Halit ELÇİ yazdı: “Katledilen ve zorla göç ettirilen milyonlarca insan, geride milyonlarca katil ve yağmacı bıraktı. Katillerin ve yağmacıların ellerindeki kan torunlarına ve onların torunlarına, ‘ya geri gelirlerse’ korkusunun travmasıyla ırkçılık, dinsel gericilik ve faşizm olarak tevarüs ediyor.”
Bugün yaşadığımız cömert, zengin, muhteşem ama bir o kadar kanlı topraklar üzerinde tarih nehri başka yataklardan akabilir miydi? Bugünden geriye bakışımız ve olayların olası başka gelişim yolları üzerine düşünmemiz beyhude bir çaba mıdır?
Eğer teleolojik bir tarih anlayışına sahip değilsek, olayların gelişim seyrinin zaten ilahi bir güç tarafından önceden belirlenmiş olduğuna ve asla insanlar tarafından değiştirilemeyeceğine inanmıyorsak, bugünden baktığımızda tarih olarak görünen nehrin yatağının onlarca, yüzlerce etkenin bir bileşkesi olarak oluştuğunu biliyorsak, birinci soruya yanıtımız “Evet” olacaktır.
Geçmişin geçmişte kalmadığını ve kalmayacağını, geçmişe bugünden bakıp yapılan hataları tespit etmenin bugüne ve yarına ışık tutacağını, ileriye doğru yürümenin ancak geçmişin doğru değerlendirmesiyle mümkün olacağını biliyorsak, ikinci soruya yanıtımız “Hayır” olur.
24 Nisan 1915’te ne oldu?
İttihat ve Terakki iktidarınca planlı ve soğukkanlı biçimde gerçekleştirilen Ermeni soykırımının simgesel başlangıç tarihidir 24 Nisan. Bu günün sabah erken saatlerinde İstanbul’da 200’den fazla Ermeni aydın, sanatçı, cemaat önderi, siyasetçi (ki aralarında Mebuslar da vardır) evlerinden alınıp trenlere dolduruldu ve infaz edilecekleri yerlere gönderildi. Onların çoğundan bir daha haber alınamadı.
Aslında bu, yalnızca kapsamlı ve üzerinde uzun zamandan beri çalışılmış bir soykırım planının uygulanmaya başlanması için düğmeye basılma anıdır sadece. İlk önce Ermeni toplumunun temsilcileri, sözcüleri ortadan kaldırılarak Osmanlı coğrafyasında yürütülecek tehcir ve buna eşlik eden katliamlara karşı Ermeniler adına konuşacak kimse kalmasın istenmiştir.
24 Nisan sonrasında İttihat ve Terakki’nin yönetimindeki Osmanlı devlet aygıtı, Anadolu ve Kuzey Mezopotamya’daki hemen hemen tüm Ermeni nüfusunu, birkaç saat mühlet tanıyarak ve yanlarına gündelik eşyaları dışında hiçbir şey almalarına izin vermeden evlerinden, yurtlarından koparıp çoğunlukla yürüterek ve çoğunlukla eşlik eden askerlerin gözetiminde yerel çetelerin yağma ve katliamına müsaade ederek, geri kalanların yollarda açlıktan, hastalıklardan ölmelerine aldırmadan Suriye çöllerindeki Deyr ez-Zor’a doğru göçe zorladı. Bu geniş kapsamlı sürgün ve katliam harekatında yüzbinlerce Ermeni yok edildi. Kimi tahminlere göre 1,5 milyon insanın göçe zorlandığı bu harekatta Deyr ez-Zor’a çok az kişi ulaşabildi.
Devletin bu kapsamlı soykırım harekatına gösterdiği resmi gerekçe, Çarlık Rusyası ile süren savaşta Ermeni halkın düşmana destek vermesi veya verebilecek olmasıydı. Ancak bu, açık bir yalan, bir kara propaganda örneğiydi. Tehcirin, sadece sınır boylarında yerleşik olanlara değil, Ege’den Karadeniz’e, İç Anadolu’dan Çukurova’ya, Hatay’daki Musa Dağı’na kadar savaşla hiçbir alakası olmayan yerlerde yaşayan Ermenilere de aynı biçimde uygulanmış olması, gerçek amacın bu olmadığını açıkça gösteriyor.
