Zeki TOMBAK yazdı: Bahtsız Libya’nın efendisi olmaya heveslenenlere seslenelim: Libya’da kısa bir süre için her şey olabilirsiniz. Ama sadece kısa bir süre için.
Tadını çıkarın.
Saray Rejimi, Türkiye'de ilk korona teşhisinin konulduğu 11 Mart'tan itibaren, zihnimizi kirli bir bulaşık süngeriyle silmeye niyetlendi: Ülkenin 11 Mart öncesindeki gündemini unutalım ve salgının hayatlarımızda yarattığı yıkımları gündemleştirmeyelim.
5 Mart'ta Erdoğan'ın talebi üzerine Moskova'da gerçekleşen Putin-Erdoğan görüşmesi, sanki bir asır önceye ait soluk bir hatıra. Erdoğan'ın "Rejim 29 Şubat'a kadar 2018 Soçi Mutabakatı sınırlarına çekilmezse taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmaz" heyheylenmesini ve sonra Moskova'dan başını omuzlarının arasına çekmiş olarak döndüğünü kim hatırlıyor?
Bahçeli arzu etmemiş midir, Erdoğan'dan aşağı kalmamak için sarfettiği "Yansın Rusya, yıkılsın Moskova!" gülünçlüğünü unutmamızı?
Aynı Erdoğan'ın TSK'nın ağır insan kayıplarını sineye çekmekle kalmayıp, sadece Suriye Ordusu tarafından ele geçirilen yerleşimlerden değil; aynı zamanda M4 Karayolu'nun güneyindeki her yerden TSK'yı kös kös geri çektiğini, toplum farkına varmaya vakit bulamadan unuttu bile…
Ama ne İdlib, ne Libya savaşı, uzun süre sessiz kalacak ve kendilerini unutmamıza izin verecek çatışma alanları değil. İdlib 5 Mart'tan sonra daha da daralmış bir coğrafyada 22 bin TSK personelinin, mevcudunun TSK personelinden az olmadığını tahmin edebileceğimiz TSK'nin cihatçı müttefiki ÖSO'nun (yeni adı Suriye Milli Ordusu) ve 50 binin üzerinde Heyet Tahrir-üş Şam çatısı altındaki cihatçıların üst üste yığıldığı bir barut fıçısı. Üstelik bölge Doğusundan ve Güneyinden, Suriye ordusu, Rus askeri birlikleri, İranlı ve Lübnanlı müttefik milis güçleriyle çevrelenmiş durumda. Her an Türkiye-Rusya; Türkiye-ABD ilişkilerinin gelişimine bağlı olarak ve bölgede parmakları tetikte bekleyen güçler arasında yaşanacak bir çatışmayla, zaten çok kısa olan savaş fitili ateşlenebilir.
Libya'nın fitili İse, sanırım ateşlendi. Bu yüzden Libya üzerine yazmayı öne alayım. İdlib üç-beş gün bekleyebilir.
Hafter'in çekildiği Suheyrat Anlaşması
Kaddafi'nin devrildiği ve öldürüldüğü 2011'den sonra olan biteni geçiyorum ve General Hafter'i bir kaç cümle ile tanıtmak istiyorum.
Son zamanlarda adı sıkça medyada yer alan "General" Halife Hafter, Kaddafi rejiminin komutanlarındandı. Libya-Çad savaşı sırasında iki ülke arasındaki ateşkes kararına uymadı ve Çad tarafından esir alındı. Kaddafi Çad Hükümeti’ne, Hafter'in iadesi konusunda ısrarcı olmayacağını bildirdi. Derken, Hafter'in asıl patronu ortaya çıktı. Bir CİA operasyonuyla adamını kurtardı ve ABD'ye götürdü. Hafter, Amerikan vatandaşlığı "kazandı".
