Yıllardır Suriye’deki savaşı harlayan AKP, şimdilerde Esad’la tekrar “normalleşmeye” çalışırken, “savaştan korumak için” ülkeye “davet ettiği” milyonlarca sığınmacıyı da ırkçı grupların insafına terk ediyor. Böylece Suriye bataklığı, ırkçı dalga olarak Türkiye’ye yayılıyor. Yoksulluğun pençesindeki geniş kitlelerin tepkileri ırkçılıkla buluşturuluyor, iktidardan uzaklaştırılıp sığınmacılara yönlendiriliyor.
Peki Türkiye’deki sığınmacı meselesi nasıl çözülür? Sığınmacı karşıtı muhalefetin “zorla gönderelim” önerisiyle AKP’nin “kalsınlar, kullanalım” yaklaşımının dışında üçüncü bir yol var mı? Erdoğan’ın Esad’la görüşmesi ne tür sonuçlar yaratır? AKP’nin anti-Kürt politikaları içeride ve dışarıda nasıl bir enkaz yaratıyor? Muhalefetin içine hangi yollarla nifak tohumları ekilmek isteniyor? Hakkâri’ye kayyım atanmasına AKP’ye oy vermiş Kürtler nasıl bakıyor? Yoksulluk ve açlığın pençesindeki milyonlar için çıkış yolu nedir?
Hakkâri’deki kayyım protestosuna katılmak üzere hazırlıklarını yaptığı sırada görüştüğümüz DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları’nın son derece dikkat çekici tespit, uyarı ve önerilerine kulak veriyoruz…
Tayyip Erdoğan’ın 28 Haziran’da Beşar Esad’a sıcak mesajlar yollamasından hemen sonra, 30 Haziran’dan itibaren Suriyeli sığınmacılara karşı Kayseri’de başlayıp pek çok şehre yayılan linç saldırılarına ve genel olarak sığınmacı konusuna DEM Parti olarak siz nasıl yaklaşıyorsunuz?
Erdoğan-Esad bahsine geleceğiz ama sırayla gidelim. Bir kere Kayseri’de bir çocuğun cinsel istismara maruz kalması üzerine başlayan saldırılara karşı mülki amirliğin “zaten her iki taraf da Suriyeli” diyerek cinsel istismarı normalmiş gibi göstermesi bizim açımızdan kabul edilemezdir. Öte yandan cinsel istismara tepki göstermek ayrı bir şey, bunu Suriyeli avına, pogroma, linçe dönüştürmek apayrı bir şeydir. Bu ülkede devlet gözetimindeki çocuklar istismar edilirken sesini çıkarmayanların, Kayseri’deki istismar olayı karşısında Suriyeli avına çıkması, başka bir istismardır.
Sizce bunlar önceden planlanmış saldırılar mı?
Birilerinin cinsel istismar olayını gerekçe göstererek sığınmacılara yönelik pogromu sözüm ona meşru bir zemine oturtma planı olduğu anlaşılıyor.
Sığınmacı meselesi ırkçı gruplara havale edilerek felakete davetiye çıkarılıyor
Peki sizin DEM Parti olarak sığınmacılarla ilgili çözüm öneriniz nedir?
Savaşlar, iklim krizi, açlık ve yoksulluk nedeniyle dünya ölçeğinde göç hareketleri hızla artıyor. Bu küresel sorunun çözümü, yine küresel ölçekli adil bir iktisadi düzenden, iklim krizine karşı kapsamlı tedbirlerden ve savaşlara karşı barışın desteklenmesinden geçiyor. Sığınmacılar meselesi ırkçı gruplara havale edilerek felakete, toplumsal çatışmaya davetiye çıkarılıyor. AKP ise bu meselenin ırkçı, yabancı düşmanı birtakım hareketlerin kullanım sahasına dönüştürülmesine göz yumarak kendi sorumluluğunu unutturmak istiyor.
Nasıl yani?
AKP iktidarı savaşın başladığı 2011 yılından itibaren bir taraftan Esad’ı devirme planları yaparken, oradaki savaşı harlarken, bir yandan da yüzbinlerce ve giderek milyonlarca Suriyeli savaş mağdurunu ülkeye taşıdı. Ama bunu da Suriyelileri korumak için değil, belli bir amaç için yaptı.
AKP milyonlarca Suriyeliyi Avrupa’ya karşı koz, Kürtlere karşı hamle yapmak için Türkiye’ye taşıdı
Nasıl bir amaç?
