“Öyle ki bu biçim altında proletaryanın tehdit olarak yükseldiği konumda özel olarak şekillenen faşist hareketin devleti ve toplumu hep birden yutması söz konusudur. Bu, devletin burjuva egemenliğini korumaya yetmediği bir durumda işçi sınıfı devrimlerinin engellenmesinin özel biçimidir. Artık bir sınıf dengesinden söz edilemez.”
VEYSEL DENİZ
80 yıl sonra faşizm hortladı. Avrupa’da ve ABD’de ırkçılık ve yabancı düşmanlığının arkasına sığınan faşizm, Ukrayna ve Macaristan gibi ülkelerde milliyetçilik ve vatanseverlik kisvesinde sivil siyaset ve ordu gibi kurumlara yerleşti. S. Amin’in vurgusuyla, faşizm aslında hiçbir zaman yok olmadı. Kendini besleyen kapitalizmin kucağında hep uygun zamanın gelmesini bekledi ve neo liberalizmin kapitalizmin sorunlarına çözüm getiremediği günümüzde tekrar gündeme geldi.
Bir başka anlatımla, İkinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra faşist hareketler tamamen ortadan kalkmadılar, sadece yer altına geri çekildiler, gerçekte yok olmaksızın görünür olmaktan çıktılar. 1990’lardan itibaren tüm bu faşist hareketler bilinçli bir biçimde rehabilite edildiler ve hazırda bekletildiler. Özü itibariyle hemen hepsi faşist karakterlere sahip bulunsalar da onlar kendilerini “ulusalcı” olarak tanıttılar ve büyük medya da bu konuda onların “ulusalcı” olarak (faşist değil) kamuoyuna tanıtımına hizmet etti. Örneğin Fransa’da Le Monde Gazetesi, Le Pen’i bir faşist değil, ulusalcı lider olarak tanıtmayı uygun buldu.
Faşist diktatörlükler kapitalist sistemdeki otoriter-totaliter rejimlerin sadece bir türünü oluşturuyor. Nitekim 19yydan bu yana kendi de aslında bir tür diktatörlük olan gelişkin “burjuva demokrasileri” dışında, “oligarşik diktatörlükler”, “Bonapartist-popülist rejimler”, “askeri diktatörlükler” ve “faşist diktatörlükler”[1] tarih sahnesinde yer aldılar.
Bunlar içinde, örneğin Bonapartist rejimlerle faşist diktatörlükler arasındaki en belirgin farklılıktan biri, faşist rejimlerin, Bonapartizmde olmayacak ölçüde geniş bir kitle tabanına (halk desteğine) sahip bulunması ve bu kitle tabanının örgütleniş biçimlerinin farklılık göstermesi. Böylece bu rejim otoriterliğin aşağıdan yukarıya desteklenmesinin en belirgin unsurlarını bünyesinde taşıyor.
Ancak iki rejim arasındaki asıl farklılık rejimlerin sınıfsal içeriğinden kaynaklanıyor. Tarihte, Fransa, Almanya ve Rusya örneklerinde de görüldüğü gibi, Bonapartist iktidarlar genellikle iki sınıfın birbirini yenemediği, güçlerinin birbirini dengelediği durumlarda, esas olarak da devlet erkinin güç tutturan sınıflardan bağımsızlaşması olarak karşımıza çıkmaktadır.
İtalyan ve Alman faşizmi örneklerinden hareketle faşizmin burjuva demokrasisi içinde yeşeren, özgün bir karşı devrimci biçim olduğu ileri sürülebilir. Öyle ki bu biçim altında proletaryanın tehdit olarak yükseldiği konumda özel olarak şekillenen faşist hareketin devleti ve toplumu hep birden yutması söz konusudur. Bu, devletin burjuva egemenliğini korumaya yetmediği bir durumda işçi sınıfı devrimlerinin engellenmesinin özel biçimidir. Artık bir sınıf dengesinden söz edilemez. Bu açıdan faşizm “iktidarı alamayan proletaryanın cezalandırılmasıdır”.
