BEREKET KAR’ın LKP’nin 93. yıldönümü etkinliğinde yaptığı konuşmadan: “21. yüzyılda tüm farklıklara rağmen halkların ve emekçi güçlerin birlikte, eşitçe ve adilce yaşayacağı ortak vatan -şimdilik- sosyalizm değilse eğer, demokratik federatif bir sistem olabilir.”
Lübnan Komünist Partisi’nin (LKP) 93. kuruluş yıldönümü çerçevesinde 28-29 Ekim’de Beyrut’ta düzenlediği “Bölgedeki Çatışmaların Karakteri ve Çoklu Boyutları” başlıklı “Fikir Atölyesi”ne Lübnan, Filistin, Suriye, Tunus, Ürdün, Kuveyt, Sudan ve Türkiye’den siyasetçi, yazar ve akademisyenler katıldı. İki günlük çalıştayda şu konular tartışıldı: 1-Bölgede devam eden çatışmalar, Skyes-Picot anlaşması ve büyük bölge ülkelerinin projeleri; 2-Arap aleminde ekonomi-politika ve alternatif kalkınma planları; 3-Dini kurumlar, İslami hareketler ve bölgeye yönelik yabancı planlar; 4-Arap ayaklanmalarından sonra siyasi yönetimlerin geleceği ve Arap savaşları.
Türkiye’den katılan Ortadoğu uzmanı, gazeteci Bereket Kar’ın LKP’nin etkinliğinde yaptığı konuşmayı sunuyoruz:
Günümüzden yüz yıl öncesine baktığımızda, unutulmayan iki önemli olayı görürüz; biri Ekim Devrimi, diğeri Sykes-Picot anlaşması. Ekim Devrimi, tüm dünya halklarının geleceğe umut ve güvenle yaklaşmasını sağlarken, Sykes-Picot anlaşması ise bölge halklarının hayallerini yıkıp karamsarlığa sürükleyen bir sürecin başlangıcı olmuştur. Bu her iki hadise, hala halkların belleğinde kaşıt yönde fırtınalar koparmaya devam ediyor. Reel sosyalizm 70 yıldan sonra yıkılmasına rağmen, insanlığa kazandırdığı müktesebatla geleceğin umudu olmaya devam ederken, Sykes-Picot ise, Siyonist-emperyalist hedefleriyle, başta Filistin olmak üzere bölge halklarının yaşamında, ABD’nin desteğindeki radikal siyasal İslamcı güçlerin yeni bir tsunami felaketi olarak yer alıyor.
Sevgili dostlar, herkesin bildiği reel siyasi sonuçların içine dalmak yerine, kapitalist-emperyalist sistemin, çıkarları gereği bölge halkları ve devrimci güçlerine karşı sürdürdüğü stratejik politika ve projelerine ışık tutmak isterim. Diğer yandan, yüz yıldır kendi halklarına ve toplumsal devrimci dinamiklerine karşı, bu sömürgeci emperyalist güçlerden beslenen, desteklenen bölgenin “Ulus Devletler”inin, halklarının toplumsal, ekonomik ve siyasal hiçbir sorununa çözüm sunmamalarının getirdiği ağır yükün altında dağılmaya başlayışını ve tarihi misyonlarının sona erişini irdelemenin ve alternatif yönetim biçimlerinin ne olabileceğini tartışmanın ciddi önem kazandığını düşünüyorum.
Değerli dostlar,
Burada sormamız gereken soru şudur: “Arap Baharı”yla birlikte, bölge genelinde ortaya çıkan toplumsal, siyasal gelişmeler, 21. yüzyılda, geçmiş yüzyılın sınıf çelişkilerinden farklı olarak hangi çelişkilerden kaynaklanmış olabilir? Kapitalist sistem, toplumsal dinamiklerin hak, hukuk ve özgürlüklerinden yoksun ve tecrit edilmiş olduğu koşullarda yeni toplumsal süreci yönlendirerek kendini yeniden üretme şansına sahip midir? Değilse, çatışmaların asıl nedeni, tüm bu alt üst oluşların temel kaynağı, yüz yıl önce emperyalist güçler arasında imzalanan Sykes-Picot’nun kullanım süresinin dolması, bu günü karşılayamaması sonucu, süper güçlerin bölge haritasını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden çizmek istemesi midir?