İki temel amaçtan biri, milyonlarca Suriyeli sığınmacıyı Avrupa’ya karşı hem siyasi hem de iktisadi koz olarak kullanmaktı. Nitekim bu konuda da başarılı olundu. Böylece 2015’ten itibaren yapılan sayısız insan hakkı ihlaline karşı Avrupa’nın sessiz kalması sağlandı. Örneğin AİHM’in Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala hakkında verdiği tahliye kararlarının yerine getirilmemesi normalde yaptırım gerektiriyor. Ama AKP, elindeki sığınmacı kartıyla bunun önüne geçti. İktisadi açıdan da iktidar, sığınmacıların Türkiye’de tutulması karşılığında Avrupa’dan ciddi ekonomik destekler alıyor. Hatırlayalım, Erdoğan Avrupa ülkeleriyle görüşmelerinde bir nevi “hani, nerede paralar” diyor, sığınmacılar üzerinden utanç verici bir pazarlık yapıyordu.
İktidarın ikinci amacı neydi?
İkinci amaç Suriye’nin içinde otuz kilometrelik derinlikte bir tampon bölge oluşturmaktı. Bu da Rojava dediğimiz Kuzeydoğu Suriye’nin tamamını kapsayan bir alan demek. Böylece Türkiye’ye gelen beş milyona yakın sığınmacı o bölgeye yerleştirilecek, yani Suriye’nin içinde bir demografik değişiklik yapılacak ve bu bölge de Türkiye’nin uydusu haline getirilecekti. Yani AKP bir yandan Suriye’de savaşın bitmemesi için her türlü yönteme başvururken, bir yandan da milyonlarca Suriyeliyi Avrupa’ya karşı koz, Kürtlere karşı hamle yapmak için Türkiye’ye taşıdı.
AKP’yi sığınmacı düşmanlığından alıkoyan “bırakın kullanalım” çıkarcılığıdır
Ayrıca milyonlarca sığınmacı ucuz, güvencesiz işgücü olarak da kullanılıyor…
Türkiye’de zaten iktidarın kullanabileceği kadar ucuz işgücü var ama bahsettiğim iki amaç asliyken, sığınmacıların çaresizliği de bu şekilde bir fırsata çevrildi. Sığınmacılar üzerinden siyasi, iktisadi, demografik, jeostratejik çıkar hesapları yapılıyor. Burada AKP’nin düşündüğü en son şey sığınmacının kendisidir. AKP’yi sığınmacı düşmanlığından alıkoyan, “bırakın kullanalım” çıkarcılığıdır. Biz ise DEM Parti olarak ne “kalsınlar, kullanalım” ne de “toplayıp zorla gönderelim” çizgisine rıza gösteririz.
Cihatçılarla ilişkiler kesilmeli, Şam’la görüşülmeli, “Kürtler hariç” yaklaşımından uzaklaşılmalı
Peki sizin sığınmacılar konusundaki çizginiz nedir?
Türkiye zaten mültecilerin insan haklarını muhafaza altına alan 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ne “coğrafi çekince” koyduğu için sadece batıdan gelenleri mülteci kabul ederken, İran, Irak, Suriye, Afganistan dahil doğudan gelen hiçbir insana mültecilik statüsü vermiyor. Onları “üçüncü ülkeye gönderilmek üzere” sığınmacı olarak kabul ediyor. Sadece batıdan gelen sığınmacılara mültecilik statüsü vermeyi taahhüt etmek, aslında hiç mülteci kabul etmemek demektir. Çünkü batıdan zaten Türkiye’ye sığınmacı gelmiyor. Bize göre savaşlardan, zulümlerden dolayı ülkesini terk etmek zorunda kalmış herkes mülteci kabul edilmelidir. Suriyeli sığınmacılarla ilgili sorunun çözümü konusunda da DEM Parti olarak önerimiz gayet açıktır. Bir kere IŞİD, El-Nusra ve ÖSO gibi örgütlerle ilişkilerin derhal kesilmesiyle, Suriye’yle siyasi, diplomatik ilişkilerin tekrar başlatılmasıyla ve bu yapılırken de “Kürtler hariç” yaklaşımından uzak durulmasıyla işe başlanmalıdır. Yani diyoruz ki, Kürtlerle barış, Şam’la görüş, cihatçılarla ilişkiyi kes. Suriye savaşının bu kadar uzamasında Türkiye’deki iktidarın payı büyüktür. Suriye savaşı çoktan bitirilebilecekken, bitirilmedi.
Türkiye’ye göçü Kürtlerle barış durdurur
Türkiye hükümeti yüzünden mi?
