Salih Zeki TOMBAK yazdı: Savaşa katılan örgüt, savaş sonrası kurulan devlette, ayrı bir örgüt olarak değil ama zihniyetiyle katılmış, devletin fikri şekillenmesini belirlemiştir.
Teşkilat-ı Mahsusa
Türkiye bir “Teşkilat-ı Mahsusa” devletidir.
Bu örgütle ilk defa Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sını okurken karşılaştım. Kuleli Askeri Lisesi öğrencisiydim. 12 Mart Muhtırasının az öncesi veya esnası. İstanbul’un Sağmalcılar semti kolera salgınıyla anılıyordu.
15-16 Haziran’dan bir kaç gün sonra 1. Ordu Komutanı Orgeneral Kemal Atalay bize, iç bahçede, “işçi sınıfının ihtilalci kalkışmasını” anlatmaya gelmişti. İşçi sınıfının büyük ve devrimci bir güç olabildiğini ve bu başarıldığında sistemde ne kadar derin bir sarsıntı ve muhataplarında nasıl bir korku yaratabildiğini hissettiğim; genç devrimci adlarının bir rüzgar gibi ordu dahil devletin kalın ve tarihi duvarlarını yalayarak her yere nüfuz ettiği ve kalplerimize dokunduğu istisnai bir dönemdi… Sonra bir sonraki Birinci Ordu Komutanı Faik Türün, okulun sinema salonunda devrimci örgütleri detaylı şemalarla anlatırken, en azından bazılarımızın devrimciliği seçmesine katkıda bulunduğunu fark etmediği zamanlardı.
Bulaşıcı hastalık yüzünden ağır kısıtlamaları ilk o zaman yaşadık.
Elbette o yaşlarda, genç gazeteci Falih Rıfkı’nın bir arkadaşından öğrendiği, imparatorluğun çeşitli bölgelerine silah ve mühimmat yığıldığı, uzun bir mücadeleye hazırlanıldığı ve cezaevlerinden pek çok tutuklu ve hükümlünün de bu örgütte yer almak koşuluyla serbest bırakıldığı bilgisini, bu örgütün nasıl bir örgüt olduğunu anlamaya çalışacak birikimden yoksun olduğum için, sadece heyecan duyarak okumuştum.
“Teşkilatı Mahsusa”, Özel Örgüt, uluslararası sisteme Türkiye’nin kattığı bir kavram ve model. “Özel Kuvvetler”, “Özel Harekat”, “Özel Savaş” gibi kavramların kaynağı Osmanlı’nın son günlerinde, İttihat ve Terakki partisi liderliğinin, muhtemelen Enver Paşa’nın fikir babası ve kuruluşuna önayak olduğu Teşkilat-ı Mahsusa örgütüdür. Örgüt, istihbarat, karşı istihbarat, propaganda, direniş örgütleri yaratma ve suikast gibi faaliyetler yapacak; eğer Payitaht düşerse, düşman Osmanlı topraklarının tamamını veya bir bölümünü işgal ederse işgal altındaki topraklarda direniş örgütleyecektir.
Komünistlerin güçlenmesini önlemek veya iktidara gelmişlerse karşı devrimci ayaklanma örgütlemek, sabotajlar, suikastler düzenlemek, komünistlerin yaptığı izlenimini vererek katliamlar gerçekleştirmek, sızmalar gerçekleştirmek veya sızmalara destek destek olmak vb amaçlarla faaliyet gösteren; faaliyetleri NATO üyesi ülkelerin resmi makamlarınca örtülecek, adli takibattan muaf tutulacak, son yıllarda Gladio, daha önce Süper NATO veya Kontrgerilla diye anılan örgütlenmeye ne kadar benziyor, değil mi? Benzerlik tesadüfi değildir.
Teşkilatın son başkanı Hüsamettin (Ertürk) bey, örgütün amacını şöyle anlatır:
“Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle panislamizme vasıl olmaktır. Diğer taraftan da Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da Pantürkizmi hakikat sahasına sokmaktır. Enver Paşa’nın bir yandan Emiri Efendi’nin İttihat ve Terakki programındaki pan islamizminden, diğer taraftan da Ziya Gökalp’in pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır.” (Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, İstanbul 1957, sf. 115-116)
Amacı kısaca, bildiğimiz Türk-İslam sentezidir.
Burada “islam” ile elbette sünni islam kastedilmektedir. Ve en erken 1911 tarihinde formüle edilmiş olduğunu kabul etsek, imparatorluğun neredeyse sonuna gelindiği günlerde, İttihat ve Terakki’nin en tepesi tarafından kurulan bir örgütün amacı, Türk-İslam sentezi temelinde, Osmanlı’nın o günkü sınırlarından çok daha geniş bir coğrafyada bir siyasi birlik kurmaktır. Bu genişliği daha çok İngiliz sömürgeciliğini Doğu’da, Afganistan ve Hindistan topraklarında da rahatsız etme şeklinde anlayabiliriz.