Bu soruları cevaplamadan önce, sosyalist sistemin yıkılışının ardından, kapitalizmin tek kutuplu bir dünyada sınıf mücadelesinin kalmadığını, dolayısıyla ideolojilerin, sınıf siyasetlerinin bittiğini propaganda ederek tek alternatifin kapitalist sistem olduğunu ilan etmesinin hükmünün, beklenenden çok daha kısa sürdüğünü söylemek mümkündür. Buna karşılık 1917 Ekim devrimiyle kapitalist sistemi o dönemde sarsan ve yıkmaya başlayan sınıf çelişkilerine dayalı sosyalizm ve demokrasi uğruna mücadele alternatifleri bugün hala sunulabilmiş değildir. 21. yüzyılda tüm değişim ve dönüşümlere rağmen, burjuvazi, sınıflar üstü yeni bir mücadele konseptini tanımlayamadığı gibi ortadan da kaldıramadı.
Buradan, değişik plan ve projelerle bölgenin bütününü kapsayan kaos, çatışma ve kirli savaşlara gelecek olursak, tüm bunların, çözümü on yıllar boyunca bilinçlice süper güçler ve bölgesel işbirlikçilerince ertelenen, ekonomik, sosyal ve siyasi sorunların patlak vermesiyle açıklanabilir ancak. Çözümü ertelenen sorunların başında Filistin ve Kürt sorunu gibi ulusal sorunların yanında, işsizlik ve yoksulluk, demokratik hak ve özgürlüklerden yoksunluk, artı her dönemde kullanılmaya müsait olan dini ve mezhebi çelişkilerin varlığı, bölgede istenildiğinde fırtınalar koparmaya yeterli nedenler olarak görünüyor. Hepimiz biliriz ki Ortadoğu, yalınızca kara altınıyla (petrol) değil yukarıda saydığımız, inanç, mezhep, ırk, dil, din, kültür ve ulusal kimlikleriyle de zengin bir bölgedir.
Sosyalist sistemin yıkılışını, dolayısıyla gerileyip zayıflayan devrimci demokratik güçlerin konumunu fırsat bilen kapitalist sistem, nüfuzunu arttırmak, otoritesini yeniden kurmak hedefiyle, bölgenin genel kültürüyle ters düşmeyecek farklı İslami hareketleri destekleyerek, halkların on yıllarca mahrum kaldığı, sosyal, demokratik hak ve özgürlük taleplerini istismar ederek, pörsümüş eski yönetimleri değiştirmeyi önüne bir görev koymuştur. Emperyalist devletlerin bu desteğini kısa bir zamanda fırsata çevirmeyi beceren siyasal İslami hareketlerin, aldatıcı şiarlarla tüm Arap ülkelerinde kitleleri peşlerine takmış olmaları yalnızca kendi becerileriyle açıklanamaz. Bunun tarihsel bir zemininin olduğu, Müslüman Kardeşler’in varlığının yanı sıra yukarda zikrettiğimiz objektif ve sübjektif koşulların varlığıyla açıklanabilir. Emperyalist-Siyonist güçlerin radikal siyasi İslam güçlere yaptığı bunca destek, bölgenin yeniden düzenlenmesi projesini hayata geçirmek kadar, buna itiraz eden yönetim ve güçleri alaşağı etmekle de ilgilidir. Ne var ki sömürgeci güçlerin gözden kaçırdığı, radikal İslami güçlerin her zaman çifte bir ajandaya sahip olduklarıdır. Kapitalizme karşı alternatif bir programa sahip olmayışları, bunların siyasal iktidarı hedeflemedikleri anlamına gelmemektedir. Afganistan, Irak ardından, Tunus ve Mısır tecrübeleri, amaçlarını açıklayan önemli örneklerdir.