Bu noktada Bonapartizm ile faşizmin bir başka ayrılık noktası daha ortaya çıkar. Bonapartizm siyasi iktidarı tümüyle gasp eder ve rüşveti kim fazla verirse ona devrederken, faşizm de iktidarı gasp eder ama onu kimseye satmaz. Zaten gelirken yüklendiği proletaryayı engelleme misyonu onun sınıfsal konumunu da belirler. Doğal olarak bu sınıfsal içerik Bonapartizm ile arasındaki yapısal farklılıkların da temelini oluşturur.
7 Haziran 2015 kırılması
Türkiye’de 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrasında yaşanan süreci esasta belirleyen üç faktörden söz edilebilir: Kürt hareketinin kazanımları, Orta Doğu’da ortaya çıkan gelişmeler ve AKP’nin tek başına iktidar olamaması. Bunun sonucunda Saray’ın darbesi geldi. Ancak bu Darbe Davutoğlu Hükümetine karşı yapılmış gibi görünse de, darbenin asıl hedefi seçimin asıl kazananı olan HDP idi. Geçiş döneminin paravanından başka bir şey olmayan Davutoğlu ise işten el çektirildi.
Sonrasında, dokunulmazlıkların kaldırılması ve faşizme karşı parlamentoda gerçek anlamda direnebilecek asıl güç olan HDP milletvekillerinin ve bazı CHP’li muhalif milletvekillerinin vekillikten düşürülmesi ile bu süreç faşist diktatörlüğe doğru hızla evrildi. Böyle giderse, yeni anayasa, baskın bir seçim ve ardından gelecek olan Başkanlık düzenlemesiyle bu süreç tamamlanacak.
Bu süreçte yeni siyasal ve ekonomik rejimin egemenleri (başta Saray olmak üzere) bir çok konuda başarılı bir konsolidasyon gerçekleştirdiler.
Sırasıyla:
(i) Tek başına AKP Hükümetinin 1 Kasım seçimlerinden sonra yeniden kurulması, Davutoğlu Hükümetinin azledilmesi ve dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla seçilmiş organlar olan yürütme ve yasamanın konsolidasyonu,
(ii) Başta ordu, polis, yargı ve MİT olmak üzere seçilmemiş organların konsolidasyonu,
(iii) Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen gibi örgütler aracılığıyla işçi ve emekçilerin ve esnaf örgütleri aracılığıyla küçük burjuvazi ve genel olarak halkın konsolidasyonu (% 50’lik halk desteği küçümsenmemeli),
(iv) Bir kısım cemaate yakın sermaye grubunun kriminalize edilerek dışarıda bırakılması haricinde büyük sermayenin ve işbirliği halinde oldukları yabancı sermaye gruplarının konsolidasyonu,
(v) Suriye ve Irak savaşına katılan ve geri dönüp AKP’ye sığınan ya da zaten bu amaçlarla MİT tarafından buralara gönderilen profesyoneller, bazı mafya grupları ve Ülkücü- Alperenci faşist hareketlerin bir kısmının Osmanlı Ocakları altında toplanarak, paramiliter güçlerin konsolidasyonu ve bunların 7 Haziran seçimleri sonrasında başta HDP parti binalarının yakılması olmak üzere Kürtlere karşı kışkırtıcı şiddet eylemlerinde kullanılması,
(vi) Son olarak MHP’nin bölünmesi ve CHP’nin içindeki sağcı güçlerin devletin ardına dizilmesi biçiminde, genel olarak Sağ siyasetin konsolidasyonu.
Faşizme doğru gidişte bir katkının da eski solculardan, eski sosyalistlerden, ekolojistlerden (daha ziyade ‘Yetmez Ama Evetçi’ler) geldiğinin altını çizmek gerekiyor. Bu bağlamda Türkiye faşizminin tarihte benzediği faşizm biçimlerinden (Hitler faşizminin yanı sıra) öne çıkanının İtalyan faşizmi olduğu ileri sürülebilir.
