zamansız veda…
Berlin caddelerinde ve sevenlerinin yüreğinde dinmeyecek bir yankı artık Kamber’in gür sesi.
Eskiden sıra neferi denirdi, ben devrim emekçisi diyorum; 45 yıla yayılan bir emekçilikten söz ediyorsak, devrim emektarlığı da denebilir.
Anekdotlardan yararlanarak anlatmaya çalışacağım Kamber’i.
İdeolojik olarak net bir adamdı, ömrünü sosyalizm mücadelesi içinde geçirdi, hayatının anlamını kavgasında buldu. 45 yıl, dile kolay… Gücü, imkanları, enerjisi neye elveriyorsa onu yaptı; gündeminde olmayan tek şey sosyalizm mücadelesine sırt dönmekti. Bu ideolojik netlik baki olduğu sürece kendini ifade edecek bir mecra bulur: Dün TİKB, bugün SYKP, İHD, BEDEP (Berlin Emek Demokrasi Platformu) ya da HDK-HDP; her biri ve hepsi Kamber’in sosyalizm yürüyüşünün mecra ve uğrakları oldu. Kamber’i Kamber yapan her biri ve hepsidir.
Cömert bir adamdı; cebinde olanı da yüreğinde olanı da cömertçe paylaştı, paylaşmanın mutluluğunu yaşadı. Hayatının iki döneminde (1990’lar ve 2010’ların kısa bir diliminde) ticaretle uğraştı. İş güç sahibi olmayı mücadeleye sırt dönme gerekçesi yapmadı, bu dönemlerde, örneğin İHD’de ya da Berlin HDP’de tüm gücüyle çalıştı. Üç kuruş kazanmışsa devrimci yapılarla ve yoldaşlarıyla paylaşmaktan mutluluk duydu. Ve hiç de sürpriz olmayacak şekilde başarısız oldu bu işlerde. Ticarette “başarılı” olduğu kısa dönemlerde nasıl ideallerine sırt dönmediyse, bu mecradaki başarısızlığı da Kamber’i ne kötü bir devrimci yaptı ne de insani özelliklerini eksiltti; bir devrim emekçisi olarak yürüyüşünü sürdürdü. Ezcümle, ne yaparsa yapsın hayatı devrim ve sosyalizm ekseninde şekillendi.
İnançlı bir komünistti Kamber. Eskiler “Parayla imanın kimde olduğu bilinmez” demişler. Şimdilerde neoliberal İslam’ın disneylandında parayı görgüsüz bir lümpenlikle göstermek marifet; “iman” ise orada paraya tahvil edilen, burada gösterişe kuban edilen modası geçmiş bir değer. Karşı tarafı kendi pisliğiyle başbaşa bırakalım, “bizim mahallede” gösterişle ifade etmez kendini “iman”, hayatın küçük ayrıntılarında ışıldar. Kamber bel fıtığıydı. Yürüyüşü belirgin şekilde aksıyordu. Normal şartlarda yerinden kıpırdatamazdınız ağır gövdesini, az kavga etmedik bu konuda. Fakat eylem günleri gelip çatmışsa kuş olup uçardı; o koca gövdeyi kanatlandırıp uçuran, üstelik 45 yıl boyunca eksilmeyen şeydir “iman”, başkaca “belirtiye” ihtiyacı yoktur. 