MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Trump’ın genel olarak kapitalist yönetici sınıfın çıkarlarının gerçek ve kalıcı bir temsilcisi mi yoksa sistemin bir sapması olarak ortaya çıkmış tehlikeli kişilik bozukluklarına sahip, görevden azle çok yakın bencil bir sahtekâr mı olduğu sorusu Amerikan medyası tarafından sıklıkla ortaya atılıyor.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Son aylarda ana akım Amerikan medyası çokça iki temayı işliyor. İlki Donald Trump ve ekibinin yönlendirdiği, Trump’ın Kuzey Kore, İran ve Venezüella’ya karşı “atışa hazır” olduğuna dair kabadayılıklarla gündemi dış politikaya kanalize etmeye çalıştığı; spot ışıklarının Putin, Kim Jong, Maduro gibi isimlerin üzerinde kalmasına çabalayan haber akışı. Diğeri de Trump’ın seçim sürecinde Rus ajan yahut “özel danışmanlarla” girmiş olduğu karmaşık ilişkilerin doğurmuş olabileceği kimi finansal ilişkiler ve sırların ifşası gibi şaibeli meselelerin peşini süren, Kongre soruşturmalarıyla birlikte Trump ekibinden peşisıra gelen istifalarla Beyaz Saray tarihinde belki de eşine az rastlanabilecek önemli bir iç savaşın şiddetlenmekte olduğunu servis eden haber akışı…
Trump’ın genel olarak kapitalist yönetici sınıfın çıkarlarının ve özellikle Cumhuriyetçi sağ kanadın amaçlarının gerçek ve kalıcı bir temsilcisi mi yoksa sistemin bir sapması olarak ortaya çıkmış tehlikeli kişilik bozukluklarına sahip, görevden azle çok yakın bencil bir sahtekâr mı olduğu sorusu Amerikan medyası tarafından sıklıkla ortaya atılıyor. Konvansiyonel ve sosyal medyanın takipçilerinin algılarını dumura uğratan bitmek bilmez “Son dakika” bombardımanının bu politik durumun hakiki boyutlarını kavramayı zorlaştırmasına rağmen aslında iki seçenek de bu sorunun cevabıdır.
Esasen birbirinden ayrıymış gibi görünen her iki haber akışı da Beyaz Saray’a yerleşmiş bir deli ile Kore’deki benzer birinin dünya’yı her an havaya uçurabileceklerine yahut İran’la her an patlayıverebilecek bir nükleer savaşın kapıda olduğuna dair yürütülen ve Rus temalı “James Bond” hikâyeleriyle süslenen medya kampanyasıyla kitleleri korkuya sevk ediyor. Diğer yandan toplumsal karşı reformlarla Amerikan toplumuna yönelik bir savaş yürütülüyor.
Bu savaş, birçok cephede aynı anda gerçekleşiyor görünüyor. Bu, özellikle beyaz ve varlıklı olmayan seçmenlerin hem politik alanlarını daraltmaya hem de sosyal haklarını törpülemeye yönelik bir savaş. Bu, özellikle kadınlara yönelik ve sadece Amerika içerisinde değil. Dünyada da kadın sağlığı hizmetlerine yönelik, sadece kürtaj hakkıyla değil, gebelik sırasında ve sonrasında doğum kontrol ve bakıma erişim konusunda yürütülen kirli bir savaş. Genel anlamda ise bu savaş, sağlık hizmetlerinin herkes için temel bir insan hakkı olduğu fikrine karşı yürütülen bir savaş. Öte yandan da milyarder veliaht ve Eğitim Bakanı Betsy DeVos tarafından yönetilen, toplumsal eğitim hakkına karşı yürütülen bir savaş.
Bu savaş, beyaz olmayan halkların polis terörü olmadan yaşama haklarına karşı yürütülen bir savaş. Bu savaş, kitlesel hapsedilmeyi yaygınlaştırmak ve “uyuşturucu savaşının” Amerikan versiyonunu hayata geçirmek üzerine kurulmuş bir savaş. Federal yargının polis terörüne cezasızlığı daha pervasızca içtihatlaştırdığı, insan haklarına yönelik saldırının Trump yönetiminin ötesine geçeceğine işaret eden bir savaş.
Bu savaş, Trump'ın bütçe direktörü Mulvaney'nin doğrudan bahsettiği gibi, federal yardıma ihtiyacı olan yoksulların haklarının mümkün olduğunca tırpanlanması üzerine verilen bir savaş. Bu, her tür çevreyle ilgili düzenleme ve iklim değişikliği ile ilgili temel bilimsel çalışmalara karşı bir savaş. Aslında bu, doğanın fiziksel ve kimyasal kanunları ve bu kanunların eğer toplum onlar hakkında bilgisiz bırakılırsa zararsız olacağı düşüncesi üzerine kurulmuş bir savaş.
Bu savaş çoğunlukla Cumhuriyetçiymiş gibi görünse de münhasıran verilen bir savaş değil. Örneğin bu savaş, BM ya da diğer uluslararası kuruluşlar tarafından, İsrail işgallerini ya da İsrail yerleşimlerini meşrulaştırmak için hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin desteklediği bir savaş (Senato Tasarısı 720).