Mussolini de liberalleri (ünlü iktisatçı Pareto bunlardan birisidir), eski sosyalistleri ve ekolojistleri yanına alabilmişti. Bu anlamda, Mussolini ve faşist hareket 1920’lerdeki ekonomik kriz ve yükselen komünist harekete karşı ‘İtalyan Sağı’nın (aristokrasi, yeni burjuvazi ve orta sınıf) bir yanıtı idi.
Paralel bir biçimde, Türkiye faşizminin İtalyan faşizmi ile bir diğer benzerliği egemen sınıf bloğunu birleştirme konusundaki gayreti ve başarısıdır. Nitekim özellikle son dönem torba yasalar içinde çıkartılan emek karşıtı düzenlemeler ve büyük alt yapı ve üst yapı ihaleleri ve devlet bütçesinin kullanılış biçimleri egemen sermaye bloğu içindeki çelişkilerin yumuşatılmasına ve sermayenin bu gidişata en azından sessiz kalmasına yaradı.
“Yeni Osmanlıcılık- bölgesel güç olma arzusu”, bu yönde Suriye’yi parçalama ve IŞİD’e açıktan destek bu rejimin bir diğer temel karakteristiği. Bu nedenle de İtalya’nın Etyopya’daki emperyalist müdahalesi ya da Alman faşizminin Avrupa’daki savaşçı yayılmacılığı ile paralellik arz etmektedir.
Türkiye faşizminin ırkçılığı, Alman faşizminin Yahudi düşmanlığına benzer bir biçimde “Kürt düşmanlığı” üzerinden sürdürülmektedir. Bu özellikle de milliyetçi tabanın konsolide edilmesinde son dönem ön plana çıkartılarak, Kürt illerinin yerle bir edilmesinde kullanılmaktadır.
Rejimin belki de tarihte görülen faşist rejimlerden bir farklı yanı dinsel boyutudur. Türkiye faşizminin ayırıcı özelliği Selefi-Cihatçılığa dayalı İslamcı bir faşist rejim oluşturma yönünde hızla ilerlemesidir. Bu özellikle de kadın haklarının inkârı, kutsal aile, kürtajın günah ve suç olarak gösterilmesi (Trump’un faşist söylemlerine benzer bir biçimde) , gençliğin anaokullarından başlayarak dinci-cihatçı bir nesil olarak yetiştirilmesi, Alevi ve ateist düşmanlığı biçiminde yürütülüyor. Özellikle de son dönemde devletin kilit kadrolarına Selefi- Cihatçı unsurların yerleştirilmesiyle bu süreç hızlandırıldı.
Kuşkusuz şu ana kadar yaptığımız daha ziyade siyaset, kültür, din gibi üst yapı olarak da tanımlanan sistem dinamikleri üzerinden yapılan bir analiz. Bazı analistler de, RTE’nin kişilik özelliklerini ön plana çıkartan analizler yapmakta ve faşist rejimin kuruluşunu bununla açıklanmaya çalışılmaktadırlar. Örneğin RTE’nin ruhsal ve fiziksel hastalıklarının, narsist kişilik özelliklerinin, Yeni Osmanlıcı hayallerinin ya da iktidarları boyunca ortaya çıkan yolsuzlukların hesabını vermek istememelerinin faşizme doğru gidişin en önemli etkeni olduğu ileri sürülmekte ve antifaşist mücadele kişilerle ya da belli bir grupla mücadeleye indirgenmektedir.
Diğer yandan Hitler ruhsal olarak sağlıksız biriydi ama kendisine destek veren büyük sermaye gruplarının kendisinin yaptığı delilikleri sonuna kadar desteklemesini de sağlayabilecek bir gücü bu kesimlere uygulamış ve sonuç da alabilmişti. Mussolini ve Salazar (Portekiz) gibi diğerleri mental olarak hasta olmasalar da suç işleme konusunda hiç çekinmediler.