AKP hâlâ Kürtlerin özerk yönetimine karşı Suriye’nin kuzeyini tampon bölge adı altında uydusu haline getirme hevesinden vazgeçmedi. Şam’la ilişkilerin kurulamamasının temel nedeni, AKP’nin Rojava’ya dönük emelleri. Bu da Suriye’de normalleşmeyi engelliyor ve Türkiye’ye daha fazla sığınmacının gelmesine, dönmek isteyenlerin de dönememesine yol açıyor. Türkiye’ye göçü, Kürtlerle barış durdurur. Dolayısıyla Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığına son vermesi ve yine Suriye’de Kürtleri de dahil edeceği barışçıl dış politikalara dönmesi gerekiyor. Öte yandan sığınmacıları Türkiye’de tutması karşılığında Avrupa’dan akıtılan kaynaklar, Suriye’de savaştan dolayı yıkılmış bölgelerin inşası için kullanılmalı, geri dönmek isteyenlere ücretsiz olarak tahsis edilmeli. Türkiye, ülkelerine dönmek isteyen sığınmacıların can güvenliklerinin korunması konusunda Şam’la görüşmeli ve genel af ilan edilmesi için de diplomatik çabalar yürütmeli.
Kimse başka bir ülkede sefil bir hayatı yaşamak istemez
Sizce ülkelerindeki koşullar düzeldiğinde sığınmacılar dönmek isteyecekler mi?
Kimse kendi toprağından, kökünden kopup başka bir ülkede sefil bir hayatı yaşamak istemez. Görüştüğüm bütün sığınmacılar yaşama koşullarının sağlanması halinde ülkelerine dönmek istediklerini dillendiriyor. Tabii yıllardır burada yaşayan, hayatını, işini artık burada kurmuş, çocukları burada okumuş olup dönmek istemeyenler de var. Bu insanları da yakalarından tutup zorla gönderemezsiniz.
Sığınmacıları kitlesel dönüşe zorlamak Türkiye’nin altından kalkamayacağı ihlallere neden olabilir
Ama muhalefetin demokrat olmayan kesimi Türkiye’de on milyonu aşkın Suriyeli olduğunu, bu insanların kendi rızalarıyla dönmeyeceğini, dolayısıyla zorla gönderilmeleri gerektiğini propaganda ediyor…
Sığınmacıların zorla gönderilmesi kabul edilemez. Ayrıca mevcut koşullarda insanları ikinci bir kitlesel göçe zorlamak Türkiye’nin altından kalkamayacağı insan hakları ihlallerine, öngörülemeyecek olaylara neden olabilir. Biz DEM Parti olarak çözümün demokratik, barışçıl, insancıl yolunu gösteriyoruz.
DEM Parti tabanının sığınmacılar konusundaki yaklaşımı nasıl?
Tabanımız her sorunda olduğu gibi bu konuda da barışçıl, demokratik yöntemleri destekliyor ve bizi de bu konuda teşvik ediyor. Fakat şunu da inkâr edemeyiz ki, bütün göç hareketleri, özellikle alt sınıfları bir şekilde karşı karşıya getiriyor. Çukurova’da çok tanık oldum; sığınmacılar diğer işçilerin yarı fiyatına, çocukları karın tokluğuna çalışmak zorundalar. Bu da hem sığınmacının sömürülmesi, hem de yerli işçinin işsiz kalması anlamına geliyor.
Esad’la görüşme anti-Kürt ittifaka dönüşürse, her iki ülke bedel ödemeye devam eder
28 Haziran’daki açıklamasında Erdoğan bir yandan Esad’a sıcak mesajlar gönderirken, bir yandan da Suriye’nin içişlerine karışmayı düşünmediklerini söyledi. Sizce Erdoğan “Suriye’nin içişleri” derken Rojava’yı hariç mi tutuyor?
Meselenin askeri yöntemlere havale edilmesinin her iki ülke açısından ağır bedelleri oldu, oluyor. Geçmişten beri Ankara-Şam arasında görüşme yapılması gerektiğini söylediğimizde saldıranlar, bugün Erdoğan’ın Esad’a gönderdiği sıcak mesajları alkışlıyor! Biz de Esad’la görüşülmesini destekliyoruz. Fakat bu görüşmelerin anti-Kürt bir ittifaka dönüşmesi, her iki ülkenin de karanlıktan çıkamaması, bedel ödemeye devam etmesi anlamına gelir. AKP bütün Suriye ve Ortadoğu politikasını hep anti-Kürtlük üzerinden kurdu ve Türkiye’ye kaybettirdi. Üstelik biz bunun kaybettireceğini yıllardır söylerken kahinlik yapmıyor, hayalperestlik içinde saldırganlaşan bu iktidarı gerçekliğe davet ediyorduk. Bugün de bu hayalperestlikten vazgeçilmiş değil. Türkiye hâlâ Suriye topraklarında, cihatçı örgütlerle kol kola, askeri varlığını sürdürüyor. Erdoğan’ın 28 Haziran açıklamasından sonra Afrin başta olmak üzere çeşitli yerlerde Türk bayrakları indirildi. Madem Suriye’nin içişlerine karışmaya niyetiniz yok, Türk bayrağı niye orada? Hem içişlerine karışmayacağız diyeceksiniz, hem de oralara kaymakam atayacaksınız, PTT ofisi açacaksınız, üniversite kuracaksınız! Şam bunu görmüyor mu, bilmiyor mu?
