MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Bu topraklarda burjuva egemenlik, salt bir sınıfsal sömürü demek değildir. Yalnızca işçi ve emekçilerin aşağılanması, sömürülmesi demek değildir. Bu topraklarda burjuva egemenlik, Anadolu ve Kürdistan coğrafyalarının bin yıllık tarihlerinin inkârıdır; üzerine beton dökülmesidir.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Donald Trump’ın ABD güçlerinin Suriye’den çekilmesine dair ani ve peşi sıra gelen üst düzey istifalardan anlaşılabileceği üzere hazırlıksız kararı, savaşın taraflarının tutum ve planları üzerinde sarsıcı bir etki yarattı. Ne var ki Trump’ın söz konusu kararı belki de muhataplarından daha ziyade kimi sol çevreleri, iliştirilmiş -hesapta- gazetecileri heyecanlandırdı, telaşlandırdı. Ağız ishali olmuşça Kemalizm artığı şablonlanmış savlarını yeniden piyasaya sürme fırsatı verdi. Anti-emperyalizm maskesi arkasına saklanarak Özgürlük Hareketine ve Kürt kazanımlarına ilişkin habis hatta kindar nefretlerini ağızlarından salyalar akıtarak dışa vurma olanağı verdi. Bizlere de hep aklımızda tutmamız gereken bir gerçekliği yeniden hatırlattı. Kürt halkı ağırlıklı olmak üzere, halklar sorunu coğrafyamızda esaslı bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Hesapta sınıf devrimciliği yürüten esasta Kemalizm’den kopamamış, onunla yüzleşememiş ulu-sollar, “Tek ülke, tek devrim, tek parti” nakaratına saplanmış mücadele ve kavga kaçkını sollar ve elbette boynuna kızıl fular takmış manipülatör sahte sollar ile gözünü Anadolu, Ortadoğu ve dünya devrimine dikmiş devrimci hareketler arasındaki gittikçe keskinleşen ayrımları ve yolculuğun kaçınılmaz bir destinasyonunda ray makaslarının nasıl da birbirinden ayrıldığını gözler önüne serdi.
Bu kısa yazıda sözkonusu bu sollarla ve onların donmuş, ölmüş savlarıyla tartışmaktan ziyade kendi adıma devrimci-sosyalistlerin bölgemizdeki halklar sorununa dair devrimci tutumunu kısaca özetlemeye çalışacağım. Ancak buna girişmeden önce kendilerini Marksizm-Leninizm’in sapmaz, yanılmaz savunucusu olarak addeden, sınıf devrimciliğinin şampiyonlarına, her fırsatta bir demogoji vasıtasına indirdikleri ve tek boyutlu olarak ele almayı âdet edindikleri şanlı Bolşevik devriminin sürekli ve bilinçli olarak göz ardı ettikleri bir başka boyutunu hatırlatmakta fayda olsa gerek.
Güneşe akının dev bir adımı olan ve dünyayı sarsan Ekim Devrimi aynı zamanda bir halklar devrimiydi. Çarlık Rusyası’nın bir halklar hapishanesine çevirdiği geniş bir coğrafyada halkların uyanışı ve bu hapishaneyi yerle yeksan edişiydi. Bu noktada okuyucunun sabrına sığınarak Alp Altınörs’ün Ekim Devriminin yıldönümü vesilesiyle Yeni Yaşam gazetesinde yayınlanan yazısından uzun bir alıntıya başvurmak meramımızı anlatmaya yardımcı olacaktır.
