Tunahan GÖZLÜGÖL yazdı: “Çevreyi ve şehri sermayenin metası olarak gören bir iktidar için iklim değişikliği diyebilmek bile büyük bir değişim olsa da buna “devrim” demek mübalağadan başka bir şey değildir.”
Uzun zamandır çağın değişimine göre farklı şekiller alan çevre mücadelesinin odağı da değişti. Son yıllarda ciddi bir boyuta ulaşan iklim değişikliği önemli bir odak haline geldi. Kapitalist sistemin yıkıcı haliyle ortaya çıkan iklim değişikliği yine kapitalist odaklarca çözümlenmeye çalışılıyor. Bunun ilk ve önemli adımı 4 Kasım 2016’da gaz emisyonlarının yüzde 55’ini oluşturan en az 55 tarafın onaylanması koşulunun sağlanması ile Paris Anlaşması’dır. Bu anlaşma iklim değişikliğine sebep olan birçok noktaya değiniyor. Özellikle sera gazlarının emisyonlarına odaklanıyor. Bu emisyonların yarattığı sıcaklık artışının sanayi devrimi öncesine göre sıcaklık artışında 2 dereceyi aşmamak; şu anki durumda sanayi devrimi öncesine göre 0,5 derece arttığı için bundan sonraki süreçte 1,5 dereceyi aşmamak hedefleniyor. Bu hedef odaklı anlaşma 2016’dan bu yana taraflarını arttırdı. Son etapta Türkiye’de bu anlaşmayı onaylayan taraflardan biri oldu. Bunu tek bir boyutta değerlendirecek olursak Türkiye açısından büyük ve önemli bir adım olarak görmek mümkün. Ancak geçmiş ve gelecek cenderesinde pratikte bu böyle mi?
Anlaşmanın yürürlüğe girmesi ile kabine toplantısı sonrası ilk adım “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ismi “Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı (ÇŞİDB)” olarak değiştirilerek atılmış oldu. Bu adım ile “İklim Değişikliği ve Uyum Koordinasyon Kurulu” ve “İklim Değişikliği Başkanlığı” kuruldu. Her şeyden önce çevre, şehircilik ve iklim değişikliği gibi üç farklı konunun bir çatıda ele alınması ciddiyetin yeteri kadar anlaşılmadığını ortaya koyuyor. “İklim Değişikliği” eklenmeden önceki haliyle bile bu bakanlık ne kadar çevreci ve ne kadar planlı bir şehir oluşturdu ki? Kapitalist düzen içerisinde çevrecilik de şehircilik de sermaye odaklı ilerledi hep. En basit örnekleriyle ormanlık alanlara maden yapılırken verilen “ÇED gereksizdir” kararlarından, tarihi alanlara dikilen gökdelenlere verilen izinlere kadar bu odağı görmek mümkün. İklim değişikliği konusunun da Türkiye’de sermaye sınırlarını aşmayacağını söylemek yanlış ve eksik olmayacaktır.
Paris Anlaşması’nda Türkiye
Paris Anlaşması’nın Türkiye’de yürürlüğe girmesiyle yapılan planlama Yeşil Kalkınma “Devrimi” olarak açıklandı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği (ÇŞİD) Bakanı Murat Kurum yaptığı açıklamada yeni bakanlığın ve kalkınma planının devrim niteliğinde bir karar olduğunu ifade ediyor. Çevreyi ve şehri sermayenin metası olarak gören bir iktidar için iklim değişikliği diyebilmek bile büyük bir değişim olsa da buna “devrim” demek mübalağadan başka bir şey değildir. Bakan Kurum, yaptığı değerlendirmelerde 2053 yılı için net 0 (sıfır) emisyon hedeflediklerini ve bunu başaracaklarını dile getiriyor. Bu açıklama ile Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nın yayınladığı “Niyet Edilen Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkı” isimli belgede öngörülen plan-politikalar kısmında enerji ile ilgili termik santrallerin kapatılmasına ve azaltılmasına dair herhangi bir politika yok. Türkiye’de elektrik üretiminin %37’sini kömürlü termik santraller oluşturuyor. Türkiye’de emisyonun “net” sıfıra inmesi kömür bazlı termik santrallere dair bir politika olmadan mümkün müdür? Bir diğer konuya gelecek olursak yine öngörülen plan-politikalarda 2023 yılında faaliyete başlayacak bir nükleer enerji santrali inşa edilecek. 1986 yılında Çernobil’de yaşanan nükleer santral kazası Türkiye dahil birçok ülkeye, 1945’te Hiroşima’ya atılan atom bombasının 50 katından fazla radyasyonla etki etti. Karadeniz’de yıllarca bitkiler, su kaynakları kanser saçtı. Nükleer enerji santrallerinin atıkları zaten ciddi bir kirlilik yaratırken her an patlayabilecek 50 atom bombasını ülkenizde barındırmak iklim değişikliği için bir hedef midir? Var olan bir tehlike veya geleceğe dönük potansiyel tehlike teşkil eden hiçbir üretim biçimi iklim değişikliğinde hedeflenen politika olamaz. Eğer Paris Anlaşması bir kriterse bu anlaşmaya taraf ülkelerin en “gelişmiş” olanları; değil termik santral nükleer santral bile barındırmıyorlar ülkelerinde. G20 bu demek değil miydi sizler için? Bütün bunlara ek olarak bir de ekolojik bir marifetmişçesine Hidro Elektrik Santrali (HES) sayılarını arttıracaklarını ilan etmeleri aslında bu anlaşmaya taraf olmanın altında yatan rantı gözler önüne seriyor.