Kaddafi sonrasında inisiyatif alsın diye Libya'ya gönderildiyse de başarılı olamadı ve geri götürüldü. Ve nihayet 2017'de Fas'ın Suheyrat şehrinde, BM gözetiminde, "Tobruk'ta yasama meclisi niteliğinde bir Temsilciler Meclisi ve Trablus'ta Ulusal Mutabakat Hükümeti'nin ve Libya Ulusal Ordusu'nun kurulması ve DEAŞ'a karşı mücadele geliştirilirken, batıyla uyumlu bir rejimin adım adım oluşturulmasını" öngören anlaşma imzalandığında, oradaydı.
Libya'nın üretim maliyeti neredeyse Irak kadar düşük zengin petrol yatakları var ve bu petrolün Avrupa'ya taşınması mesafenin kısalığı nedeniyle çok ucuz. Dolayısıyla herkesin iştahını açıyor.
Kaddafi'nin kalemi kırıldıktan sonra, Körfez Savaşı sonrasında Saddam ile yaptığı petrol sahası kontratları iptal olan ve Libya'da kayıplarını telafi etmesi için yol verilen Fransa, Libya'da istikrarı sağlayamadı. ABD ise büyükelçisinin öldürülmesinden sonra Libya'ya bir süre sadece "maşa" kullanarak yaklaştı. İhvan, DEAŞ, aşiret güçleri arasındaki çatışmalar yıllarca hız kesmedi. Ama Kaddafi dönemindeki üretim miktarının yarısına ulaşan bir petrol üretimi ve ticareti o kaos ortamında bile düzenli hale getirildi.
Suheyrat Anlaşması imzalanmış ve BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilmişti. Ama Trablus'ta kurulan Sarraj Başkanlığındaki Ulusal Mutabakat Hükümeti'ni BM tanırken, Tobruk'taki "aşiret temsilcilerinden" oluşan Temsilciler Meclisi Sarraj Hükümeti’nin meşruiyetini kabul etmekten vazgeçti. Çünkü DEAŞ'a karşı askeri mücadeleyi ABD'nin, Rusya'nın, Fransa'nın, İngiltere ve Mısır'ın desteğini alarak yürütmekte olan, General Hafter liderliğindeki eski Libya ordusu kalıntıları, aşiret birlikleri ve Mısır, Sudan gibi ülkelerden gelen paralı askerlerden oluşan LUO (Libya Ulusal Ordusu) ile Trablus Hükümeti arasındaki ihtilafta Hafter tarafında yer alıyordu.
Hafter, 26 Nisan'da, mevcut Temsilciler Meclisi'nin de, Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin de kendilerinin uluslararası meşruiyet kaynağı olarak işaret ettikleri Suhayrat Anlaşması’nı tanımadığını; çünkü bu anlaşmanın fiilen çalışmadığını iddia ederek kendisini "Libya Lideri" ilan etti.
Halbuki, 2019 Nisan'ında başlattığı operasyon başarılı olsaydı, az kalsın kenar mahallelerine kadar girdiği Trablus'u ele geçirecek ve Libya'nın siyasi birliğini kendi liderliği altında sağlamış olacaktı. Olayların gidişatı bu başarısızlıkla birlikte farklı bir yola girmiş oldu. Trablus Hükümeti’ne bağlı güçler saldırıyı Türkiye'nin sahadaki fiili desteğiyle püskürttüler ve Libya iç savaşında yeni bir safha açılmış oldu.
Burada şu soruyu soralım: Türkiye'nin Libya'da ne işi var?
Bu soruya cevap vermek için üç konuda mümkün mertebe özetleyerek bilgi vermem gerekiyor.