Erdoğan’ın “Suriye’yle normalleşme” sözü de Türkiye’deki “normalleşme” hamlesine benzeyebilir
Sizce bu düğüm nasıl çözülür?
Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan’ın “Suriye’yle normalleşme” sözü de, Türkiye’deki “normalleşme” hamlesine benzeyecek. İçeride de, Suriye’de de normalleşmesinin yolu barıştan, barışın yolu da Kürt sorununun demokratik yollarla çözümünden geçer. Gelin önce Türkiye’de Kürt sorununu çözmeye girişelim, sonra da Suriye’yle ilişkilerin normalleşmesi konusunda hep beraber emek sarf edelim. Böylece Türkiye Ortadoğu’daki barış çabalarının öncüsü haline gelsin. Teklifimiz bakidir. Bakın, İsrail’in Filistin işgali, Rusya’nın Ukrayna işgali, Kızıldeniz’deki çatışmalar, ABD-Çin gerilimi ve Tayvan meselesi… Bu tablo karşısında Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesinin çok yakın olduğu söyleniyor. Bütün dünya bu tehlikeyi gündemine almış durumda. Türkiye’nin bu tablo karşısında hem kendi halkları, hem Ortadoğu halkları, hem de dünya için yapacağı en hayırlı iş, Kürt sorununu çözmek ve giderek bütün bölgede barışın öncülüğünü yapmaktır.
Türkiye Üçüncü Dünya Savaşı riskine karşı barış politikalarına ağırlık vermeli
Bu arada Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da Üçüncü Dünya Savaşı riskine dikkat çektikten hemen sonra Milli Savunma Bakanlığı da “hazırız” açıklaması yaptı…
Türkiye savaşa değil, barışa hazırlanmalı. Fakat iktidarın Üçüncü Dünya Savaşı riskine dikkat çekmekteki amacı aslında içeride muhalefeti susturma planının da bir parçası. Çünkü muhalefeti, “Dünya savaşı yaklaşırken militarizme ağırlık vermemize itiraz etme, açlık ve sefalete karşı kitleleri harekete geçirmeye çalışma” diyerek hizaya sokmak istiyor. Biz DEM Parti olarak muhalefeti, iktidarın “Üçüncü Dünya Savaşı riski” üzerinden kuracağı “vatan-millet-Sakarya” söylemine kanmamaya, aksine iktidarı barışçıl bir dış politikaya itmeye çağırıyoruz. Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesi olmadığını düşündüğümüz için değil, aksine, bu tehlikenin varlığını gördüğümüz için barışçıl politikaları Türkiye’nin geleceği açısından hayati önemde görüyoruz. İktidarın Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesini içeride muhalefeti bastırmak, susturmak için diline dolayıp bu riske karşı barışçıl politikalara ağırlık vermemesi Türkiye’yi felakete sürükler.
Erdoğan hem iktidarı hem muhalefeti yönetmek istiyor
Bugünden baktığınızda, yerel seçim sonrası Özgür Özel’in Erdoğan’la görüşmesini yanlış mı buluyorsunuz?
Doğru veya yanlış demek istemem, sonuca bakalım diyorum.
Sonuç ne oldu sizce?
Erdoğan hem iktidarı hem de muhalefeti yönetmek istiyor. Zaten muhalefeti kendi minderine çekmek istediğini, “normalleşmesi gereken muhalefettir” diyerek kendisi itiraf etti. İktidarla yaptığımız anayasa görüşmeleri sırasında normalleşmenin koşullarını net olarak kendilerine iletmiştik. Dedik ki, eğer bir normalleşmeden bahsedilecekse, her şeyden önce iktidar yargıdan elini çekecek. Kobanê kumpas davası, Gezi davası gibi önemli davaları yönetmekten, kayyım atayarak Kürtlerin seçme ve seçilme hakkını gasp etmekten vazgeçecek. Tersini yaptılar; Kobanê davasında 400 yıl hapis cezası verildi, Hakkâri’ye kayyım atandı. İşçilerin, buğday, fındık, pamuk, çay üreticilerinin tepki göstermemesini, herkesin susmasını istiyor ve buna da “normalleşme” diyor. Böyle bir “normalleşme” her otoriter rejimin hülyasıdır zaten.