Soykırım: Osmanlı-Türk egemenlerin tarihi yönelimi
Osmanlı’da Ermeni sorununun onlarca yıllık bir geçmişi vardır. Osmanlı devletini yönetenler, çökmekte olan imparatorluğu başlangıçta tebanın tüm etnik topluluklarını Osmanlıcılık bayrağı altında toplayarak kurtarmak istemiş, önce Yunanlılar, sonra Bulgarlar ve diğer Balkan milletlerinin isyan ederek ve/veya savaşarak kendi devletlerini kurmaları, geri kalan topraklardaki Rum/Pontoslu ve Ermenilerin ulusal taleplerini yükseltmeleri üzerine İslamcılık (İslam Birliği) fikrine yönelmiştir. II. Abdülhamit, İslamcılık yönelimini hayata geçiren padişahtır.
İslamcılık yönelimi, Osmanlı topraklarındaki Ermeni, Rum/Pontoslu, Yahudi, Süryani-Asuri-Keldani topluluklarını huzursuz etmiş, onlar arasında zaten gelişmeye başlamış olan milliyetçi eğilimleri güçlendirmiş ve gerilim artmıştır. Müslüman olmayan uluslar can güvenliklerini ve ulusal haklarını korumak için yabancı ülkelerin desteğini almaya yönelirken Osmanlı devletinin bu uluslara yönelik tutumu sertleşmiş ve bu da bir yandan isyanlara, diğer yandan devletin yönettiği veya göz yumduğu katliamlara yol açmıştır.
II. Abdülhamit iktidarında giderek şekillenen, 1908 sonrası II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki iktidarınca devralınan “devlet aklı”, o dönemde Anadolu nüfusunun üçte birinden fazlasını oluşturan Gayrimüslim halkları mümkünse ortadan kaldırma veya ülke dışına sürme, en azından nüfus içindeki oranlarını iyice düşürme; yine o dönemde bu ulusların ağırlıklı olarak elinde tuttuğu sermaye ve zenginliğe el koyarak bununla “milli burjuvazi”yi oluşturma hedeflerini önüne koymuştur.
Arap halkları arasında da Osmanlı’dan ayrılık rüzgarlarının esmeye başlaması, ardından gelen Balkan Savaşları sonrasında İttihatçı kadro, gizli toplantılarında alınan kararlarla, İslamcılıktan Türkçülüğe geçiş yapmıştır. Bir yandan Müslüman halkların küstürülmemesine dikkat edilirken, diğer yandan bir Türk ulusu ve Türk burjuvazisi yaratılması için adımlar atılmaya başlanmıştır. İttihatçı kadronun bu stratejik yönelimini Mustafa Kemal’in önderliğindeki “Milli Mücadele” ve Cumhuriyet’in yönetici/kurucu kadroları devralmıştır.
Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi”[i] adlı yapıtında kullandığı kavramlarla, “Müslümanlık Sözleşmesi” görünürde Cumhuriyet’in ilanına kadar resmi söylem olarak kullanılırken, “Türklük Sözleşmesi” alttan alta gerçek yönelim olarak hayata geçirilmeye başlanmıştır. Buna göre, Türklük-Müslümanlık potası içinde eritilemeyeceği öngörülen Gayrimüslim halklar fiziksel olarak yok edilecek, Müslüman halklar ise asimile edilerek Türkleştirilecektir. Bu stratejik devlet aklı, soykırımlarla, soysürümlerle, katliamlarla, binbir türlü asimilasyon politikalarıyla günümüze kadar uygulanagelmiştir.