1. Deniz Kuvvetleri’nde "yeni devlet aklı"
– Türk Silahlı Kuvvetleri bir kara gücüydü. Son 30-35 sene içinde, belki 1974 Kıbrıs Harekatı’ndan sonra başlayan bir eğilim, deniz kuvvetlerini stratejik bir güç haline getirme ve TSK içinde öne çıkarma yönünde önemli mesafe aldı. Geçmişte, ABD'nin hurdaya ayırdığı veya hurda yaşında olan, can alıcı savaş sistemleri çalışmayan veya çalışması ABD'den gelecek yedek malzemeye bağlı ve daha ziyade iskeleye bağlı deniz üstü ofisi olarak kullanılan gemilerin yerini, milli gemi projelerinin hayata geçmesiyle Türkiye tersanelerinde inşa edilen Mil-Gem projesi ürünü fırkateynler, korvetler, hücumbotlar, avcıbotlar, çıkarma gemileri, sahil güvenlik korvetleri ve botları, satın alınan veya Türkiye tersanelerde inşa edilen denizaltılarla donanma kabuk değiştirdi.
Bununla birlikte ciddi bir Deniz Kuvvetleri Havacılık sınıfı gelişti. Helikopterler, uçaklar bu dönemde Deniz Kuvvetleri envanterine girdi.
Bu arada Cem Gürdeniz (Video kanalı PankuşTV'den görüşlerine bakılabilir), Türker Ertürk (Bir kaç ay önce CHP'ye üye oldu. Onun da fikirleri için videolarına bakınız), Cihat Yaycı (halen Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı) gibi çok sayıda "seçkin" amiral yetişti.
Somali'de deniz üssü kurulması, temsili bir filonun Cebelitarık'tan çıkarak Ümit Burnu’nu dolaşması, çok sayıda limanı ziyaret ederek Somali'ye kadar "bayrak göstermesi", bir fırkateynin uzun yıllar Somali açığında, NATO gücüyle birlikte devriye gezmesi eski "kara ordusu" anlayışından taşan gelişmelerdi.
Mesleğin icrası sırasında bilim ve teknolojinin kullanılmasının gerekliliğinden kaynaklanan ufuk genişliği ve denizcilikle yoğrulmuş yaşam biçiminden kaynaklanan doğası sebebiyle, Türkiye'de devleti ele geçirmeye çalışan siyasal İslamcı, faşist siyasi iklime TSK içinde en fazla direnç gösteren Deniz Kuvvetleri, Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk gibi kumpas davalarla TSK içinde, en büyük tasfiyeye maruz kaldı.
2. Mavi Vatan/münhasır ekonomik alan
"Mavi Vatan" adıyla, Anadolu karasının denizlerdeki devamı ve bu alanlardaki ekonomik değerlerin temellüküyle ilgili olarak, "münhasır ekonomik alan" konusu üzerine kitaplar yazan, araştırmalar yapan, uluslararası toplantılarda bildiri sunan ve bu çalışmalarına Deniz Kuvvetleri’nden tasfiye edilmelerinden sonra da devam eden amirallerin bakış açısını, bir "devlet aklı" olarak not edelim. Tasfiyelerini Cemaat-AKP tam bir mutabakat içinde yapmıştı. 15 Temmuz'dan sonra tasfiye edilen denizcilerden bazıları geri dönmüşse de, izleyen yıllarda bu unsurlar yeniden tasfiye edildi. Tümamiral Cihat Yaycı geçtiğimiz yıl tasfiye edilemedi ama terfi de ettirilmedi. AKP, deniz kuvvetlerinde Cemaat operasyonlarını sürdürüyor. Fakat çıkış noktaları ve hedefleri farklı olsa da, bazı mesafeleri o akıl ile birlikte yürüyor.
Daha çok Saray rejiminin sıkışmışlığı yüzünden 15 Temmuz'dan sonra bu iki akıl (ve devlet içinde başka akıllar) Doğu Akdeniz'deki enerji kaynakları konusunda birlikte hareket etmeye başladılar. AKP doğalgaz ve haliyle para kokusunu aldıktan sonra amirallerin söylediklerine daha çabuk ikna olmaya ve "ne isterlerse" satın almaya başladı. Sismik araştırma gemileri, dev petrol platformları, bu işbirliğinin sonucu olarak, çok hızlı bir tempoda ve çifter çifter satın alındı.