Örneğin Demokratların yaygaracı biçimde öne sürdükleri Rus hacker’ların Amerikan seçimlerini manipüle ettiği iddiası tamamıyla doğru olsa bile bunun seçim neticelerini çok sınırlı ölçüde etkilediği herkesçe bilinen bir gerçek. Son aylarda NSA, Microsoft vb alanlara yoğunlaşan ve Rus hacker’lara yakıştırılan saldırılarla beraber düşünüldüğünde uzun zamandır ciddi şüpheler uyandıran Amerikan seçim sisteminin re-organizasyonuna yönelik, kitlesel seçmen dolandırıcılığını hiper-sofistike hale getirmek için bir bahane ve “makyajlama” fırsatı olarak kullanıldığını anlayabilmek için Snowden olmaya gerek yok gibi görünüyor. Trump tarafından atanan Kobach-Pence ikilisinin idare ettiği "seçim bütünlüğü komisyonu", sadece kitlesel seçmen dolandırıcılığı iddialarını araştırıyormuş gibi yapan “demokratik gösteriş” uygulaması görevi görmüyor; ayrıca, beyaz olmayanların ve yoksulların oy haklarının gaspını amaçlayan, onları sandıklardan kalıcı olarak uzaklaştırmak için yasal zeminlerin yaratılmasına yönelik bir manivela işlevi de görüyor (Vatandaşlığın Kanıtlanması Yasası).
Öncelikle ulusal sağlık sigortasının herhangi bir parçasını, devamla sakat Medicaid'i, nihai olarak Medicare’i ve sosyal güvenliği yok etmek için yoğunlaşan çabaların geniş kitlelerin desteğini alamayacağını bilen bu tamamen bilinçli sınıf savaşçıları, hükümet harcamalarından yararlanan insanların gerçekten oy vermemeleri gerektiğine inanıyorlar. Bilinçli ve sistematik bir şekilde seçmenin oylarını manipüle etmek, oy hakkını gasp etmeye çalışmakla beraber, son Georgia seçimlerinde olduğu gibi tek bir Temsilciler Meclisi koltuğunun kampanya maliyetini 50 milyon doları aşacak şekilde artırarak yoksul halk kesimlerini müesses politik alanın tamamen dışına çıkarmaya çalışıyorlar.
Saldırıların ABD sınırlarını aşan boyutunda ise Trump, kampanyasında kullandığı NAFTA karşıtı ve Amerikan yanlısı söylemleri kullanmaya aynen devam ediyor. "Yeni NAFTA" olarak adlandırılan neo-liberal yeni bir NAFTA ortaya çıkarmak için yapılacak yeniden müzakereler, şirketlerin hükümetler karşısında daha serbest, denetimsiz hareket edebilmesini, "yatırımcı teşvikleri"ni, sermaye akımlarının liberalizasyonunun artırılmasını ve mümkün olan en sömürücü emek koşullarının yaratılmasını öngörüyor.
Turgut Özal’dan bu yana Türkiye içinde ısrarla salık verilen ve bu günlerde AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın gayretleriyle tesisine epeyce yaklaşılan iki partili başkanlık sisteminin halklar ve emekçi sınıflar açıcısından dezavantajları, işlevsizliği güncel Amerikan siyasal durumunda tastamam gözler önüne seriliyor. Zira eyaletlerin nerdeyse üçte ikisinde güçlü durumda olan Demokratlar, müesses nizamın bir müessesesi olmaları ve haliyle sermaye sınıfına karın bağıyla bağımlılıkları nedeniyle, devasa bir saldırıyla karşı karşıya olan işçilere ve halklara hitap edebilecek bir alternatif oluşturmanın önünde engel oluşturmaktalar. Türkiye ‘deki müstakbel muadilleri gibi sağ kanadı çaprazlayarak muhalif enerjiyi sömürmekte hatta temel sermaye programlarında kullandıkları ortak jargonla Cumhuriyetçi politikalara meşruiyet yaratmaktalar.
Oysa şu anda, Cumhuriyetçi Parti, 1920'lerden bu yana en tehlikeli toplumsal gündemi takip ederken, sermaye ve sağ kanat evde savaşı kazanıyormuş gibi görünüyor. Demokratlar ise “merkeze dönüşü” öneriyor. Buna mukabil nüfusun büyük kesimlerinin tek ödemeli sağlık hizmetleri sistemine yönelik gittikçe artan desteğinin, 12 Ağustos Charlottesville cinayetine verilen ırkçılık karşıtı kitlesel cevabın ve Bernie Sanders’ın Jeremy Corbyn’e benzer çıkışının gösterdiği gibi popüler "direniş" güçlerinin çift partili tuzaklardan kurtularak gerçek ilerici ve toplumcu açılımlar sağlayabilmelerinin olanakları da mevcut.
Hülasa kapitalist-emperyalizmin Babil’inde hızla artan sermaye taarruzuna, yoğunlaşan karanlığa rağmen bir yandan umut da filizleniyor. Daha geniş ve şiddetli bir itirazın olanakları mayalanıyor. Ne de olsa karanlığın en yoğun olduğu an aynı zamanda şafağın en yakın olduğu andır.