9. Yargı Paketiyle kadınların haklarından artakalan kırıntıları da süpürmek istiyorlar
Peki muhalefet buna karşı nasıl bir tutum sergilemeli?
Altını çizerek söylüyorum, AKP muhalefeti ayrıştırmak ve yan yana gelmesini engellemek için çeşitli hesaplar yapıyor. O yüzden muhalefetin akıllıca, zekice, cesurca bir tutum sergilemesi gerekiyor.
Bu mesajınız CHP’ye mi?
Başta CHP olmak üzere bütün muhalefetedir bu mesajım. İktidarın oluşturmak ve muhalefeti yönlendirmek istediği yapay gündemlere değil, gerçek sorunlara odaklanmalıyız. Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yollarla çözümünün, işsizlik, yoksulluk, açlık ve sefalet koşullarının, kadına yönelik şiddetin, ayrımcılığın, yargıdaki yozlaşmanın, bürokrasideki çürümüşlüğün asli ve hayati meselelerimiz olduğunu gündemden düşürmemeliyiz. Bakın, şu anda gündemde olan 9. Yargı Paketi’nde kadınların zaten büyük ölçüde ellerinden alınmış haklarından arta kalan kırıntıları da süpürmek istiyorlar. Kadına yönelik şiddet suçundan ikinci kez hapse girmiş olanları da şartlı salıvermeye tabi tutacak bir düzenleme de tasarlıyorlardı. Kadın hareketinin buna karşı geliştirdiği güçlü tepki nedeniyle Meclis’e gelen taslakta bu düzenlemeyi geri çektiklerini gördük. 9. Yargı Paketi’nde ya da olası değişikliklerde kadınların aleyhine yapılmak istenen düzenlemelere karşı direnmek sadece muhalefetin değil, iktidar partisindeki kadın milletvekillerinin de önceliği olmalıdır. Topyekün direnmeliyiz.
CHP’yle iletişimimiz eksik ama fena değil
CHP’yle temaslarınız sürüyor mu?
Türkiye’nin acil gündemleriyle ilgili elbette görüş alışverişinde bulunuyoruz. İletişimimiz eksik ama fena değil. Aslında çeşitli sorunlar konusunda ortak çalıştaylar, çalışmalar yapabilmeliyiz. Parlamento dışındaki emek ve demokrasi güçleriyle bu zeminin koşulları var ama parlamento içindeki muhalefet partileriyle de bu zemini yakalayabilmeli, ortak çalıştaylar, çalışmalar yapabilmeliyiz.
Toplumsal tepkinin örgütlenmesi iktidarın korkulu rüyası
Az önce AKP’nin muhalefeti ayrıştırmak için çeşitli hesaplar yaptığını söylerken neyi kastettiniz?
Ciddi kan kaybı yaşayan iktidar muhalefeti bastırmak istiyor ama toplum çok tepkili ve bu tepkinin örgütlenmesi iktidarın korkulu rüyası. Bunun önüne geçebilmek için muhalefetin arasına nifak tohumları ekmek isteyecek. Bizim muhalefet olarak illa aynı masa etrafında buluşup belli kararlar almamıza gerek yok. İktidarın ekmeğine yağ süren tutumlardan kaçınmamız ve toplumun ihtiyaç ve taleplerini sahiplenmemiz yeterli. Bakın, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilirken, “Türkiye bürokrasinin hantallığından kurtulacak, uçacak” diyorlardı. Fakat şu anda Türkiye tarihinin en ağır, en hantal, en işlemez bürokrasisiyle boğuşuyor. Bütün kurumlar çürümüş durumda. Koronavirüs sürecinde gördük, depremde gördük, orman yangınlarında görüyoruz. Avukatlar anlatıyor; bırakın siyasi davaları, basit bir ihtilaf davası bile yıllara yayılıyor, adliye koridorlarında iş takipçileri cirit atıyor. Muhalefetin bu sistemin yarattığı çürümüşlüğe karşı korkusuzca mücadele etmesi, iktidarın tehditlerine boyun eğmemesi gerekiyor. Muhalefet ancak o zaman çözümün adresi haline gelir.