– Denizlerdeki münhasır ekonomik alan, ülke toprağının denizde de devam ettiği, dolayısıyla buradaki ekonomik kaynakların mülkiyetinin de ilgili ülkeye ait olduğu tezinden kaynaklanan bir kavram. Kara suları, kıta sahanlığı ve hava sahasının denizlerdeki sınırları gibi, görece bilinen, fakat tartışmaları bitmeyen kavramlara en son münhasır ekonomik alan kavramı katıldı.
Konuyla ilgili pek uzun ve karmaşık makaleler, bildiriler, kitaplar yayınlanıyor olsa da, büyük ölçüde, güce, kıyıdaş ülkelerle kurulmuş ittifaklara ve uluslararası desteklere bağlı olarak yorum içeriyor.
3. Türkiye masanın dışında kalıyor
Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti, İsrail ve Mısır arasında Doğu Akdeniz doğal gaz kaynakları konusunda ittifak ilişkileri kurulunca, Türkiye bu enerji kaynağının paylaşımı için kurulan masanın dışına itilmiş oldu. Dahası, masadaki devletler, doğalgaz arama ruhsatlarını ABD, Fransız, İtalyan, İngiliz mahreçli dev enerji şirketlerine verince, Türkiye sadece bölge ülkeleriyle değil; bu şirketlerin arama faaliyetlerini korumak üzere bölgeye gelen çok sayıda ülkeye ait deniz gücüyle karşı karşıya bırakılmış oldu. Farkında olmadık ama sadece İtalyan ve Fransız şirketlerinin değil; Amerikan şirketlerinin faaliyetleri de donanmaya bağlı gemiler tarafından engellendi.
Kendisini bu konuda yıllardır uyaran Deniz Kuvvetleri’nde, tasfiyeye doyamayan AKP, konuyla ilgilenmeye başladığında, Türkiye Mısır'da, İsrail'de, Suriye'de büyükelçiliği bulunmayan ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nde uluslararası hukuk bakımından işgalci konumunda bir ülkeydi.
Yunanistan ile Adalar ve kayalıklar, karasuları, hava sahası, Adaların silahlandırılması, Türkiye kıyılarından ve kara sınırından Yunanistan'a kontrolsüz göçmen gönderilmesi, insan kaçakçılığı, bu ülkeye kaçmayı başarmış siyasi sığınmacılar ve Batı Trakya gibi akla gelebilecek her konuda ihtilaflıydık. Dahası iki ülkenin savaş uçakları Ege semalarında; donanmaları sık sık kayalıkların çevresinde tehlikeli ilişki sınırlarını zorlayarak itişmekteydiler.
Dolayısıyla Saray rejimi büyüklüğü hakkında birbirinden çok farklı tahminlerin yapıldığı pastayı idrak ettiğinde, Türkiye paylaşım masasının dışındaydı. Adı geçen komşuların hiçbirisi ile kısa vadede ilişkileri ittifak kurma noktasına kadar düzeltme imkanı yoktu.
Suriye'deki yangını "devlet aklı" çıkarmadı. Geleneksel "devlet aklı" Suriye'de de, Irak'ta da Kürd'e bakar, Kürd'e nasıl zarar veririm, önünü nasıl keserim, sorularıyla ilgilenir. Ama devlet Suriye'nin içini karıştırmak için İhvan-ı Müslümin ile 1970'lerden başlayan, 1980'lerin başında güçlenen bir ilişki içindeydi. AKP'nin İhvan'cılığına şüphe yok. Ama AKP öncesi sağ iktidarlar ve faşist cuntacılar da, komşunun içinde yangın çıkarmak imkanı söz konusu olunca hep İhvancı oldular. Baba Esat Bekaa Vadisi'ni PKK'ye ve Türkiyeli devrimci örgütlere, devrimci eğilimleri olduğu için açmadı.