Örgüt daha kurulurken, kurucu unsurlar, İttihatçı subaylar, ittihatçı siviller ve cezaevlerinden örgüte katılmak kaydıyla çıkarılan ağır hükümlü suçlulardır.
Maya budur.
Teşkilat-ı Mahsusa İstiklal harbine İstanbul’dan Anadolu’ya, insan, silah ve mühimmat kaçıran Karakol Cemiyeti başta olmak üzere, neredeyse bütün kadrolarıyla Kuvayı- Milliye içinde yer alarak katılmıştır.
Bu örgütün Trabzon’daki uzantıları, henüz işgal güçlerine karşı bir tek kurşun atmamış “Ankara’nın talimatıyla”, Kurtuluş mücadelesine katılmak için Anadolu’ya gelen Mustafa Suphi liderliğindeki TKF heyetini Trabzon açıklarında katletmiştir.
Savaşa katılan örgüt, savaş sonrası kurulan devlette, ayrı bir örgüt olarak değil ama zihniyetiyle katılmış, devletin fikri şekillenmesini belirlemiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti esas olarak Rumeli’de görev yapan asker ve sivil genç bürokrasinin örgütüydü. Kurucu kadroları Avrupa’daki, başta Fransız Devrimi olmak üzere fikir hareketlerinden etkilenmişlerdi. Ancak çoğu, benzer şekilde bu gelişmelerden etkilendiği için, Osmanlı’ya karşı ulusalcı-ayrılıkçı ayaklanmalar başlatan unsurları bastırmak üzere savaş içinde görev yapan isimlerdi. Vatan olarak bildikleri, Osmanlı’nın Avrupa topraklarıydı. Rumeli kaybedilince vatansız kalmış gibi oldular.
Yakup Kadri’nin “Yaban” romanının kahramanı, sözünü ettiğim İttihatçı tipinin bir örneğidir. Anadolu insanı onun için bilmediği tanımadığı bir dünyadır. Anadolu’ya, eski emir erinin köyüne, aslında ruhunu hiç tanımadığı bu insanın evine sığınmıştır. Çünkü yenilmiştir, yaralıdır, mecburdur ve yabancıdır.
Yaban olmaya devam eder.
İttihatçı, Teşkilat-ı Mahsusacı kadro, imparatorluğun Avrupa topraklarını kaybedeceğini görmeye başladığında, bir gün geri dönmek üzere “İmparatorluğu Doğu’ya çekmek” üzerine fikirler geliştirmeye başlamıştı. Ama İttihatçılık fikirden ziyade inanç, örgüt ve aksiyondur. O dar zamanda Balkanlarda, Arap coğrafyasında, Afganistan’da, Orta Asya’da, Türkmenler ve Tatarlar arasında, Kuzey Afrika müslümanları içinde direnişler, ayaklanmalar gerçekleştirdiler, suikast ve sabotajlar yaptılar ve Kuvay-ı Milliye içinde Anadolu’yu işgal güçlerine karşı savundular..
Savaş sona erdiğinde, artık sığıntı değil, devlettiler. 20. yüzyıl başından bugüne, arkalarında etnik ve dini bir homojenlik yaratmak amacıyla Anadolu’nun Hristiyan ahalisine karşı gerçekleştirilmiş, soykırım, çeşitli yollarla etnik arındırma; zor ve asimilasyon veya ülkeden göçe zorlama gibi ağır bir miras biriktirdiler. Vatanı işgale karşı savunmakla, bu esnada, öncesinde ve sonrasında etnik arındırma amaçlı insanlık suçları işlemek birbirini kesin biçimde reddetmez.
Ve tabii bu aklın devamı için, bu geniş coğrafyanın kadim geleneklerinin belki en köklü olanını çalıştırmaya devam ettiler: Devşirme!
“Devşirme” kurumu bugün de çalışmaya devam eden muazzam bir kurumdur. Ama bu yazıyı bu günün devşirmeciliği konusuyla boğmayalım.
Şimdi Peker’in ifşaatları konusuna girmek için ikinci bir kritik kavramı ele alalım:
Derin Devlet
“Özel Harp”, “Özel Kuvvetler”, “Özel Savaş” kavramlarına kaynaklık eden Özel Örgüt (Teşkilat-ı Mahsusa) gibi uluslararası literatüre kattığımız bir diğer kavramı ele alalım:
Bu kavram bizim için de, Teşkilat-ı Mahsusa kadar eski değildir. Ve esasen “Teşkilat-ı Mahsusa” devletini tarif etmede kullanılan yeni bir kavramdır.