Reel sosyalizmin sistem olarak çöküşünün ardından işçi sınıfı, ulusal kurtuluş hareketleri ve devrimci-demokrasi güçlerinde yaşanan çöküntü ve moral bozukluklarıyla birlikte Ortadoğu’nun demografik yapısı gereği taşıdığı karmaşık çelişkiler, emperyalizmin kendini yeniden kurması açısından yumuşak bir karın sayılırken, radikal siyasal İslam açısından da kapitalizme karşı olunmadan, resmi İslam yönetimlerine alternatif olmanın en verimli bölgesi konumundadır. Böylelikle bölge, emperyalizmin yaşamsal çıkarlarının korunmasıyla siyasal İslam’ın iktidar olma arzusunun örtüştüğü nadir stratejik alanlardan biri haline geldi. Türkiye’de iktidarda bulunan AKP ise kendini siyasal İslam projesinin sahibi ve Türkiye’yi bölge gücü olarak sayarak, bir taraftan emperyalist ABD ve Avrupa’ya yaranmayı, diğer taraftan muhalif siyasal İslam’ı korumayı ve liderliğine soyunmayı kendine vazife olarak görmüştür.
Türkiye’ye, İslamcı bir parti tarafından yönetiliyor olması, artı on yıllarca NATO üyesi olması ve Batıyla güçlü ilişkilerinin olması hasebiyle Ortadoğu’da emperyalizm lehine misyon üstlenebilecek tek İslam ülkesi gözüyle bakılmıştır. Evet, Tayyip Erdoğan aynı zamanda BOP’un başkan yardımcılığını üstlenmiş bir şahsiyettir. Ne var ki aynı Erdoğan’ın, “Türk-İslam” sentezini yeni Osmanlıcılık hayaliyle Ortadoğu’ya yayma gibi emeller taşıdığı da bilinmektedir. Zira ecdadının sahip olduğu büyük Osmanlı imparatorluğundan, bugünkü Türkiye’ye küçülmesini bir türlü hazmedememiştir. Türk devletinin ve sistem partilerinin bütününe hakim olan bu kompleks, AKP’yle ve müttefiki ırkçı, milliyetçi güçlerle daha da belirgin hale gelmiştir. Tüm halkları ve özellikle Arapları küçümseme, Türklüğü kutsama ve yeni Osmanlıcılığı bölgeye hakim kılma gibi tahayyülleri siyaset aracı haline getirmiştir. Bununla yetinmeyen AKP’nin yeni Osmanlıcılığı, görevden alınan eski başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından, “Stratejik Derinlik” kitabıyla teorileştirilmiştir de. Dolayısıyla Erdoğan, bir taraftan bölgeye dönük İslami hayallerini dışa vururken, bir diğer yandan içe dönük, 80 yıllık laik yönetimden rövanşı kazanmayı hedeflemektedir.
Değerli dostlar,
Türkiye de siyasal İslam, tabii ki AKP ya da Erdoğan’la başlamadı. “Milli Görüş” adı altında toplanan hareketler, ilk olarak, 1946 da kurulan, “İslamı Koruma Partisi” ile zuhur etmiş, ardından 1951’de “İslami Demokrat Partisi” kurulmuş, devamında Milli Selamet Partisi, Refah, Fazilet, Saadet ve sonrasında şimdiki AKP kurulmuştur. Necmettin Erbakan Milli Görüş esasına dayalı düşüncelerini, “Birleşmiş İslam Milletleri Teşkilatı” önerisiyle bir uluslararası İslam projesi haline getirmiştir. Ne var ki Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve arkadaşları Erbakan’a karşı giriştikleri örgütsel bir darbeyle, “Milli Görüş” çizgisinden ayrılıp daha liberal bir çizgiyi benimsediler. Dolayısıyla ABD ve Batı tarafından benimsenip desteklendiler. “Milli Görüş” gömleğini soyunan Erdoğan ve arkadaşları, 2011’de Tunus’ta M. Ebu Azizi’nin kendini yakmasıyla ateşlenen, “Arap Baharı” sürecine “İslam-Türk” teziyle hazırlıklı başlayıp bölgesel bir güç olduğunu kanıtlamaya soyunmuştur. Erdoğan, bu projesini 30 Aralık 2012’de Ankara’da toplanan AKP Kongresine hitaben yaptığı konuşmayla ve kongreye davet ettiği konuklar itibariyle ilan etmiştir. Davetliler arasında; Halid Meşaal (Hamas), Muhammed Mursi (Mısır), El Nucefi, El Haşimi (Irak), Mesud Barzani, (G. Kürdistan), İrşad Salih (Somali), El Ğannuşi (Tunus), Mahmud Abbas (Filistin), Osman Taha (Sudan) bulunmaktaydı. Bu şahsiyetlerin tümünün AKP Kongresinde bulunmuş olmaları Erdoğan’ın temel stratejisinin ne olduğunu, üstlendiği misyonu ayan beyan ortaya koymuştur.