İsrail ile son yıllarda yaşanagelen siyasi gerilimler aslında AKP'nin büyük ölçüde iç siyasete yönelik gösterilerinden kaynaklanıyor. Erdoğan iktidara gelirken ve iktidarını güçlendirirken İsrail'in desteğinden çok yararlandı. Ancak "Van minüt" gösterisini izleyen yıllarda, İsrail ve Yahudi karşıtı gösteriler birbirini izledi; ve iç siyasette islamcılığın anti-semitik dili, bir "gizleme" döneminin sonunda yüzeye çıktı, kalıcılaştı. İsrail sağı ticarete mani olmayan bu gerilimden iç siyasette tıpkı Erdoğan'ın yaptığı gibi faydalanmayı tercih etti.
Anti-semitizm iktidarlar için bir iç siyaset malzemesi olsa da, gündelik hayatta ve sokakta sıradan Musevi yurttaşlar için gerçek tehditleri beslemekte ve kışkırtmaktadır. Sorunun bu yanı ve adım adım tırmandırılan gerilimler Mavi Marmara ve Gazze'de Hamas'ın desteklenmesine dair ihtilaflarla büyütüldü ve büyükelçilerin geri çekilmesine kadar tırmandırıldı. Gene de, adı geçen devletler arasında, diplomatik ilişkilerin en hızlı iyileşebileceği devlet İsrail'dir.
– Türkiye, 1960'ların sonunda, Filistin saflarında İsrail vahşetine karşı savaşmak için giden devrimcilerle Arap halklarıyla yeniden Arap Dünyası’yla yarım asırlık kopukluğa son vermişti. AKP iktidarı, "devlet" olarak Türkiye'yi Ortadoğu'ya döndürdüğünde belirli bir mesafeyi koruyarak dostluk geliştirmek yerine; İhvan üzerinden, "Osmanlı coğrafyası" olarak gördüğü bölgede sünni İslamın liderliği gibi, muhataplarında rahatsızlık yaratacağı kesin olan bir hedefe yönelerek, hem Mısır'ın, hem Suudi Arabistan'ın savunma pozisyonu almasına sebep oldu. İhvan, bölge devletleri için zaten rejimlerine yönelik bir tehdit olarak algılanıyordu. Türkiye ise Arap milliyetçiliği için her zaman Osmanlı egemenliğinde yaşanmış 400 yılın mirasçısıydı.
Obama dönemi ABD'sinin zorlamasıyla İhvan'ın Mısır'da legale çıkması ve kendi kimliğiyle girdiği seçimleri net biçimde kazanması sonrasında, Mursi Hükümeti’yle AKP iktidarının yakınlığı endişeleri güçlendirdi. Muhtemelen AKP'nin telkinlerinin de etkisiyle Mursi'nin siyasal İslamcı bir baskı rejimi kurmaya yönelmesi, meşruiyet zeminini hızla daralttı ve Sisi darbesinin işini kolaylaştırdı.
Sisi iktidarı Erdoğan'ın ölçüsüz düşmanlık dilini ve tepkilerini de kullanarak, geleneksel örtülü rekabet ve husumeti açıktan yürütmeye yöneldi. Bu tutum Doğu Akdeniz geriliminde ve Libya sahasında kendisini ortaya koydu.
Son olarak Rusya da Doğu Akdeniz'de Türkiye'nin masa dışında kalmasından yana tutum aldı.
Bu saflaşma, birebir Libya'daki saflaşmadır.
Saray rejimi, Doğu Akdeniz'deki doğalgaz yataklarının varlığını ve büyüklüğünü nihayet anladığında ve nasıl masanın dışında bırakıldığını idrak ettiğinde, önüne konulan "son çıkış" paketini açtı.
– Libya'da zor durumdaki Ulusal Mutabakat Hükümeti’yle bir "Münhasır Ekonomik Bölge" Anlaşması yap. Böylece Libya ve Türkiye karaları arasını birleştiren bu bölge ile Yunanistan'ın kendi alanını Kıbrıs ile birleştiren münhasır bölge iddiasının önünü kes.