İttihatçı iktidar, daha I. Dünya Savaşının öngününde, 1913 sonlarında ve 1914 başlarında Ege bölgesindeki yüzbinlerce Rum’u Yunanistan’a sürer. Ardından 1915’te Ermeni ve Süryani-Asuri-Keldani soykırımları gerçekleştirilir. Karadeniz yöresindeki Pontos Rumlarına yönelik katliamlar ise yıllarca sürer ve 1922’de yapılan Mübadele anlaşmasıyla yüzbinlerce Pontoslu zorla Yunanistan’a gönderilir.
Modern dönem tarihinin ilk soykırım ve etnik/dinsel arındırma uygulamalarından birini Osmanlı/Türk egemenleri gerçekleştirmiştir: Osmanlı’da 1914 yılında yüzde 30’lara yaklaşan Gayrimüslim nüfus oranı, Türkiye’de 1924 yılında yüzde 3 civarına indirilmişti.[ii]
Türk burjuvazisinin kanlı başlangıç sermayesi
Ermeni ve diğer Gayrimüslim halklara yönelik bu korkunç, insanlık dışı yok etme politikalarının altında yatan belki de temel neden, binlerce yıldır bu topraklarda yerleşik, önemli bölümü şehirli, bir işçi kitlesinin yanı sıra yaygın biçimde zanaatkarlık işlerini yürüten, yer yer bezirganlıktan burjuvalaşmaya yönelmiş üyeleriyle bu halkların, Anadolu ve Kuzey Mezopotamya’da (tarihsel Ermenistan ve Kürdistan) sermaye ve zenginlik adına var olanların çoğunu elinde tutuyor olmasıydı.
Devleti kurtarmak için “milli burjuvazi” yaratma planları yapan İttihatçı kadro ile, Gayrimüslim komşularının malı mülkünü yağmalamaya hevesli yerel Müslüman (Türk ve Kürt) eşrafın çıkarları işte bu noktada birleşiyordu. Bu vahşi plan, milyonlarca insanın katledilmesi, milyonlarcasının yerinden yurdundan koparılarak dünyanın dört bir yanına savrulması, bu topraklara ait binlerce yıllık kültürlerin kökünün kurutulması pahasına hayata geçirildi.
Halep Valisi’nin 1917’de yazdıkları, yüzlerce şehir ve kasabada yaşananların somut bir örneğidir: “Memnuniyetle bildiririm ki, hükümetin arzusuna uygun olarak burada ve Maraş sancağında koşulları tümüyle değiştirmeyi başarmış bulunuyoruz. Benim vilayetim Hıristiyan unsurlardan temizlenmiştir. Daha iki yıl öncesinde yüzde 80’i Hıristiyan olan tüccar ve işyeri sahiplerinin şu anda yüzde 95’i Müslüman ve yüzde 5’i Hıristiyandır.”[iii]
Soykırıma uğratılan ve soysürüm uygulanan Gayrimüslim halkların malı mülkü yerel ve merkezi egemenler tarafından yağmalanmıştır. Bugün tekelci aşamaya ulaşmış sermaye gruplarının ilksel sermayesini Rum, Ermeni, Yahudi zanaatkar ve tüccarların yağmalanan varlıkları oluşturmuştur. Geçmişte Gayrimüslim halkların yaşadığı şehir ve kasabalarda ırkçı ve dinci siyasal gericiliğin altında yatan, bir gün o yağmalanan malların sahiplerinin geri dönmesi korkusudur. Devletin kılcal damarlarında bulunan ve her fırsatta başını kaldıran şovenizm, ırkçılık ve faşizm zehirleri işte bu halklar kıyımının ürünüdür.
Tarihin nehri başka yataklardan akabilir miydi?
Bu soruya, başka sorular eklenmelidir: Kapitalizmin doğuşu ve dünyaya hakim oluşu bir zorunluluk muydu? Kapitalistlerin mallarını satıp kâr edecekleri pazarı güvence altına alma “ihtiyacı”ndan doğan uluslar ve ulus-devletlerin, ayrıca bunların bir şekilde türevi olan milliyetçilik, şovenizm ve ırkçılığın ortaya çıkışı zorunlu muydu? Bu soruları bu yazıda yanıtlamaya kalkmayacağız. Ama bunlar bir soru olarak kalsa da düşüncelerimize yol gösteriyor olacak.