AKP, Suriye’deki askeri varlığı sonuna kadar pazarlık konusu yapacak
Peki iktidar ne tür yollarla muhalefetin arasına nifak tohumları ekebilir?
Dış siyaset, Kürt meselesi gibi konularda yapacağı hamlelerle, “vatan-millet-Sakarya” söylemini yerleştireceği zeminler yaratarak bunu yapmaya çalışabilir. Hatırlayın, 27 Şubat 2020’de Rusya’nın saldırısı sonrası İdlib’den 33 Türk askerinin cenazesinin gelmesinin bile faturasını HDP’ye çıkarmaya çalışmıştı bu iktidar. Rusya saldırıyor, Türk askeri hayatını kaybediyor, bunun müsebbibi olarak Rojava’daki Kürtleri, onlar üzerinden de Türkiye’de HDP’yi hedef alıp muhalefeti bize karşı konumlanmaya zorluyorlar! Ortada böylesi örnekler varken, iktidarın her an, her türlü provokasyona girişmesinin mümkün olduğunu unutmamak gerekiyor.
Sizce Esad’la görüşmelerin sonucunda Türkiye, Suriye’den çekilmeyi kabul eder mi?
AKP’nin bunu bir pazarlık konusu olarak sonuna kadar kullanacağını, otuz kilometre olmasa bile belli bir derinlikte tampon bölge oluşturulması şartında direteceğini ve kolay kolay çekilmeyeceğini düşünüyorum. Öte yandan Esad ve Erdoğan arasında görüşmeler gerçekleşirse, Türkiye’de de uzantıları olduğunu bildiğimiz IŞID, El-Nusra ve ÖSO gibi örgütlerin harekete geçmesine, saldırılarına hazırlıklı olmak gerekiyor.
Erdoğan Esad’la görüşmeden önce Türkiye’deki IŞİD’e karşı önlem alınmalı
Türkiye içinde mi?
Tabii. IŞİD’in Türkiye’de çok ciddi bir hücre örgütlenmesi olduğunu yıllardır dile getiriyoruz. Bunların önemli bir kısmının bilgisinin MİT’in elinde olduğunu düşünüyoruz ama yarın-öbür gün Esad-Erdoğan görüşmeleri gerçekleştiğinde bu hücrelerin harekete geçmesi, katliamlar yapmaları göz ardı edilemeyecek bir risktir. O yüzden iktidarı uyarıyoruz, Erdoğan daha Esad’la görüşmeden önce Türkiye’deki IŞİD’e karşı önlem alınmalı. Tabii bu örgütlere karşı alınacak önlemlerin, AKP iktidarının bunlarla ilişkisini, ortak suçlarını unutturmayacağını ve bunun hesabının mutlaka verilmesi gerektiğini de belirtmeliyim.
Kayyım tehdidine boyun eğmeyeceğiz, direneceğiz
DEM Parti olarak ana gündemlerinizden biri de Hakkâri’ye kayyım atanması. Günlerdir çeşitli kollardan Hakkâri’ye doğru “İradeye Saygı Yürüyüş” yapıyorsunuz. Bu yürüyüş 8 Temmuz itibariyle Hakkâri’de sonlanmış olacak. Sonraki aşamalarda ne yapacaksınız? Ayrıca başka belediyelerinize kayyım atanması halinde ne yapmayı planlıyorsunuz?
“İradeye Saygı Yürüyüşü” kayyıma karşı yürüttüğümüz mücadelenin, eylem hattının tümü değil, sadece bir parçası. Dolayısıyla Hakkâri belediyesindeki gaspı sonlandırmak için mücadeleye devam edeceğiz. Erdoğan’ın yeni kayyımlar tehdidine de boyun eğmeyeceğiz ve direneceğiz. Kimse bizden Hakkâri kayyımını kabullenmemizi, buna rıza göstermemizi, bu gaspı gündemden düşürmemizi beklemesin. Bu konuda muhalefetten, tüm emek ve özgürlük güçlerinden çok daha büyük bir dayanışma bekliyoruz. Kayyım sadece Kürt halkına değil, Türkiye’deki seçme ve seçilme hakkına yönelik bir saldırıdır.
AKP’ye oy vermiş Kürtler bile kayyımdan utanç duyuyor
Halkın tepkisi nasıl peki?
Van’da da, Hakkâri’de de gördük, Kürtlerin artık bu gasplara bir milim tahammülü kalmadı. İnanın, AKP’ye oy vermiş Kürtler bile kayyımdan utanç duyuyor, “kayyım atanacaksa niye seçim yapıyoruz” diyor. AKP bölgede hızlı bir biçimde tabela partisine dönüşüyor.