2015 seçim kampanyasında -140 bini aşkın seçmen yaşıyor Berlin’de- nispeten zayıf ve zor bir bölge olan Neuköln’de çalışmayı tercih etti. Abartısız kilometrelerce yol yürüdü her gün, gerici-faşist diye ayırmadan yüzlerce esnafla tutkuyla sohpet etti, pazar yerlerinde bildiri dağıttı, meydanlarda, kahvehanelerde konuştu. Gezi günlerinde kabına sığmıyordu, sabahın köründe telefona sarılıp, “Ramazan , bugün şöyle yapsak, suraya gitsek” diye her gün tazelenen bir heyecanla “işbaşı” yapıyor, fakat sonunda günün planını Şehnaz’la şekilendiriyorlardı; bana da onları izlemek düşüyordu seve seve. (Ramazan adını takmıştı bana, hikayesi bende kalsın.) Tekel direnişinde, Soma maden katliamında işçi sınıfının Berlin’de yankılanan sesiydi. Kobane günlerinde Berlin sokakları onun enternasyonalist haykırışıyla yankılandı. Suruç katliamını protesto eyleminde yaptığı konuşma Kamber’in tutkulu yüreğinin, grupçuluğu ayaklar altına alan duruşunun en güzel örneğidir. (Herkesin dinlemesini öneririm bu konuşmayı.) İnancı ya da başka sözcüklerle hayatının tadı tuzu, tam da mücadele günlerindeki kabına sığmaz enerjisinde ışıldıyordu Kamber’in. Bir coşku seli olarak yaşadı ömrünü. Her kıpırtıda tazelenen, her haykırışında çiçeklenen, her haksızlıkta isyana duran; Kamber’i Kamber yapan temel değer, özgür ve sömürüsüz bir dünyaya olan özlemi, hayatını bu değerlerle yaşama gayretiydi.
Kolayca “kavga” edebilirdiniz Kamber’le, ateşli mizacı, içi-dışı bir “süzgeçsiz” üslubu son derece müsaitti buna. Bunca badireler içinde hiç mi izi kalmaz “ateşli kavgaların”? Karşınızdakinin temiz, çocuksu bir yüreğe sahip olduğu apaçıksa kalmaz; ne benimle ne de başkalarıyla “kavgalarından” dolayı kimsenin ona kırılmaması, her kavganın ardından daha sıcak sarılmamız birbirimize bundandır.
Çocuk ruhlu bir adamdı Kamber. Soma maden katliamının ardından tabutlu bir eylem örgütledik Berlin’de. Üzerine baretler yerleştirilmiş siyah karton tabutlarla Aleksandr Platz’dan Türkiye konsolosluğuna tek sıra yürüdük. Humbolt’tan gençler kapıya çıkarak karşıladılar bizi, kısa bir forum yapıldı Üniversite önünde, sınavı olmayan öğrenciler de katılarak bizimle yürüdüler. Fakat oraya gelmeden önce ilginç bir şey oldu. Kortejin başı -tek sıra olduğu için oldukça uzundu kortej- birdenbire yoldan çıktı, ardından da tüm kortej. Öne koştuğumda yol kenarındaki Marks ve Engels’in heykellerinin etrafının tabutlarla çevrildiğini gördüm. Ve Kamber ateşli bir konuşmayla selamlıyordu ustalarımızı. Yola çıktımızda yanına yaklaştım. “Yahu Kamber ne yaptım sen?” “Ne yapmışım, ustaları selamlamadan mı geçseydik?” “İyi güzel de, böyle tabutlarla…bizim ihtiyarların duasını topluyormuşuz gibi göründü karşıdan bakanlara.” “Yapma yahu! Bak işte bunu hiç düşünmedim!” Bir yandan hayıflanıyor, bir yandan da kahkahalarımızı zaptedemiyorduk. “Nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, elbette selamsız geçemezdik ustaların yanından” diyerek noktalıyoruz mevzuyu. O koca adamın çocuksu heyecanı Berlin’de eylem günlerinin neşesi, tadı tuzuydu.