Gerek kapitalizmin gerekse ulus ve ulus-devlet kategorilerinin tarihsel olgular olduğunu not ederek geçelim.
Osmanlı coğrafyasında olayların gelişimi tarih sayfalarında okuduğumuz gibi olmak zorunda mıydı? Kuşkusuz tarihi toplumsal güçler; sınıflar, toplumsal katmanlar, devletler, belirli bir kitlenin desteğini sağlamış siyasal örgütler vb karşılıklı etkileşim halinde gerçekleştirir. Olan biten, çok sayıda toplumsal ve siyasal gücün çeşitli yönlerdeki hareketlerinin etkileşiminin bir sonucudur. Her ne kadar toplumsal güçlerin hareketine son tahlilde maddi çıkarları yön verirse de, bunların nasıl siyasal taleplere dönüştürüleceği ve nasıl savunulacağı, vb de siyasetin konusudur; ve o noktada işin içine ideolojiler ve siyasal örgütlenmeler girip belirli bir etkide bulunma olanağına kavuşurlar.
İşte burada, çok fazla ayrıntıya boğulmadan şu soruları sormak mümkündür: Genel olarak Osmanlı yönetici eliti, özel olarak da İttihatçı kadrolar Batıdan ithal ettikleri etnik temele dayalı bir ulus ve ulus-devlet yaratma fikri-sabitinden uzak durabilir ve bu toprakların binlerce yılda oluşan olağanüstü kültürel, sanatsal, felsefi zenginlik yumağını parçalayıp incecik bir ipliğe indirgemeden tüm millet/milliyet ve inanç topluluklarının iç içe, bir arada yaşamasını sağlayacak bir model oluşturamaz mıydı?
Oysa Ermeni halkının siyasal temsilcileri olarak gerek Taşnaksutyun, gerekse Hınçak partileri Ermenilerin ulusal taleplerinin karşılanması koşuluyla Osmanlı siyasal sistemi içinde kalmak için çok çaba harcamıştır. Rekabet halindeki iki partiden Taşnaklar iktidardaki İttihat ve Terakki ile, Hınçaklar muhalefetteki Hürriyet ve İtilaf partisi ile “ortak vatan” perspektifiyle ittifaklar kurmuştur.
İkisi de solda yer alan ve II. Enternasyonal üyesi olan Ermeni partilerinden Sosyal Demokrat Hınçak Partisi milliyetçilikle arasına belirgin duvarlar örmüş Marksist çizgide bir siyasal oluşumdur.
1887 yılında kurulan Hınçak Partisi, 1908 sonrasında doğan siyasal özgürlük ortamında İstanbul’da resmi kuruluşunu gerçekleştirmiş ve Programını yayımlamıştır. Hınçak Partisi’nin 1910 Şubat ayında resmi makamlar tarafından onaylanan Tüzük’ünde şu talepler yer almaktadır:
- İller, sancaklar, kazalar ve nahiyelere tam idari yetki genişliği (özerklik-yn) verilmesi,
- Millet, kavim, mezhep ve cinsiyet ayırmaksızın her kişinin kanun önünde eşit sayılması,
- Basın, söz ve vicdan hürriyetinin sağlanması,
- Grevin ve uluslararası işçi birliklerine katılmanın tamamen serbest olması,
- Dini kuruluşların harcamalarının her bir mezhebe bağlı olanlar tarafından karşılanması,
- Eğitimin genel ve laik olarak mecburi ve ücretsiz olması,
- Resmi dilin öğrenilmesinin zorunluluğu yanında anadilinde eğitim verilmesi,
- Ülke halkını oluşturan çeşitli unsurların lisanlarının resim kurumlarca eşit tutulması,
- İşçilerin günde sekiz saatten fazla çalışmaması,
- Ondört yaşından küçük çocukların çalıştırılmaması, ondört-onyedi yaşları arasındakilerin günde en fazla altı saat çalıştırılması,
- Kadınların doğumdan önce dört hafta ve sonrasında altı hafta ücretli izinli olması,
- Kadınların çalıştığı işyerlerinde çocuk bakımevlerinin kurulması ve süt veren kadınların üç saatte bir yarım saat işi bırakması.