– Sarraj Hükümeti’ni ayakta tut
– Hızla sismik araştırma, sondaj ve petrol çıkarma platformları satın alalım ve bölgeyi biz de ruhsatlandıralım.
– Ve sahada gerilim ve çatışma yaratmayı göze aldığımızı dosta düşmana gösterelim.
Sahada askeri-siyasi durum
Hafter'in sahadaki en önemli destekçileri Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE). Mısır üzerinden asker ve lojistik sağlanıyor. Çünkü Mısır Libya'daki kaosu kendisi için tehdit görüyor. Sarraj'ın İhvancılarla ortaklığını düşmanlık sebebi sayıyor. Ve Türkiye'nin, gene İhvancılarla ve İdlib'den taşıdığı cihatçılarla birlikte komşu ülkede ortaya çıkıvermiş olmasından endişeye kapılıyor. BAE, Hafter'e Sudan'dan maliyetlerini üstlenerek asker getiriyor, Hafter güçlerinin genel olarak parasal ihtiyaçlarını karşılıyor ve elindeki Çin malı insansız hava araçlarını Hafter güçlerine tahsis ettiği gibi hava gücüyle de sahada bizzat rol üstleniyor. Ürdün savaş uçakları da sahada boy gösteriyor. Suudi Arabistan'ın Hafter güçlerine sağladığı silahlar, zırhlı araçlar, tanklar var. Rusya'nın Wagner, Şit ve Patriot şirketleri paralı askerleriyle sahada. Ayrıca BAE'nin satın alıp Hafter'in ordusuna verdiği Pantsir-S1 karadan havaya kısa ve orta menzilli hava savunma füze sistemi ve uçaksavar toplarını bölgede kurulu. Pantsir'lerin 10 batarya olduğu söyleniyor. Fransız-Alman ortak yapımı uçaksavar sistemleri de sahada. Bunların biri yakın zamanda SİHA ile vuruldu. Rusya'nın da Suriye'den bazı milisleri Mısır üzerinden Libya'ya getirdiği konuşuluyor.
Hafter'in ilk dış temsilciliğini (elçilik) Şam'da açması da Rusya'nın Hafter'e duyduğu yakınlığın bir göstergesi olarak yorumlanıyor. Elbette bu temsilciliğin Suudi Arabistan ve BAE'nin Suriye'ye yaklaşımlarında bir yumuşamaya işaret ettiği de söylenebilir.
Suriye-Türkiye gerilimi Suriye'ye düne kadar kapalı olan pek çok kapıyı aralayacak ve Rusya kapısını açık olmaktan "aralık" seviyesine kadar kapatacak gibi görünüyor.
Libya'daki gerilimin, Suriye'de bıçak sırtında giden ilişkileri "bozma" ihtimali büyük. Çok kısa süren bir çatışma ile çok sayıda asker cenazesinin Türkiye'ye yollandığı; bir tür cezalandırma ve hizaya getirme tarzının kendisini tekrarlaması mümkündür.
Türkiye-Sarraj cephesinde, şimdilik sadece Katar var.
Türkiye Sarraj Hükümeti’ne tekerlekli zırhlı araçlar (Kirpi), İHA ve SİHA'lar sattı. Kısa ve orta menzilli hava savunma sistemleri kurdu. Tanklar ve kundağı motorlu toplar taşıdı. Bununla birlikte en az 8 bin cihatçı, bir defaya mahsus 2 bin ve ayda 130 dolar maaşla Libya'ya götürdü. Bu sayının 15 bini aştığını söyleyen askeri kaynaklar da var. 2 bin-2300 civarında yeni bir cihatçı kafilesi Antep ve Kayseri'de eğitiliyor. Son zamanlarda Libya'ya uygulanan silah ambargosunu denetlemek üzere yürütülen İrini Projesi nedeniyle taşımada hava yolunun ağırlık kazandığı söyleniyor. Ancak bu projenin daha çok Yunanistan'ın ısrarıyla yürütüldüğü ve bizzat projeyi destekleyen devletlerin ambargoyu alenen deldiği sır değil.