“Sovyet Kongresi, Çarlık coğrafyasındaki bütün halkların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyordu. Bunlar arasından bazıları, İç Savaş döneminde Sovyetler’le anlaşmalı biçimde ayrılarak burjuva ulus devletlere dönüştüler (Finlandiya, Estonya, Litvanya). Bağımsızlığını ilan ettikten sonra İngiliz ve Osmanlı işgali altına giren Kafkas cumhuriyetleri (Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan) Kızıl Ordu’nun zaferleriyle birlikte bu ülkelerde gerçekleşen sosyalist devrimler sonucunda Transkafkasya Sovyet Federasyonu’nu kurdular. Ukrayna, Alman işgalinin ve çeşitli burjuva rejimlerin ardından bir Sovyet Cumhuriyeti’ne dönüştü. Beyaz Rusya’da da Sovyet Cumhuriyeti kuruldu.
30 Aralık 1922’de Moskova’da Rusya Federe SSC, Ukrayna SSC, Trans-Kafkasya Federe SSC ve Beyaz Rusya SSC delegelerinin katılımıyla I. Tüm Sovyetler Kongresi toplandı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin (SSCB) kuruluşu ilan edildi. Özbekistan, Türkmenistan (1924), Tacikistan (1929), Kazakistan, Kırgızistan (1936) Estonya, Letonya, Litvanya, Karelo-Fin ve Moldovya (1940) SSC’lerinin katılımı ile birlikte, SSCB, 16 Sovyet Cumhuriyeti’nin federatif birliğine dönüştü.
SSCB, tarihte “cumhuriyetler birliği” formundaki ilk ve tek devlet olma özelliği taşır. Her sovyet cumhuriyetinin ayrılma hakkına sahip olduğu, yanı sıra, kendi anayasasını yazdığı, kendi bayrağı ve başkentinin, kendi bakanlar kurulunun, kendi Kızıl Ordu’sunun bulunduğu özgün bir devlet biçimiydi.
Ayrıca her sovyet cumhuriyeti bünyesinde, nüfusu 1 milyonu aşan ulusal bölgelerde 22 “Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti”, daha küçük bölgelerde ise 21 “Özerk Bölge” inşa edildi. Tek bir şehirde ulusal nüfus yoğunlaşmasının olduğu yerlerde ise “Milliyet Sovyeti” ilan edilirdi (1935 itibariyle SSCB’de 5 bin Milliyet Sovyeti vardı. Bu, dağınık yaşayan Yahudilerin güvenceye alınmasını da sağlıyordu. Çarlık dönemi pogromlarında binlerce Yahudi katledilmiş, 2 milyonu göç etmek zorunda kalmıştı.)
Bütün Sovyet Cumhuriyetlerinde, Özerk Cumhuriyetlerde ve Özerk Bölgelerde kullanılan diller resmi dildi. Devlet hizmetleri anadillerde sunuluyordu. Anadilde eğitim her Sovyet yurttaşının hakkıydı. SSCB’de konuşulan her dilin üniversitelerde kürsüsü vardı.
Birlik cumhuriyetlerinin 25’er, özerk cumhuriyetlerin 11’er, özerk bölgelerin 7’şer, yerel ulusal bölgelerin 1’er seçilmiş temsilcisinin oluşturduğu Birlik Meclisi’nin ulusal sorunlarda haksızlık ve anlaşmazlıkları denetleme yetkisi vardı. Ulusal sorunlar için son derece kapsamlı ve özgürlükçü bir çözüm yolu açığa çıkartan Sovyet modeli, en geniş sınırlar üzerinde sosyalist inşaya da imkan sağlıyordu. Hak eşitliğinin ötesinde, ekonomik-sosyal alanlarda ulusal eşitlik içinse, sosyalist ekonomik planlamada ülke kaynaklarının büyük oranı Rusya dışındaki birlik cumhuriyetlerine ayrılır, yeni yatırımlar bu bölgelere yapılırdı.”