Tarihsel olarak dinlerin, “mukaddes” dört kitapta yer aldığı gibi, hiçbir zaman takipçileri tarafından yalnızca inançsal ve manevi olarak ele alınmadığını tümümüz biliyoruz. Geçmiş tarihsel süreçlerde dinler, savunucuları tarafından siyasal iktidara ulaşma, dolayısıyla toplumun sevk ve idaresi için bir araç olarak kullanıldığını da biliyoruz. Özellikle İslamiyet’in yaygın olduğu Ortadoğu coğrafyasında çok daha belirgin olarak din, iktidar savaşlarının doğrudan aracı olmuştur. Orta çağlarda, Hıristiyanlıkta, kiliseler aracılığıyla aynı iktidar savaşlarının sürdürüldüğü biliniyor. Müslümanlığın çıkış ve yayılma dönemlerinde yaşadığı iktidar mücadelelerinin benzerlerini bugün radikal ve de ılımlı İslami güçler Selefilik, Vahabilik, Müslüman Kardeşliği, “Milli Görüş” gibi teorilerle, İslam inancını kullanarak yapmaktadır. Din, tam anlamıyla siyasileştirilmiş, “kutsal kitaplar” ise anayasa olarak topluma dayatılmıştır. Böylelikle dünyadaki maddi ve manevi yaşamla, “ahiretteki yaşam” iç içe geçirilmiş durumdadır. Bu bir yana, bugün gerek IŞİD, Nusra, El Kaide, Müslüman Kardeşler, Milli Görüşçüler, Selefiler ve diğerlerinin, ılımlısıyla radikaliyle, hakim olan emperyalist-kapitalist sisteme karşı ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda nasıl bir alternatif sunduklarına bakıldığında somut, kapitalizme karşı ciddiye alınacak hiçbir programa rastlanamaz. Bütünü, şeriata dayalı yaşam biçimini ve kapitalizm çerçevesinde bir yönetimi esas alır. Demokrasi, laiklik, çoğulculuk, kadın-erkek eşitliği, hak ve özgürlükler, cins ayrımcılığına karşı olma, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, azınlık hakları, düşünce ve inanç özgürlüğü gibi hak ve özgürlüklerin siyasal İslami güçlerin hiç birinin gündem ve programında bulunmaması bir tesadüf değildir. İslam adıyla anılan tüm devletlerin de ortaklaştığı özellikler aynıdır.
İktidarda bulunan AKP’nin de laikliği ortadan kaldırarak devleti İslamlaştırmak için hayatın her alanında yoğun bir çaba sarf ettiği ve önemli mesafeler kat ettiği bilinmelidir. Ülke içinde sürdürdüğü bu İslamlaştırma politikalarına paralel olarak, dış politikada da yedi yıl boyunca, menşeine bakılmaksızın, silahlı-silahsız tüm İslami muhalefet hareketlerine her türlü yardımı sağlayarak, iktidara taşıma çabalarını sürdürmektedir. Bunun en bariz yaşandığı alan Suriye olmakla birlikte, coğrafyanın bütününde de yaşanmaktadır.