Kendisi gibi bir devrim emektarı olan Hıdır (Ateş) Ağabey -şu anda Kürt basın emekçisidir- son günlerinde sıkça yanında kaldı Kamber’in. “Hıdır” diyor Kamber, “hadi gel bütün örgütlerin 1970’lerdeki sloganlarını atalım seninle”. “Atalım Kamber” diyor Hıdır Ağabey, “pilavdan dönenin kaşığı kırılsın!”. Kamber ayağa kalkıyor ve başlıyor haykırmaya! Evin içinde yumrukları havada, sloganlarla yürümeye başlıyorlar, Kamber önde, Hıdır Ağabey arkasında! Devrimin iki güzel çocuğunun, iki devrim delisinin muazzam kortejini selamlayalım saygıyla! O kortej meydanların uğultusuyla yankılanıyordu besbelli, Kamber’in 16 yaşında bir delikanlı olarak katıldığı 1977 1 Mayıs’ından tutun da, aklınıza gelen bütün meydanların uğultusunu katın o korteje… Kamber, hayatının anlamıyla, büyük heyecanıyla böyle vedalaştı, son anına kadar o heyecanla yaşadı. (Evdeki iki kişilik o muazzam yürüyüşten bir hafta sonra aramızdan ayrıldı Kamber.)
İyi yürekli bir insandı Kamber. Sadece inançlı olmak bir insanı iyi yürekli kılmaya yetmez. İnanç bizim tarafta olduğu gibi düşmanlarımızda da bulunabilir: Saddam inançlı bir adamdı ve aynı cenahtan daha niceleri de. Bizim tarafta da inançlı ama hoyrat, kırıp döken, anlayışsız, kibirli ya da envai çeşit arızayla malul nicelerine rastlanabilir. Kamber ile her an ateşli tartışmalara tutuşabilirdiniz ama yukarıda sıralanan hastalıklardan o kadar uzaktı ki… Ölmeden dört-beş gün önce gece yanında kaldım. Konuşmaya mecali kalmamıştı, biraz müzik dinleyip uykuya daldı. Ben de uyumuşum. Sabah kalktığımda yanına gittim. “N’aber babacan?” “İyidir. Gece tuvalete kalktım, seslenecektim sana vazgeçtim.” “Yahu neden böyle yapıyorsun babacan, senin için kalıyorum burda!” “Başucuna geldim, çok güzel uyuyordun kıyamadım, sıktım dişimi gittim yavaş yavaş.” Kamber’in kime kıyamadığı değil, acılar içindeyken dahi yoldaşının “uykusuna kıyamayan” insan yüreğidir önemli olan. İnançlı adamdı ama hepsi bu değil; inancının taç yaprağı O’nun dünyalar iyisi, insan güzeli yüreğiydi.
Kamber, ölünce “badem gözlümüz” olmadı, O bizim oldukça iri dikenleri olan kırmızı gülümüzdü. Ne Gandi idi ne de İsa peygamber tevekkülünde bir ademoğlu. Kapıdan nefes nefese girdiğinizde basardı fırçayı, “ağır adamsın Ramazan ağır, bi saat oldu kabuk tarçın istedim daha yeni geliyosun!”. Ee Kamber bu, hastalık nazına ihtiyaç yok ki, her zaman böyleydi, her zaman dikenli gülümüzdü. Hastalığında sağlığında “kök söktürdü” sevdiklerine, fakat ne kimseye gönül koydu ne de kimse O’na gönül koymayı aklının ucundan geçirdi. Nedenini nasılını tarif edemem ama, temiz bir yüreğin dikenleri can yakmıyor; bizim kızıl gülümüz bu kumaştandı.
Kamber vesile olsun, gidenlerimizi, devrim emekçilerini, sıra neferlerini, dikenli güllerimizi nasıl kıymetlendireceğimizi -yeniden- değerlendirelim.
Ne yazık ki devrimci hareketimiz iki uç arasında savruluyor bu bahiste.
Bir uçta devrim yolunda ölümsüzleşenlerin azizler katına yükselmesi duruyor; di��erinde yok sayma, görmezden gelme, düpedüz inkarcılık.