Bu uzun alıntının ardından asıl tartışma konumuza geçmeden evvel bir tarafın açıkça sırtını devlete ve onun yarattığı milliyetçi atmosfere yaslayarak sürdürdüğü emperyalizm, anti-emperyalizm tartışmalarına dair temel bir konuyu hatırlatmadan geçmemek gerektiğini düşünüyorum. O da devletin niteliği ve dünya sistemi içerisindeki yeridir. Bu hususa kısaca da olsa açıklık getirmek önemli olabilir. Türkiye, dünya kapitalist-emperyalist sistemi içerisinde yer alan, tekelci kapitalist bir ülkedir. Türkiye’nin bu sistem içindeki yeri, emperyalist aşamanın özelliklerine bağlı olarak belirlenir. Türkiye Devleti, emperyalizme bağımlı bir sömürgedir. Türkiye burjuvazisi, kapitalizmin doğuşundan 300 yıl, onun bir dünya sistemine dönüşmesinden takriben 100 yıl sonra iktidarı ele almıştır. Bu yanıyla Türkiye kapitalizmi bağımlı olduğu bu sistemin tüm gerici yanlarıyla beraber doğdu. Sovyetler’in varlığı süresince de sosyalizme karşı bir ileri karakol görevi gördü. Sovyetler’in çözülüşünün ardından bölgesel konjonktürden ve emperyalistler arası çelişkilerden faydalanarak yayılma hayalleri kurarak kendi sömürgelerini edinmek isteyen bu karakteri göz ardı ederek emperyalizm, anti-emperyalizm tartışmaları yürütmek; yanıltıcı ve nafile olmanın ötesinde Kemalizm’den ve ulu-devlet fikirlerinden kopamamış olmanın ifadesidir.
İşte bu düzlemde bazı yalın hakikatleri açıkça ortaya koyarak asıl tartışma konumuza geçebiliriz. Türkiye burjuvazisinin 1908 yılında başlayan 1923’te nihayete eren devrim yürüyüşü neticesinde iktidarı alan bu sınıf cılızdı ve daralmış bir imparatorluğun bakiyesiydi. Bu iki nesnel gerçeklik üzerine kurulmuş bu gecikmiş burjuva devrimin kurduğu devlet bu iki gerçekliğin ve geç kalmışlığın marazlarıyla doğdu ve gelişip örgütlendi. Bu marazların yarattığı korkular ve kompleksler daha sonraları bitmek bilmez bir “beka kaygısı” olarak on yıllarca sürerek devletin mayasını oluşturdu. Türkiye Devleti tam da bu nedenlerle daha en başından Ekim Devriminin yarattığı korkuya karşı örgütlendi. Aynı devlet sınıfsal ve ideolojik zayıflığını yenmek için “Türkçülüğe” sarılmıştı. Emperyalizm çağında devrime niyeti olamayan bu burjuvazinin milliyetçiliği “Bir Türk dünyaya bedel”, “Ne mutlu Türküm diyene” vb şiarların gösterdiği gibi hamasi ve kompleksli bir gericilik olarak temayüz etti.
Dahası, Osmanlı’dan küçülerek bir halklar bahçesine sıkışan bu burjuvazi “bu devlete bir ulus lazım” mantığıyla örgütlendi. Siyasal olarak kendisini böyle gösteren bu arayış aynı zamanda iktisadi olarak cılız bir sınıfın palazlanma arayışının ifadesiydi. Bu doğrultuda bir ulus yaratma arayışıyla burjuvaziyi güçlendirme arayışları iç içe geçti. Bir ulus yaratma süreci, aynı zamanda sermayenin el değiştirmesinin de önemli bir aracı oluverdi. Ermeni ve Rumların elinden talan, pogrom ve kırımlarla alınan sermaye, tam bir yağma mantığı içerisinde, uluslararası sermaye ile kurulan ilişkilerle palazlanma arayışları içindeki “milli burjuvaziye” aktarıldı. Daha sonraları 60’lı yıllarda “Kemalizm” olarak teorize edilecek bu mantık, sınıfların ve halkların inkârı ve imhası üzerine inşa edildi. Tüm bunlar siyasal, sınıfsal planda, zayıflığın ve korkuların şekillendirdiği şiddete dayalı devlet politikalarında ifadesini bulmuştur.