HES, Türkiye için uzun yıllardan beri ciddi sorunlara yol açmış bir üretim aracıdır: Karadeniz’i ranta açmış, köyleri ve tarihi sular altında bırakmış, balıkların göç yollarını tehlikeye sokmuştur. HES daha en başında sulak alandaki ağaçların kesilmesine neden oluyor ve bu florayı, faunayı yok ediyor. Yapımı sırasında hafriyat mevzuata uygun olmayan şekillerde dere yataklarına dökülüyor. Bu suyun akış hızını, yönünü etkileyebilir ve hatta yüzey sularının kurumasına sebebiyet verebilir. Böyle bir sorun başlı başına göç eden balıklardan orada su içen canlılara kadar ciddi bir kıyıma yol açabilir. HES’ler ile oluşacak barajlar da bu tip kıyımlara yol açabilmektedir. HES’ler bulundukları alanlarda mikro iklim değişikliğine bile yol açabilmektedir. Oluşan baraj gölü asidik ve/veya tuzlu ise çevresindeki toprak yapısını da değiştirmektedir. Bunları topladığınızda da HES’ler yapım aşamasından var olma aşamasına değin her aşamada flora ve faunaya zarar veren bir enerji üretim aracıdır. Peki bu denli zararlı bir üretim aracını iklim değişikliğine konu etmek bir hedef midir?
Bütün sorulara cevap vermek gerekirse hayır, hayır, hayır…
Mücadele ne olmalı?
Paris İklim Anlaşması iklim değişikliği için birçok anlam ifade ediyor. Anlaşmanın hedefi bakımından ekolojik bir gerçeklik ifade ediyor. Bilimsel açıdan oluşturulan çerçeve önemli ölçüde iklim değişikliğinin önüne geçiyor. Ancak bütün bunlar teorik olarak bir şeyler ifade ediyor. Elbette teorik olarak bu anlaşmanın anlattıklarını anlatmamız gerekiyor ancak teorik olarak anlattıklarımızı pratikte anlaşmanın taraflarından çok farklı gerçekleştirmemiz gerekiyor. Bunun nedeni en başta oluşturulan anlaşmanın iklim anlaşması olduğunu söylemek mümkün ancak iklime entegre bir ekonomi yani yeşil kapitalizmden bahsediliyor olmasıdır. Yani iklim değişikliğinin önüne geçme derdi önem arz ediyor ama bu iklim değişikliğini yaratan bir sistemi meşru kılarak bunu dert edinmek soruna getirilen çözüme sadece teorik bir açı kazandırır. Peki pratiğe dökmenin yolu nereden geçiyor? Elbette anti-kapitalist mücadeleden. Kapitalist sistemin yani artı değerin olduğu bir sistemin devamlılığı her daim bir sorun teşkil edecektir. İhtiyaç odaklı üretim anlayışı dışındaki her üretim biçimi de sorun teşkil etmeye devam edecektir. Ekoloji mücadelesi en başında buradan başlar. Bizler kapitalizmin karşısında mücadele etmedikçe anlaşmalar ve taraflar suni ve geçici çözümler olmaktan öteye gitmeyecektir. Afili ve iddialı hedefler heyecan yaratsa da ne yazık ki bir değişiklik yaratmıyor. En temelden değişimi kabul ettikten sonraki kademe ekoloji odaklı sürdürülebilir politikalar üretmektir. Emisyonu gerçekten net sıfıra indirmek istiyorsan yenilikçi projelerin nükleer santral değil yenilenebilir enerji santralleri olmalıdır. Sürdürülebilir politikaları ürettikten sonra da bu politikaları doğru yerlere uygulamak bir sonraki adım olmalıdır. Örneğin kuşların göç yoluna rüzgâr santrali kurmak sürdürülebilir değildir. Mücadele hattı kanımca bu üç odaktan geçiyor. Bir cümlede özetlemek gerekirse: Anti-kapitalist ve sürdürülebilir politikalarla yenilenebilir enerji için doğru yerde mücadele hattı çizilmelidir. Bu olmadığı müddetçe sarf edilen her söz lafügüzaftır.