Daha dün yanıbaşınızda duran bir insan, nasıl oluyor da ulaşılmaz azizler katına yükselebiliyor bir anda? Nasıl bu kadar kusursuz olabiliyor? Doğal insani hataları, zaafları olursa eğer -ki olmaması imkansızdır- ne yitirirler değerlerinden gidenlerimiz? Asıl değerli olan günahları-sevaplarıyla, olanca insan halleriyle hayatlarını ortaya koymaları değil midir onların? Komünizm için mücadelede “ulaşılamaz” bir mertebe -ne liderlik ne de şehitlik- olamaz; bilakis komünizm tüm emekçiler içindir, giderek insanlığın ufkudur, oraya “faniler” için ulaşılamaz “mertebeler” üzerinden yürünemez.
“Yanlış hayat doğru yaşanmaz” diyor Adorno. Doğru ama eksik. Bizler, hepimiz, “yanlış hayatı doğrultma” kavgası içindeyiz. Hayat yanlış diye hatalarımızı, günahlarımızı meşrulaştırmıyoruz. Yanlış hayatla birlikte kendimizi de doğrultmaya çalışıyoruz. En büyük meziyetimiz bu uğraştan vazgeçmemek olabilir, yani yönü, yönelimi, doğrultuyu yitirmeden sonuna dek yürümek. Aslolan budur, “günahsızlık” değil. “Yanlış hayat” bizi de eksiltir, kirletir yer yer; farkındalık, uyanıklık, vazgeçmemek, teslim olmamaktır aslolan: Arınacağımız nehir mücadeledir. Ve bu mücadeleye dökülen her damla terin, hayatla birlikte kendini de doğrultmaya çalışan her bir sıra neferinin değeri teslim edilmelidir.
Devrimin ilkeleri net, yüreği geniştir; ve bu ikisi asla birbiriyle çelişmez.
Bırakalım yanıbaşımızda yürüyen sıra neferlerini, çok daha ağır örneklerde bile yukarıdaki cümlenin karşılıkları bulunabilir.
Fidel Castro, İgnacio Ramonet ile yaptığı nehir söyleşide çarpıcı bir olay anlatır. Özetin özeti: Gece aynı battaniye altında yattığı “yoldaşının” bir ajan olduğu ortaya çıkar sabah. Adam Castro’yu öldürememiş, şüpheli hareketlerinin üzerine gidilince durumu itiraf etmiştir. Tüm gerilla birliğinin oybirliğiyle idama mahkum edilir ajan. Manganın önüne çıkarıldığında son isteği sorulur. Ajan, “eğer başarılı olursanız çocuklarıma sahip çıkın” der. Castro “söz” der, ve… Castro kırk yıl sonra Ramonet’e anlatır durumu. Devrimden sonra aileye yeni kimlikler ihdas edilerek Küba’nın başka bir bölgesine yerleştirildiklerini, çocukların okuyup önemli devlet görevleri üstlendiklerini, onurlu Küba yurttaşları olarak yaşamlarını sürdürdüklerini gururla anlatır: Devrimin geniş yüreği böyle bir şeydir…
Andre Malraux’nun bizzat katıldığı İspanya iç savaşını anlattığı Umut romanında da buluruz devrimin geniş yüreğini. Cumhuriyet saflarında savaşan enternasyonalist gönüllü pilotların kantininde geçer olay. İki arkadaşları o akşam safları terketmiştir. Doğaldır ki herkes verip veriştirmektedir. İçlerinden bir komünist ayağa kalkar ve; “bugüne dek beraber bombaladığımız düşman mevzilerinin hatırına giden arkadaşlar için kadehlerimizi kaldıralım ve bu bahsi kapatalım” der.
Kadehler kalkar, mevzu kapanır.
Bizde böylesi örnekler var mıdır?..
Ahmet Kaya’nın ölümünden kısa süre önce, birden çok devrimci gazetemizde ağır hakaretler içeren yazılar çıktı ne yazık ki; ölümünden sonra ise Ahmet’in “badem gözlü” olduğunu anlatan satırlar aynı sayfalarda sökün etti. (Niyetim kimseyi mahçup etmek değil, bir çarpıklığın üzerine gitmek, o yüzden isim, tarih vs. vermiyorum.)