Kuşkusuz yukarıda sayılan özelliklerin süreç üzerinde önemli etkileri söz konusudur ama bunlar süreci açıklama konusunda yetersizdir. Çoğu kez de yanıltıcı da olabilmektedirler. Bu noktada faşizme gidişin hangi temel ihtiyaçtan kaynaklandığı irdelenmelidir. Bunun için de ekonomik alt yapıda olup bitene bakmak gereklidir. Zira Lenin’in de vurguladığı gibi “siyaset aslında ekonominin yoğunlaşmış halidir”. Bu, aslında, olay ve olguları “felsefi idealizm” ya da “tarihsel materyalizm” ile açıklama arasındaki temel farkın bir yansımasıdır.
Bu bağlamda ele alındığında liberal muhafazakâr bir iktidarın dinci-faşist bir rejime neden yöneldiğini açıklayabilmek daha kolaylaşmaktadır. Çünkü özellikle de 2008 küresel kapitalist krizi neo liberal stratejinin kapitalizmin uzun süreli durgunluğuna çözüm olmadığını, hatta sistemdeki çatışmaları ve çelişkileri daha da derinleştirdiğini ortaya koydu.
Böylece aslında dünya çapında otoriter rejimlere ve Türkiye özelinde faşist diktatörlüğe doğru gidişin altta yatan nedeni neo liberalizmin derinleştirdiği ekonomik sorunlar (kalıcı hale gelen durgunluk, krizler, artan gelir ve servet eşitsizliği, yoksulluk, kitlesel işsizlik, artan sosyal gerilim ve çatışmalar, genel olarak halkların memnuniyetsizliği, halk ayaklanmaları, direnişler) karşısında egemen sınıf bloğunun son çare olarak faşizme sarılmasıdır.
Geçmişte 1929 Büyük Depresyonu deneyimi, liberal –piyasacı çözümlerin çözüm olmadığını ortaya koymuştu. Buna karşılık olarak gündeme getirilen “korporatizm” ABD’de bir çözüm olabildi, sınıfları devlet eliyle uzlaştırdı ve emperyalist savaşın da yardımıyla krizden çıkılabilmesini (en azından 1970’lerin ortalarına kadar) sağlayabildi.
Ancak aynı korporatist uygulamalar burjuva demokrasisi ile yönetilen diğer bazı ülkelerde başarılı olamadılar ve İtalya, Almanya ve İspanya gibi ülkelerde faşizm ile sonuçlandılar. Bugün de neo liberalizmin başarısızlığı Bonapartist –faşist yelpazede çözümlere yönelinmesinin ana nedenini, egemen sınıfların bir tür yanıtını oluşturuyor. Ancak bu yanıt kapitalizmin yönetilmesi konusunda sıkıntıya düştüğünde başvurulan herhangi bir seçenek değil, derin bir kriz ve şiddet ortamında egemen sermaye açısından en iyi çözümlerden biri, hatta bazen geride kalan tek seçenek olarak kendini dayatıyor.
Bu açıdan Türkiye kapitalizminin yapısal sorunları derinleşip, ekonominin yeterince büyüyememe hali bir “yeni normal durum” olarak kendini sergilerken, özellikle de özel sektörün dış borçlarının yüksekliği, yabancı kaynağa olan tam bağımlılık, emek gücü verimlilik artış hızının yavaşlaması egemen sınıfları yeni arayışlara itiyor.
Bu noktada emek-sermaye uzlaşması yerini, esnek-güvencesiz-örgütsüz çalışma rejimi altında katı, ilkel sermaye birikimi koşullarını anımsatan bir emek sömürüsüne bırakıyor. Sermayenin bu ihtiyacı Saray’ın eliyle ve devletin seçilmemiş organlarından olan ordu ve polisin “Bölünme-Kürt devleti korkusu” nedeniyle Saray’a verdiği destekle (ya da sarayın devlete teslim olmasıyla) karşılık buluyor. Küresel kapitalist kriz ortamında, dışarıda ve içerideki savaş, giderek derinleşen ekonomik sorunlar ve bunların sınıf mücadelesi üzerindeki etkileri faşizmi sahneye çıkarıyor.
[1] Diktatörlüklerin açık ve örtülü biçimleri vardır. Faşizm bunlardan açık biçimler kategorisine denk düşer. Yani ‘örtülü faşist diktatörlükler’ den söz edilemez.