Anayasa çalışmaları kapsamında hükümetle çeşitli görüşmeler yaptınız. Hükümetle bu veya buna benzer nedenlerle herhangi bir temasınız devam ediyor mu?
Yasama faaliyetleri bağlamında bütün partiler birbirleriyle görüşüyor. Öte yandan İmralı’daki tecride karşı Barış Anneleri’nin uzun süredir devam eden bir eylemi var. Bu gibi konularda ilgili bakanlıklarla görüşmeler oluyor. Ama örneğin bir bütün olarak Kürt sorununun çözümü konusunda, makro düzeyde birtakım görüşmeleri soruyorsanız, hayır.
Öcalan’la ilgili hiçbir bilgi alamıyoruz
25 Haziran’da Barış Anneleri ve DEM Parti milletvekillerinden oluşan bir heyet Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’la Öcalan üzerindeki tecrit ve cezaevlerinde devam eden açlık grevi üzerine bir görüşme gerçekleştirdi. Tunç’un bu konudaki yaklaşımı neydi?
“Tecrit söz konusu değildir” diyor bakan. Ama bakan “yok” deyince tecrit yok olmuyor. Üç seneyi aşkın süredir Sayın Öcalan avukatları ve ailesi dâhil hiç kimseyle, hukuka, anayasaya tamamen aykırı bir biçimde görüştürülmüyor.
Kamuoyuna yansıtılmaması şartıyla Öcalan’ın sağlığına ilişkin herhangi bir malumat da mı verilmiyor?
Hayır, hiçbir bilgi alamıyoruz.
AKP’nin Kürt politikası yoksulluğu derinleştiriyor
Partinizin tabanını oluşturan Kürtler aynı zamanda ülkedeki ekonomik kriz karşısında en kırılgan, en yoksul kesim. DEM Parti zaman zaman “sınıf mücadelesi” yapmamakla da eleştiriliyor. Bu konuda herhangi bir mücadele programınız var mı?
Elbette var. AKP’nin Kürt politikası yoksulluğu da derinleştiriyor. Biz sadece kendi tabanımızın değil, yoksullaştırılmış tüm halk kesimlerinin haklarını savunuyoruz. Son yıllarda orta sınıf aşağıya doğru çöktü ve alt sınıf dramatik bir biçimde genişledi. AKP zaten hep sermayenin yanındaydı ama artık bir avuç zenginin partisi haline geldi. Ülkedeki kaynakların bir avuç patron arasında bölüştürülmesine ve halka kırıntıların bile çok görülmesine asla rıza göstermeyeceğiz. 19 Temmuz’da “Ekmek ve Adalet” kampanyası başlatıyoruz ve bu alandaki mücadelemize hız veriyoruz.
Zenginlere peşkeş çekilen halka ait kaynakları ortak mücadeleyle geri alabiliriz
Bu kampanyayı nerede yürüteceksiniz?
Türkiye’nin dört bir yanında, kent kent, kasaba kasaba dolaşıp halkla buluşacağız. Toplantılar, buluşmalar, mitingler gerçekleştireceğiz ve yoksulluğun kader olmadığını, zenginlere peşkeş çekilen halka ait kaynakları ortak mücadeleyle geri alabiliriz.
Mehmet Şimşek sadece bir ay asgari ücretle geçinmeyi bir denesin bakalım!
Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek geçtiğimiz günlerde asgari ücretin düşük olmadığını söyledi…
Mehmet Şimşek sadece bir ay asgari ücretle geçinmeyi bir denesin bakalım! TÜİK’in açıklamasına göre Haziran ayı enflasyon verileri aylık bazda 1,64, yıllık bazda yüzde 71,6. Fakat biz TÜİK verilerinin manipüle edildiğini bildiğimiz için Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) verilerini baz alıyoruz. Buna göre Haziran ayı itibariyle yıllık enflasyon yüzde 113,08. Ayrıca ücretlere yapılacak zam oranları, işçinin sefalete mahkum edileceği düzeyde düşük. Keza kiralardaki yüzde 25 tavan zam uygulaması da kaldırıldı. Dolayısıyla bizim “Ekmek ve Adalet” kampanyamız, mücadelemiz hayati önemde. Kayyıma karşı yürüttüğümüz mücadeleyle ekmek ve adalet mücadelesini aynı anda ve iç içe yürüteceğiz. Şu an Türkiye’de 50 milyonluk bir nüfus açlık ve yoksulluk sınırında yaşıyor. O yüzden iktidar muhalefeti her türlü manipülasyonla, her türlü araçla bastırmak, susturmak istiyor.