Son olarak Garbis Altınoğlu’na değinebilirim. Garbis Altınoğlu Türkiye Devrimci Hareketinin onuru, yüz akıdır. Onu anmak, güçlü biçimde sahiplenmek kimseden bir şey eksiltmez, zenginleştirir. Ömrünü verdiği hareketinin sahiplenmesindeki zayıflık, kızgınlık değil, üzüntü yaratıyor; Garbis adına değil, sahiplenmeyenler adına. Herhangi bir devrimciyi sahiplenmek için, sıranın şurasında mı burasında mı yürüdüğüne bakılmaz; akıttığı bir damla terin kıymeti bilinir. Keza onun “sizden” olması da gerekmez. Sizinle ihtilaflı olması da kadir kıymet bilemeye engel değildir; Garbis başta olmak üzere her bir devrimcinin kendine özgü değeri, anlamı vardır devrim kavgasında. Ve onlar “devrimin geniş yüreğinde” hakettikleri yeri çoktan aldılar.
Bu yolda ömür tüketenler çok iyi bilir ki, “devrim önce kendi evlatlarını yer.” “Ne çay sıcaktır her zaman / ne dostlar vefalı.” Devrim yolu, “ayağım burkuldu, elim kanadı, ben oynamıyorum” denerek yürünmez; vefasızlık, hatta nankörlük bilinerek yürünür. Dikeni var diye vazgeçilmez gülden. Yine de, belki de olanca naifliğiyle, “devrimin geniş yüreği” hayatlarımızı, devrimciliğimizi kuşatsın istiyor insan…
Bizim varacağımız yerde, komünizmde, yöneten yönetilen olmayacak, idealimiz, ütopyamız budur. Bizim “öncülüğe” soyunmamız, ayrıcalıklı, özel vs. kastlar yaratmak için değil, “önüne düştüklerimizi” öncüler katına yükseltmek, giderek “öncülüğü” gereksizleştirmek içindir. Ezcümle eşitlik ve eşitlenme ideali tüm eylemimize, karakterimize, siyaset felsefemize sinmek zorundadır. Soyut halka, işçiye güzelleme düzmek kolaydır -halbuki egemen burjuva ideolojisiyle ağulanmış halde izler olan biteni genellikle halkımız, işçi sınıfımız- da; o halkın içinden bir adım öne çıkan “zaaflı devrimcinin”, devrime şu veya bu oranda emek verenin, bizden olmayanın, “safları terkedip” başka bir mecrada yürüyüşünü sürdürenin kıymetini bilmek zordur. “Zaaflı devrimciye” burun kıvırmak, Garbis gibi bir değeri -hemen tüm örgütlerimizin kendi Garbis’leri vardır- iki satırla geçiştirmek, insanların kattıklarından çok armudun çöpü üzümün sapıyla uğraşmak furya halinde sürüp giderken; soyut halk ve işçiye güzellemeler düzmek biraz garip değil mi? Ahmet Kaya’nın dediği gibi, “bu ne yaman çelişki anne”?
“Geniş yürek” ya da adalet, “sizin gibi olana” sunulacak bir lütuf değildir; sizin gibi olmayanın, hatta canınızı yakanın hakkını-hukukunu teslim edebilmektir.
Mao, “gerilla suda balıktır” diyor. Su kurursa gerilla ölür. Bir metafor olarak gerilla/kadronun hayat kaynağı olan her bir su damlacığının/halktan insanın değerini teslim etmek salt siyaset felsefemiz bağlamında değil, düpedüz pratik-politik eylemimiz için de anlamlıdır. Devrim, geniş saflar halinde dalga dalga yürüyüp yükselecek bir iştir. Bunca badirenin ardından fiziken, ruhen, yürekte ve akılda daralmayı “meziyet” gibi sunmak yerine; enginleri kucaklayan, fetheden geniş bir nefesle, yüce gönüllülükle dalga dalga yürümeyi öğrenmek zorundayız artık.