Ayrıca Hınçak Partisi, tüzüğünde, Osmanlı Devleti’nden ayrılma eğilimlerini bütünüyle reddettiğini, tüzüğe uymayı kabul eden her şahsın millet, mezhep ve cinsiyet ayırmaksızın üye olabileceğini belirtmektedir.[iv]
Ancak Ermeni halkının temsilcilerinin çabaları sonuç vermez. Taşnak Partisi’nin Osmanlı topraklarında yaptığı son Kongre’de (1914 Ağustos, 8. Kongre), tam o sırada ilan edilen seferberlikte Ermenilerin de askere yazılmasına karar vermesi bile İttihatçıları tatmin etmez. İttihatçı iktidar Ermeni halkını yok etmeye karar vermiştir. Bunu fark eden Ermeni devrimciler öz savunma önlemlerini almaya girişir. Ermeni toplumunda bağımsızlıkçı eğilimler güç kazanır.
Başından beri İttihatçılara güven duymayan Hınçaklar ise Bulgaristan’da 1913’te yaptıkları 7. Kongre’de öz savunma ve silahlı mücadele kararı alır. Yanı sıra, bu çerçevede İttihatçı liderlere suikast düzenleme kararına varırlar. Hınçak Partisi’nin önde gelen isimlerinden Paramaz (Madteos Sarkisyan) bu kararı yerine getirmek üzere 1914 yılı ortalarında İstanbul’a gelir. Ancak kısa sürede birçok yoldaşıyla birlikte yakalanır. Yapılan yargılama sonucunda 19 arkadaşıyla birlikte idama mahkum edilir ve infazları 1915 yılı 15 Haziran sabah saatlerinde Beyazıt Meydanı’nda yapılır.
Paramaz’ın mahkeme sürecinde yaptığı konuşmalar ve mahkeme heyetiyle diyalogları son derece çarpıcıdır.
Paramaz, mahkeme başkanının “Bağımsız Ermenistan mı kurmak istiyorsunuz?” sorusuna, “Bizim için vatan yoktur. Biz sosyal demokratız. Biz sadece Ermenilerin kurtuluşu için çalışmıyoruz, bütün insanlığın kurtuluşu için çalışıyoruz, bizim vatanımız bütün dünyadır” cevabını verir. Paramaz, mahkeme başkan yardımcısı Hurşit Bey’e cevaben de şunları söyler: “Bu ülkenin refahı için yapmadığımız ne kaldı? Ermenilerin ve Türklerin kardeşliğini sağlamak için ne fedakarlıkları kabul ettik. Ne kadar enerji tükettik ve ne kadar çok kanımızı akıttık. Bu kadar acıya katlanmamızın nedeni güven yoluyla birbirimizi yükseltmek idi. Ve bizim karşılaştığımız nedir? Yalnızca bizim olağanüstü çabalarımızı yok saymakla kalmadınız, aynı zamanda bilinçli olarak bizi imha etmeye çalıştınız. Şunu unuttunuz ki, Ermenilerin imha edilmesi bütün Türkiye’nin yıkımı demektir.”[v]
Dünden bugüne kurulan köprü
Paramaz’ın kehaneti gerçekleşti. Osmanlı-Türk egemenler Müslüman olmayan halkları soykırımlarla, soysürümlerle, katliamlarla, günlük hayatın içinde “görünmez” haldeki binbir türlü baskı ve asimilasyon yöntemiyle ve 100 yılı aşkın bir süredir her türlü hükümet döneminde hiç sekmeden sürdürülen bir stratejik devlet aklıyla Türkiye’den silip süpürdü. Bugün Gayrimüslim halkların toplam nüfus içindeki oranı yüzde 1’in altında görünüyor. Bu toprakların kadim halklarının varlıklarının yağmalanmasıyla bir “Türk burjuvazisi” yaratıldı. Ama ne pahasına?