“Ekmek ve Adalet” kampanyası kapsamında ne yapacaksınız?
İki ana eksende yürüteceğiz bu kampanyayı. Bir yandan iktidarın bu halkı açlığa ve yoksulluğa hangi politikalarla mahkum ettiğini teşhir edeceğiz, bir yandan da halkla birlikte her alanda, yani çocuk işçiliğinden genç işsizliğine, tarımdan sanayiye, fabrikadan tarlaya, mevsimlik işçilerden beyaz yakalılara kadar her kesim ve alanda yaşanan sorunlara ilişkin geliştirdiğimiz çözüm önerilerimizi ortaya koyacağız ve bunların gerçekleştirilmesi için eylemler, etkinlikler, yürüyüşler, mitingler düzenleyeceğiz.
DEDAŞ Kürt sorununun başlıklarından biri haline geldi
20 Haziran’da Diyarbakır ve Mardin arasında yaşanan orman yangınında on beş köylü hayatını kaybetti. Daha sonra bu yangının elektrik tellerinden çıktığı anlaşıldı ve DEDAŞ’la ilgili çok sayıda tepki dile getirildi. Sonrasında ne oldu? Bu konu kapandı mı?
İktidar bu konuya kapatmak istiyor ama biz kapattırmayacağız. Bu olayla ilgili hukuki sürecin takipçisiyiz. Ayrıca katliama dönüşen bu olayla ilgili toplumsal tepkinin örgütlenmesinden de geri durmayacağız. Normal şartlarda ilgili bakanın istifası, bölgenin “afet bölgesi” ilan edilmesi ve bu kapsamda maddi, manevi mağduriyetlerin giderilmesi gerekiyordu. Bu yöndeki talebimiz hâlâ devam ediyor. Öte yandan DEDAŞ artık Kürt sorununun başlıklarından biri haline geldi. Bu şirket, Türkiye’de hakkında en fazla şikâyet olan kurumlardan biridir. TBMM kayıtlarına baktığınızda da hakkında en fazla soru önergesi, araştırma komisyonu teklifleri yapılan şirketlerden birinin yine DEDAŞ olduğu görülüyor. Bu tekliflerin tümü iktidar tarafından reddedilmiştir. Yangın bölgesine gittiğimizde gözlerimizle gördük; artık çürümüş, çatlamış, kırk yıllık direkler üzerinden elektrik naklediliyor. Zaten bütün bilgi ve belgeler, yangının elektrik kaynaklı olduğunu da ortaya koyuyor.
Kaçak elektriğin önüne askeri operasyonla, halkı aşağılamakla değil, satın alma gücünü artırarak geçebilirsiniz
Peki DEDAŞ’la ilgili temel sorun altyapının yenilenmemesi mi?
Hayır, bu sadece yakın zamanın en korkunç olayıdır. Elektrik kesintileri nedeniyle çiftçiler üretim yapamıyor veya ürününü sulayamıyor. Ayrıca DEDAŞ’ın keyfi elektrik kesintileri halk sağlığını da tehdit ediyor. Elektrikli cihazlara bağlı yaşayan binlerce hasta var. DEDAŞ yazın veya kışın ortasında elektrikleri keserek, borcunu ödeyemeyen bir tüketiciyi bahane edip o hat üzerinde bulunan herkesi cezalandırarak, köylere asker ve zırhlı araç eşliğinde operasyonlar yaparak halkımıza zulmediyor.
DEDAŞ yapılan eleştirilere “kaçak elektrik kullanımı” gerekçesini gösteriyor…
İstanbul’daki kaçak elektrik kullanımı bölgedekinden daha fazla. Ayrıca günümüzde elektrik ekmek ve su gibi temel bir ihtiyaçtır ve özel şirketlerin eline verilemeyecek kadar hayatidir. O yüzden DEDAŞ kamulaştırılmalıdır. Kaçak elektrik kullanımının önüne de askeri operasyonlarla, halkı aşağılayan uygulamalarla değil, halkın satın alma gücünü artırarak, GAP kapsamında bölgenin sulama ihtiyacını gidererek geçebilirsiniz. Hiçbir gerekçe DEDAŞ’a yoksul halkın canını tehlikeye atma hakkı tanımaz. AKP elektriği özel şirketlere devrettikten sonra denetim de yapmıyor ve DEDAŞ gibi şirketler çıkarlarını maksimize etmek için halka karşı her türlü yönteme başvuruyor. Açık söyleyeyim, halkımızı devlet destekli bir şirketin zulmüne karşı korumak için elimizden geleni yapacağız.