Korkut AKIN yazdı: “Türkiş Dekameron, İtalyan Boccaccio’nun 1348-1351 yılları arasında yazdığı hikâyelerin çağının çok ötesinde; dinsel baskı ve muhafazakar hayatın ikiyüzlülüğünü kimi zaman komik, kimi zaman trajik bir dille anlattığı notuyla başlıyor.”
Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı? Sizin de karşınıza çıkmıştır muhakkak; yanıtsız bir sorudur. Okullardaki münazara (bir zamanlar vardı ve gerçekten çok iyiydi, şimdi neden yok?) tartışmalarına kapı aralayan sorulardandı belki de kim bilir.
Teknolojinin de yardımıyla her şeyi bilgisayar karşısında bulabiliyor, çözebiliyor ve yapabiliyoruz. Bir tek gezmek dışında… Onu ne teknoloji ne de internet sağlayabildi; sağlayamayacak da. Gidip görmenin, görüp anlamanın, anlayıp anlatmanın yerini tutması mümkün değil. Hem zaten değil mi ki, hep gezmek, seyahat etmek, görüp anlamak istiyoruz.
Çok gezip çok okuyan en iyi bilen olabilir… İkisini harmanlayınca anlattıkları da güçlü, içten, sarsıcı, kapsayıcı oluyor.
Gazeteci…
Işıl Özgentürk, gazeteci (ama önce tiyatrocu, sinemacı, senaryo yazarı, anlatıcı). Şimdi hemen hiçbir gazetede rastlamadığımız röportajlar yapardı eskiden. Hem bilgilendirirdi hem de motive ederdi. Sahi, ben de ona öykünüp “büyüyünce gazeteci” olacağımı söylerdim. Işıl Özgentürk’ün, “ay ışığı ile eşeğin kuyruğu arasındaki diyalektik bağı kuran” röportajlarının dışında öyküleri, filmleri, oyunlarıyla hepimize katkısı büyüktür.
“Türkiş Dekameron”unu -ki, 2018’de çıkmış- yeni gördüm, hemen aldım ve yutarcasına okudum. Dekameron’u bilirsiniz, Giovanni Boccaccio’nun dünyaca ünlü yapıtı… Rekin Teksoy çevirisini okumanızı öneririm. Birbirini açan öyküler toplamı diyebiliriz, veba salgını nedeniyle eve kapanan (kadınların hepten evden çıkamadığı bir dönemdir) insanların birbirlerine sansürsüz anlattıkları on hikâyeden oluşur. Doğu edebiyatının 1001 Gece Masallarının Batı karşılığı sayılabilir. İster Doğuda isterse Batıda olsun anlatımın içine biraz erotizm, porno (hadi bizim dilimizle söyleyelim; ayıp sözcükler) girdiği zaman merak da, heyecan da artar. Gizemli anlatım bir dedikodu kadar sarıp sarmalar insanı. İşin ustalığı da orada çıkar ortaya: Neyi, niye ve ne kadar anlatacaksınız ve neye bağlayacaksınız.
Ustasına bırakalım…
Işıl Özgentürk, sıkı bir gözlemci olduğunu, insanlarla kurduğu sıcak ilişkilerle onların gizlediklerini kolaylıkla anlattırdığını, anlattıklarını sosyopolitik, sosyoekonomik, sosyokültürel temelde yoğurup kimseyi incitmeden aktardığını gösteriyor.
Türkiş Dekameron, İtalyan Boccaccio’nun 1348-1351 yılları arasında yazdığı hikâyelerin çağının çok ötesinde; dinsel baskı ve muhafazakar hayatın ikiyüzlülüğünü kimi zaman komik, kimi zaman trajik bir dille anlattığı notuyla başlıyor. Hemen yasaklandığını, ama fısıltı gazetesinin tirajını hiçbir kitap bile karşılayamadığı için dilden dile, ülkeden ülkeye, kültürden kültüre yayıldığını da belirtiyor. Doğaldır, çünkü “yepyeni bir çağın başlangıcının müjdesidir” yapıt.
İki bölümde 17 öyküden oluşan kitap alabildiğine çarpıcı, alabildiğine düşündürücü… sayfaları birbiri ardına çevirirken bir yandan da kendinizle kıyaslıyorsunuz ister istemez. Belki siz yaşamadınız, belki yakınınızda da yaşayan birileri yok, ama sokakta, kahvede, işte, okulda karşılaştığınız onlarca kişinin yaşamının bir parçası bu anlatılanlar.
Kadın gözüyle (tabii ki erkek öyküleri de var) anlatılan öykülerde taciz tecavüz, çocuk gelin, kadın cinayeti, mobbing gibi günümüzün de en önemli sorunlarını ve yansımalarını okuyorsunuz.
Yansımalarını sözcüğünü bilerek kullandım, çünkü Özgentürk irdelemiş konuları, sormuş soruşturmuş, takip etmiş, taraflarla konuşmuş öyle aktarmış.
Bir insan, onu tanıyan son kişi de aramızdan ayrıldığında gerçekten ölürmüş… Özgentürk, bir öyküde, “Anılar ölürken ses çıkarıyor anne! Tuhaf bir ses sanki soluk almak için yalvarıyorlar. Anıları teker teker öldürüyorum anne!” diyor. Bu cümleye bir film çekilir.
Tacizin tecavüzün erkek adalet tarafından görülmemesi, “iyi hal indirimi”yle ceza verilmemesi üzerine yaşanmış (aslında hepimizin belleğine nakşedilmiş Mardin’deki N.Ç olayı) öyküde 13 yaşındaki kızın acılarını, tükenmişliğini, çözümsüzlüğünüzü lanetleyerek okuyorsunuz. Tabii, bir diğer öyküde otoritenin nasıl da caydırıcı, korkutan bir güç olduğunu da…
Korona ile birlikte özellikle ergenlerin yaşadıklarını gözünüzün önüne getirin… “Kendisini sonbaharda düşmek üzere olan yapraklara benzeten gencin çaresizliğini anlamazsanız” anlatamazsınız da…
Soğukkanlı geçiş…
Sinemanın en önemli (bana göre de en sıkıntılı) yanı birbirine ulanmasını sağlamaktır. Anlatırken dile geldiği (burada klavyeye tabii) geldiği gibi söylersiniz, dinleyici (okuyucu) arayı bağlar, “hata”yı zihninde giderir. Bazı hatalar vardır, yapılmıştır ve düzeltilemez, işte Yeşilçam buna “soğukkanlı geçiş” adını vermiş, yapabilecek bir şey yoktur. İşin ritmine, perdede akan görüntünün heyecanına, anlatılanların önemine kapılanların görmemesi için dua edilir.
Işıl Özgentürk bunu bilmez mi, bilir bilmesine de, öykünün heyecanına o da kapılmıştır…
Türkiş Dekameron
Işıl Özgentürk
AYA Kitap
2018, 176 s.