“Derin Devlet” kavramına ve Türkiye’ye bakan Mısırlı yazar Adil İskender şöyle söylüyor:
“Hem devletin kurumsal yapısı hem de mali güç merkezleri içindeki siyasi ve ekonomik çıkarların birleşimini ve bunların kendilerini halkın görüş alanı dışına çıkarmak amacıyla başvurdukları yöntemleri tarif etmek için kullanılan bulanık bir kavram. Genellikle, işbirliği içinde hareket edip, kendilerini hükümete ve popüler söylemlere dayatan, bununla birlikte hesap vermeye açık olmayan kurum ve aygıtların şeffaflıktan ne kadar uzak olduğunu anlatmak için kullanılır. Mısır’da derin devletin istihbarat servisleri, büyük varlıklara sahip ekonomik odaklar, askeriye adına hareket eden üst düzey aktörler ve iktidardaki partinin nüfuzlu seçkin kişilerden oluştuğu kabul edilir. Bu konuda Ortadoğu’da en çok bahsi geçen örnek Türkiye’nin derin devletidir.” (Adil İskender, Değişim Halindeki Mısır- Bitmemiş Bir Devrime Dair Denemeler; çev. Oktay Etiman, İndifada Yayınları. İstanbul, 2016)
Adil İskender’in söylediklerinin içinde en açıklayıcı bilgi, Ortadoğu’da bahsi en çok geçen derin devlet örneğinin Türkiye’deki olduğuna dair değerlendirmesidir.
Rahmetli Başbakan ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in derin devlet üzerine televizyon ekranından anlattıkları, tam olarak “Teşkilat-ı Mahsusa Devleti”dir, ama eksiği ve fazlası vardır. Önce Demirel’i dinleyelim:
“Derin Devlet, devletin ta kendisidir Askerdir derin devlet. Cumhuriyet’i kuran askerler, devletin yıkılmasından daima korku duyar. Halk bazen sağlanan hakları suistimal eder, yürüyüş hakkı verildiğinde gidip cam çerçeveyi indirerek polisle çatışır. Derin devlete ülkenin muhtaç olması, ülkenin yönetilememesinden kaynaklanır. Derin devlet şu anda devrede değil. Derin devlet, kanaatlerine göre devleti yıkılma sınırına getirmediğiniz sürece hareket halinde değildir. Onlar ayrı bir devlet değil, ama devlete el koydukları zaman derin devlet olurlar.” (9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 17 Nisan 2005, CNDev Türk, Ankara Kulisi)
“Kendisine verilen hakları suistimal eden, yürüyüş hakkı verildi diye cam çerçeve indiren” nankör halk tarifi, Türkiye sağının demokrasi fikriyle zerre kadar ilişkisinin olmadığını büyük bir berraklıkla ortaya koyuyor. Ama aynı zamanda devletin, halkın hak ve özgürlükleri kullanarak devleti yıkacağı endişesiyle, halka karşı mevzilenmiş, pusuya yatmış olduğunu anlatıyor. Adeta bir işgal gücüyle, ülke halkına yabancı bir güçle karşı karşıyayız.
12 Mart Cuntasının lideri Orgeneral Memduh Tağmaç, biraz daha veciz bir cümleyle devletin halka karşı “harekete geçişini” gerekçelendirmişti: “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmenin önüne geçti.”
Demirel başka bir konuşmasında devamla:
” Devletin tekliği esastır, iki devlet olmaz. Bizim ülkemizde iki devlet var. Bir derin devlet var, bir devlet var. Asıl olması gereken devlet yedek, yedek olması gereken devlet asıldır.”(18 Nisan 2005, NTVMSNBC, Basın Odası programı), diyerek, elbette birbirinin yedeği olan, biri legal; diğeri yasa dışı veya yasa dışına çıkma serbestisi olan iki devletten olağan, anlaşılır, kabul edilebilir bir şeymiş gibi bahsetmeye devam etmekte ve illegal devleti meşrulaştırmaktadır.
12 Eylül 1980 faşist darbesinin cunta lideri Kenan Evren, aylar sonra 16 Kasım 2005’te, Demirel’i doğrular:
“Sayın Demirel doğru söylüyor. Derin devlet biziz. Devlet zaafa uğradığında el koyarız. 1980’de Demirel’in suçu yoktu. Daha yeni gelmişti, ne yapalım onun dönemine rastlamıştı.”