Cihatçı "milislerin" masraflarını Katar karşılıyor.
TSK'nın masrafları hazineden karşılanıyor doğal olarak. Sarraj Hükümeti’ne satılan İHA-SİHA'lar için Bayraktar şirketlerine, Kirpi ve benzerleri için BMC'ye ödeme yapılıyor. Libya'nın petrollerini Ukrayna'ya taşıyan tankerlerin kime ait olduğu, sanırım merak edilmiyordur. Şu sıralarda, Hafter vanaları kapattığı ve zaten petrol fiyatları yerlerde süründüğü için Libya petrolünün pazarlanmasına dair yeni haberler duymayacağız.
Sahada SADAT aktif rol üstlenmiş durumda. Ayrıca TSK'ya ait bir karargahın ve bağlı birliklerin olduğu şüphe götürmez.
Libya önlerinde Türkiye Deniz Kuvvetleri’ne ait 3 fırkateyn sürekli görevde. Kısa ve orta mesafe hava savunma sistemleriyle donatılmış bu gemilerden ateşlenen füzelerle Hafter güçlerine bağlı bazı insansız hava araçları vuruldu. Füzenin ateşlendiği anın fotoğrafları Batı basınında yer aldı.
Yakın zamanda TSK bölgede çok kritik iki tatbikat yaptı. Birisi 33 suüstü unsuru ile yapılan Deniz Kuvvetleri tatbikatıdır. 17 Nisan'da yapılan MSB açıklamasıyla "TSK'nın bölgede bir deniz ve hava müşterek tatbikatı yaptığını" öğrendik. Daha sonra öğrendiğimize göre çeşitli hava üslerinden havalanmış 11 (veya 16) F 16, bir tanker uçak, bir erken uyarı uçağı (Awacs), bir çarpışma veya başka bir nedenle denize düşen personel olursa, arama-kurtarma ve ilk yardım yapacak özel timleri taşıyan nakliye uçağından oluşan görev kuvveti Libya hava sahasına kadar gitmiş ve geri dönmüştür.
Rus basınında bu hava birliğinin kendi hava savunma sistemleri tarafından geri çevrildiği; Yunanistan basınında ise kafileye kendi hava kuvvetlerinin önleme yaptığı yolunda haberler yer aldıysa da, TSK'nın Libya'da şimdilik Türkiye'den hareket ederek etkili bir güçle operasyon yapma kabiliyetinin olduğu görülmüştür. Doğu Akdeniz’de kıyısı olan ülke ordularının hiçbirinin bu tarz bir harekat imkan ve kabiliyeti yoktur. Bir sonraki adım, Trablus'un batısındaki Hafter güçlerinin elinde bulunan son yerleşim de alındıktan sonra, Libya'da sabit bir hava gücü bulundurma adımı olabilir.
Libya'nın bütün önemli şehirlerinin kıyı şeridinde olduğu göz önünde bulundurulursa, bu şeride deniz, hava ve kara birlikleriyle geniş çaplı harekatların planlanmakta olduğunu tahmin etmek zor değil.
Son zamanlarda Libya Karargahı, Hafter güçlerinin elinde bulunan Trablus civarındaki yerleşimlerin tamamına yakınını ele geçirdi.
Korona dolayısıyla bütün dünyanın dikkatinin salgına odaklandığı bir esnada Türkiye Libya'da dengeyi değiştirmeye çalışıyor. Bir denge ortaya çıkar ve kesin askeri başarılar elde edilirse, mesela petrol bölgesi özel operasyonlarla denetim altına alınırsa Sarraj Hükümeti Avrupalı destekçiler bulabilir.