Amin Maalouf tam da böyle durumlar için şu bilgece sözleri ediyor: “Türdeşlik pahalı ve zalim bir hayaldir. Ona erişmek için yüksek bedeller ödenir ve şayet erişilirse ödenmesi gereken bedel daha da artar.”[vi]
Gerçekten de bedel ağır oldu ve bedel ödenmeye devam ediliyor. Kadim halkların kültürel, sanatsal, felsefi birikimleri onlarla birlikte ya toprağın altına gitti, ya da gurbet ellerde darmadağın oldu. Geride kalanlar, yani resmi adlandırmayla “Türk Ulusu” müthiş bir manevi, kültürel, düşünsel çoraklık içinde kaldı. Katledilen ve zorla göç ettirilen milyonlarca insan, geride milyonlarca katil ve yağmacı bıraktı. Katillerin ve yağmacıların ellerindeki kan torunlarına ve onların torunlarına, “ya geri gelirlerse” korkusunun travmasıyla ırkçılık, dinsel gericilik ve faşizm olarak tevarüs ediyor. Toplum, geçmişte işlenen kitlesel suçların bilgisine belli belirsiz de olsa sahipken, bu suçları bilmezden, duymazdan gelme gayreti içinde yaygın bir şizofreniyi yaşıyor. Soykırıma uğratılan kadim halkların ruhu, “Türkleştirilen” şarkılarda, halk oyunlarında, yemek kültüründe, tiyatroda, sinemada yaşarken, üretilmiş Türk Ulusunun ruhunda bitmek bilmeyen gizli bir azaba neden oluyor.
Öte yandan, Nazi estetiğiyle yapılmış gürbüz ve heybetli Türk heykelleri örnek alınarak kurulmaya çalışılan toplumsal tinsellik, toplumsal ve sınıfsal mücadelelerin yükselmesiyle ama özellikle 1980’lerden bu yana büyük bir enerjiyle ve kitlesellikle ortaya çıkan Kürt özgürlük hareketinin meydan okumasıyla paramparça oldu. 100 yıllık Türklük mimarisi sağından solundan dökülmeye başladı, “Türklük Sözleşmesi” varoluşsal bir krize girdi.
Çözüm önerisi, ağır bedeller ödeyerek bugünkü gücüne ulaşan ve mücadele içinde düşünsel devrimlerini de gerçekleştiren Kürt halk hareketinden geliyor: Ulus-devlet cenderesine mahkum değiliz! Tüm halklar ve inanç toplulukları kapitalizmin ötesine, sosyalizme açılan bir yol üzerinde özgürleşebilir ve eşitlik temelinde kardeşçe birlikte yaşayabilir. Bundan ötesi işçi sınıfı, emekçiler, kadınlar, gençler ve tüm ezilenlerin devrimci bir tarzda sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyaya ulaşma kararlılığına kalıyor.
Paramaz ve yoldaşları boşuna ölmedi. Onların idealleri ve mücadelesi 105 yıl sonra bugünün devrimcilerinin mücadelesine enerji katıyor ve yol gösteriyor.
[i] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 2018.
[ii] age, s.139.
[iii] Age s.136. Aktaran: Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu: İttihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşı’na, İmge Kitabevi, Ankara, 2002, s.440.
[iv] Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri 1914-1918, Genel Kurmay Başkanlığı Arşivi, Ankara Cilt 4, s.68-76. Aktaran: Kadir Akın, Ermeni Devrimci Paramaz, Dipnot Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 2016.
[v] Hmayak Aramyan, Bağımsız Ermenistan, Ermenice aslında ilgili bölümlerin çevirisi (çev. Haldun Karyol), Sancakyan Matbaası, İstanbul, 1909, SDHP Arşivi, s. 19. Aktaran: Kadir Akın, Ermeni Devrimci Paramaz, s.108-110.
[vi] Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı, çev. Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2020.