AKP iktidarının, ılımlı siyasal İslam projesini Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da gerçekleştirmedeki başarısızlığı, (Suriye, Mısır, Tunus gibi) IŞİD gibi radikal İslami güçlerin de başarı şanslarını azaltmıştır. Türkiye’nin, kendi içinde ve bölgede şiddet, nefret, mezhep ayrımcılığı ve savaş ekseninde sürdürdüğü politikalar nedeniyle büyük bir gerileme yaşadığı, uluslararası ve bölgesel müttefikleriyle güven bunalımına girdiği de bir gerçektir. Dış güçlerle bölgesel işbirlikçilerinin direkt müdahalelerinin yanı sıra vekalet savaşını vahşice sürdüren IŞİD ve diğer yüzlerce örgüte rağmen, genelde ve özellikle Suriye ve Irak’ta planlanan projelerin başarılmamasının altında şüphesiz ki; bölgesel ve yerel yurtsever, demokratik, laik güçlerin (başta Kürt silahlı güçleri) gösterdiği silahlı ve silahsız direnişi yatıyor. Bölge halklarının çoğunluğunun karşı çıkması ve Rusya, İran ve Hizbullah gibi kimi devlet ve örgütlerin ABD ve İsrail’le olan siyasi çelişki ve çatışmaları, IŞİD’in devlet olarak devamını engellemiş ve diğer İslami örgütlerin askeri yenilgisini sağlamıştır. İran, Hizbullah ve benzeri İslami, şeriatçı güçlerin siyaseten direniş hattında yer alarak ABD ve Siyonizm’e karşı mücadele ettikleri inkar edilemezken, uzun erimde devrimci, demokratik, yurtsever ve laik bir yönetimden yana olmadıkları bilinmektedir.
Sonuç itibariyle bir özetleme yapacak olursak; kapitalist-emperyalist sistemin, onu her gün biraz daha tarihi sınırına yaklaştıran iç çelişki ve çatışmalarından kurtularak insanlığa iddia ettiği şekilde yeni bir sistem sunamadığı, siyasal İslam’ın da bir gelecek projesi olmak bir yana, kapitalizme eklemlenmiş bir türev olduğu görülmüştür. Küresel düzlemde sınıf mücadelesi varlığını sürdürürken, sınıflar üstü olduğunu iddia eden bir yönetim biçiminin insanlığa eşitlik, adalet ve özgürlük sunamayacağı gibi, bunun yanı sıra “Ulus devlet”in de giderek misyonunu yitirdiği gözlemlenmektedir. Avrupa’da ulus devletler merkeziyetçi yapılarını idame ettirmek için hak ihlalleri ve şiddete başvurmak durumunda kalırken, Ortadoğu’daki ulus devletler yıkılmaya yüz tutmuştur. Bundan çıkaracağımız sonuç, 21. yüzyılda tüm farklıklara rağmen halkların ve emekçi güçlerin birlikte, eşitçe ve adilce yaşayacağı ortak vatan -şimdilik- sosyalizm değilse eğer, demokratik federatif bir sistem olabilir. Bu sorun toplumsal, siyasal devrimci dinamiklerin gündemini işgal etmelidir. Bölge halklarımızın “Arap Baharı”yla başlayıp, yaşamaya devam ettiği tecrübelerden çıkaracağımız dersler arasında; ulus devletlerin bunda böyle de halkların taleplerini karşılamayacağı, toplumun farklı birleşenlerine ortak ve eşit barış getiremeyeceğinin bilinci önemli bir yer tutuyor. Öyleyse, sınıfsal devrimci-demokratik güçlerle, inanç ve kimlik farklıkları, İslami yurtsever ve anti-kapitalist güçleri çoğulcu karakteriyle bir arada tutacak konfederal bir yönetim tarzının ciddi şekilde araştırılıp tartışılması elzem hale gelmiştir. Değilse, küresel düzlemde giderek gelişip yükselen milliyetçi, şoven, şiddet ve savaş yanlısı eğilimlere karşı koymak ne tekçi, milliyetçi ulus devletleriyle ne de tek tek parti ve hareketlerle mümkün görünmemektedir. Birleşik, devrimci-demokratik ve eşitlikçi cephelerin örülmesinin zamanı gelmiş de geçiyor… Hepinizi saygıyla selamlarken, Partiniz Lübnan Komünist Partisi’nin 93. kuruluş yıl dönümünü kutluyor, mücadelenizi selamlıyorum.