Tabii bütün bunları, sahadaki savaşın, hiç değilse başlangıçtaki bir aşamasının, sadece Hafter güçleriyle Türkiye'nin "taşıma birlikleri" arasında yaşanacağı varsayımına dayanarak söylüyorum. Doğrudan söylemek gerekirse, bu varsayım, ABD'nin, Fransa'nın veya Rusya'nın başlangıçta sahaya inmeyeceği öngörüsü üzerine kuruludur. Bu öngörümün gerisinde, Rus paralı asker şirketlerinin cephe hattından uzakta durması ve Türkiye'ye bağlı askeri unsurların da Wagner ve diğerleriyle karşı karşıya gelmekten özenle kaçınıyor olması bulunuyor.
Esasen Türkiye'nin Libya'daki siyasi hedeflerinden birincisi, Sarraj Hükümeti’nin çökmeyeceğini kesinleştirmek ve böylece Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması’nın geçerliliğine dair tartışmalara son vermektir.
Bu hedefin devamında ise, Hafter’in başarısızlığını görünür hale getirerek, hiç değilse Tobruk'daki Temsilciler Meclisi içinde dengeleri değiştirmek ve böylece Sarraj Hükümeti’ni tartışmalı olmaktan çıkarmaktır.
İkinci siyasi hedef ise Libya'daki müttefikini askeri gücüyle ayağa kaldıran ve Doğu Akdeniz bölgesinin, askeri kabiliyetleriyle öne çıkan bir kıyıdaşı olarak enerji kaynaklarının paylaşımı için kurulmuş olan masaya oturmaktır.
Saray rejimi bu arada İdlib'deki cihatçıları bir nebze seyreltmek; Rusya ve Suriye'nin Heyet Tahrir-üş Şam ve DEAŞ şemsiyesi altındaki örgütleri İdlib'de "bitirme" kararlılığı karşısında, bu örgütleri Libya'ya taşıyarak "himaye etmek"; taşıyabildiklerini de, İdlib'de kalacak olanları da üniforma değiştirterek "Suriye Milli Ordusu" kisvesi altında melanetlerine devam etmelerini perdelemek niyetindedir.
Sarraj Hükümeti esas olarak Libya'daki İhvancıların ve Mısır'dan kaçmış İhvancıların hükümetidir. Dolayısıyla Erdoğan Libya'da İhvancılığı iktidarda tutarak, Arap Dünyasında İhvan üzerinden nüfuz alanı yaratma hayalini sürdürebilecek; Sisi rejimiyle hesaplaşmak için Libya'daki İhvan'ı güçlendirecektir.
Yabancı basında "Erdoğan'ın şahsi ordusu" olarak tarif edilen SADAT'ı meşrulaştırmak, askeri bir başarı kazanılırsa, başarıyı SADAT'a yazmak ve TSK içindeki etki alanını daha derinlere indirmek bir diğer rejim hedefidir.
Ve Saray'ın hedeflerinden birisi "ailenin" savaş sanayii ürünlerini sahada pazarlamak ve nihayet Libya petrol gelirlerinin en azından ortağı olmaktır.
Bahtsız Libya'nın efendisi olmaya heveslenenlere bir kaç uyarıyla bitireyim: Kral İdris, 1969'da, Bursa Kaplıcaları’nda dinlenirken Albay Kaddafi tarafından devrildi. 14 yaşındaydım. Tesadüf o gün Bursa'daydım. Sonra Kaddafi rejiminin çürümüşlüğünü gördüm, Türkiye'nin askeri okullarında okuyan Libyalı öğrencilere bakarak. Kaddafi'nin yıkılışını ve feci ölümünü gördüm. Sonra ABD'nin Libya Büyükelçisinin öldürüldüğünü ve yakıldığını gördüm. Ve ABD'nin çaresizliğini. Sonra DEAŞ'ın her yerde olduğu gibi petrol bölgelerine hakim olduğunu. Ve sonra DEAŞ'çıların eski efendileri tarafından tedip edildiğini gördüm.
Kısacası, Libya'da kısa bir süre için her şey olabilirsiniz. Ama sadece kısa bir süre için.
Tadını çıkarın.