Sosyalizm mücadelesi, devrimci mücadele; hatırlatmaya ne hacet ideolojik bir mücadeledir. Burjuva anlayışlardan kopuşun mücadelesidir. Bu kopuş, ideolojik olduğu kadar, politiktir, örgütseldir ve ahlakidir. Milliyetçilik, Türkiye burjuva devletinin resmi ideolojisidir. Sosyalizm arayışı bu burjuva devletin bizlere bulaştırdığı milliyetçi alışkanlıklardan, kibirden, ayak bağlarından kopmanın da arayışıdır. Devrimci mücadele, tarih boyunca süregelmiş sınıflı toplum kalıntılarına ve alışkanlıklarına karşı mücadeledir. Biz devrimciler, sosyalistler, devletin tümden ortadan kalkacağı özgür bir dünya yaratmak için mücadele ediyoruz. İnsanların ırk, dil, cins, ayrımları nedenleriyle birbirlerini aşağılamadığı, insanın insana boyunduruğunun son bulduğu bir dünya için mücadele ediyoruz. Ancak bu kimliklerin, farklıkların yok sayılmasıyla mümkün olmayacaktır. Farklılıkları kendi renkleriyle, zenginlikleriyle kabul ederek ve özgürleştirerek mümkün olacaktır. Biz bu nedenle devrim çok renkli olacaktır diyoruz.
Sınıf savaşımı kaba bir sınıfsallık olarak ele alınamaz. Mesele sadece yeknesak bir sınıfsal sömürü mesele değildir. Bununla bütünleşen bir toplumsal yaşam vardır. Bu yaşamın doğurduğu çelişkiler söz konusudur. Irk sorunu, cinsel ayrımcılık vb benzeri kimlik sorunları, toplumsal baskılar sınıfsal mücadeleden ayrılamayacağı gibi, sınıfsal mücadele de bunların dışında ele alınamaz. Tüm bu çelişkiler, baskı ve sömürüler iç içe geçmiştir. Biz her türlü baskı ve sömürünün son bulduğu bir dünya için mücadele ediyoruz. Bu minvalde biz devrimciler için halkların kurtuluşu ile sosyalizm mücadelesi iç içe geçmiş durumdadır.
Hülasa Türkiye burjuvazisinin iktidara yükselme savaşı, aynı zamanda Türk milliyetçiliği adına başka halkların hatta inançların inkârı ve imhası savaşıdır. Geçen yüzyılın hemen başında gerçekleşen Ermeni soykırımı, peşi sıra gerçekleşen, Pontus, Rum, Kürt kıyımları, asimilasyon politikaları, pek çok inanç topluluğu, halk ve ulusun birlikte yaşadığı bu toprakları bir halklar hapishanesine dönüştürmüştür. Bu topraklarda burjuva egemenlik, salt bir sınıfsal sömürü demek değildir. Yalnızca işçi ve emekçilerin aşağılanması, sömürülmesi demek değildir. Bu topraklarda burjuva egemenlik, Anadolu ve Kürdistan coğrafyalarının bin yıllık tarihlerinin inkârıdır; üzerine beton dökülmesidir. Bu topraklarda burjuva egemenlik; insanı insan yapan hasletlerinden soyundurmak, kimliksizleştirmek, kişiliksizleştirmek demektir. Soysuzlaştırma, köksüzleştirme, sürüleştirme ve sömürgeleştirmedir. Öyleyse önümüze koyduğumuz devrimin görevi de, burjuvazinin halklara karşı uyguladığı ve bu gün bile varlığının temellerinden biri saydığı, bu imha ve inkârı bütün boyutlarıyla ifşa etmek ve ortadan kaldırmaktır. Halklar ve uluslar arasında eşitliğe dayanan saygı ve kardeşliğin hâkim olduğu bir düzen kurmaktır.