Devrimin ilkeleri net, yüreği geniştir diye başlamıştık, öyleyse ilkeye, sınır çizgilerimize vurgu yaparak noktalayalım bu bahsi. Her damla emek taktir edilir ama sınırlarımız hiç de bulanık değildir. Örneğin Mehmet Fatih Öktülmüş gibi bir değer anlatılırken, Aydınlıkçı bir döneğe, kontrgerilla aparatı ulusalcı faşist akımın bir meftununa mikrofon uzatılmaz; uzatılırsa “düşmanın gözünden Fatih nasıl görünüyordu” dip notuyla uzatılır.
Kamber’in parası-pulu, ünvanı, şöhreti yoktu. Tanınmış bir devrimci lider, yönetici, “MK üyesi” vs. değildi. Üslübu itibariyle iddialı bir sıra neferi, bir devrim emekçisiydi. İnancı, emeği, hayata ektikleriydi giderken biçeceği. Getirisi götürüsü, para-pul-şöhret-çıkar gibi sahte dayanaklardan devşirilemeyecek bir bilançosu olabilirdi ancak Kamber’in hayatının: O “bilançonun” ne olduğunu hastalığı süresince ve Berlin Cem Evi’nden uğurladığımız son anda gördük. Sevenleri üç yıl boyunca bir an olsun yalnız bırakmadı Kamber’i. Çıkarsız, hesapsız, yalnızca sevgiydi bu sahiplenmenin kaynağı. Yoldaşları çiçek gibi baktılar Kamber’e. Özellikle Duygu’nun, sonra da Yiğit’in hakkını teslim etmeliyiz, onların şahsında tüm SYKP’li gençlerin. Yüzlerce insan Cemevine akın etti Kamber’i uğurlamak için. Örgütlerimiz de oradaydı. Kendi örgütü bir yana, özellikle Navdem ve AGİF adına yapılan konuşmalar Kamber’in emeğini teslim etti. Bir Alman yoldaşın konuşması da öyle. Eşine az rastlanır bir sahiplenme kuşattı uğurlama anında Kamber’i. İşten izin alanlar, patrona rest çekip gelenler, seyahatini erteleyenler, çocuklar, kadınlar, gençler. Akşam evlerinde niyaz böreği, helva, poğaça yapanlar, tepsilerle yiyecek içecek gönderen esnaflar. Avrupa’nın her yerinden gelen yoldaşları. Bir şeyler yapmak için çırpınanlar, “paraya ihtiyaç var mı” diye ısrarla soranlar, “yok” dendiğinde Kamber için bir şeyler yapamamanın kırgınlığını yaşayanlar. Birbirlerine sarılıp ağlayanlar: İşte Kamber’in hayatının bilançosu, işte arkasında bıraktığı sevgi, anlam ve değer…
“Kudretli” diktatörlerin, Evrenlerin, Pinochetlerin, Frankoların mezarlarına lanet yağarken, bizim Kamber’imizi bir sevgi seli kuşatıyordu son gününde…
“Devrim çocuklarını yer”, doğru. Ama içinde yüzdüğü suyla hemhal olmayı başarmışsa, o su -galiba devrimden daha vefalıdır- sarıp sarmalar, gerekirse bir gözyaşı selinde yüzdürür küçük kara balığını. Devrimin koca Kamber’i, son 14 yılını beraber geçirdiği Berlin halkının kara balığı, bir gözyaşı selinde yüzerek gitti yıldızlara.
Umarım hepimize; sıra neferlerine de yıllanmış MK üyelerine de O’nun gibi uğurlanmak nasip olur.
Kavgamızın şehrine, o güzel İstanbul’una yaşamın ve haykırışın gibi gümbür gümbür git Kamber yoldaş, uğurlar olsun!..