Recep Tayyip Erdoğan ise, Derin Devlet tartışmasına, gençlere eceliyle, yatağında ölmüş 2. Abdülhamit’in idam edildiğini TV ekranlarından anlattığı “entellektüel cesaretle”, “Osmanlı geleneği” boyutu ekliyor:
“Derin devletin varlığına katılmıyorum diye bir şey yok, katılmıyorum olur mu, neden olmasın. O her zaman olmuş. Türkiye Cumhuriyeti döneminde başlamış bir şey de değil. Ta Osmanlı’dan. Bu gelenekten gelen bir şey zaten. Ama bunu minimize etmek, mümkünse yok etmek, bunu başarmak gerek.” (26 Ocak 2007, Kanal 7’de İskele Sancak programı)
Esasen herkes, aynı yapıyı esrarengiz bir şey gibi anlatıyor. Halbuki 27 Mayıs sonrasında, 1961 Anayasası ile, anayasal bir kurum haline gelen, Anayasa’nın üstünde bir programa, “Kırmızı Kitapçık”a tabi olan ve ülke siyasetini anayasaya değil, o gizli Kırmızı Kitapçık’a göre yürüten Milli Güvenlik Kurulu’nu biliyoruz. Gladio işlerini ise TSK üst yönetimi biliyor. NATO ittifakıyla ilişkilerin bir parçası olarak Ankara’da bir yönetim merkezinden faaliyetlerini yürüten ve adı “Seferberlik Tetkik Kurulu” olan, sonra “Özel Harp Dairesi” adını alan yapı gizli saklı değil.
1974 Kıbrıs Harekatı sonrasında ABD ambargosu yürürlüğe girince, Genel Kurmay Başkanı Org. Semih Sancar Başbakan Bülent Ecevit’ten bu kurumda çalışanların maaşları için ödenek ister ve Türkiye’nin başbakanı bu maaşların daha önce ABD tarafından ödenmekte olduğunu böylece öğrenir.
Ve aczini itiraf eder:
“12 Mart sonrası dönemde adı sanı ortaya çıkan ve tedbirlerin ve hatta soruşturmaların hukukiliğine ve insaniliğine gölge düşüren Kontrgerilla adlı örgütün, bu resmi görüntülü fakat gayrı resmi örgütün niteliği ve amacı üzerindeki örtü kaldırılamamıştır.” (Bülent Ecevit, 26 Eylül 1974, Giresun)
Örgütün adlarından biri de Kontrgerilladır.
Teşkilat-ı Mahsusa devleti, 1950’lerde NATO üyesi olmuştur. Millilikten ne kadar çok söz ediliyorsa ABD, İngiltere, Almanya gibi devletlerin örgütleriyle ve uluslararası kurumlarla o kadar çok iç içedir. Bütünüyle gayrı millidir.
Türkiye’nin NATO üyeliğinin hemen ertesinde, Alpaslan Türkeş gibi Gladio’da (yerli ve milli görünsün diye içeride Ergenekon adı da kullanılıyor) çalışacak personel ABD’ye eğitime gönderilir. Bir gladio örgütü olarak 1960’ların sonuna doğru Cumhuriyetçi İşçi Köylü Partisi ele geçirilip MHP adını alır.
Yeri gelmişken adını koyalım: MHP asla bir siyasi parti değildir, kuruluşundan itibaren Gladio’nun bir parçasıdır, gayrı milli bir terör yapılanmasıdır.
Gladio “Hür Dünyanın” her yanında faaliyetlerini ABD parası veya rutin dışı olanlarını ABD’nin göz yumduğu uyuşturucu ticareti, silah kaçakçılığı ve benzeri yasa dışı kazançlarla finanse eder. Dolayısıyla devlet nerede biter ve gladio başlar; gladio nerede biter ve mafya başlar belirsizleşmiştir.
SSCB’nin çözülmesi sonrasında Avrupa’daki NATO üyesi ülkeler, kendi Gladio birimlerini ABD’nin bilgisi ve onayı dahilinde küçülttüler. Türkiye ise Kürt savaşını bahane ederek, küçültme bir yana iyiden iyiye büyüttü.
Eskiden askerler ve ülke genelinde yerellerde sağ/MHP tandanslı elemanlardan oluşan örgüt kadrosu, tarihin en kirli savaşlarından biri halini alan Kürt savaşıyla birlikte, Yeşil gibi katillerle, itirafçılarla, Korucubaşılarla, mafya ile, devletle ilişkileri alabildiğine tuhaf “işadamları” ile çeşitlendi. Bu çeşitleniş devletteki çürümeyi olağanüstü derinleştirdi.
Suriye’de rejim karşıtlarına silah ve mühimmat desteği organize eden Peker bu örgütlenmenin çok önemli bir unsurudur. Ama Suriye’nin bakır kablolarını, evlerin çatısını örten çinkoları yağmalatan; fabrikaları söküp getiren, Afrin’in zeytinini ve zeytinyağını çalan “işadamı” da örgütlenmenin bir unsurudur.
Türkiye 40 yıldır, yüz milyarlarca doları sonuçsuz bir savaşa harcıyor. On binlerce insanımızı bu savaşta toprağa verdik. Pek çok ülke bu savaş üzerinden Türkiye’ye istediklerini yaptırdı, yaptırıyor. Ülkenin dev bir coğrafyası ve milyonlarca insanı ekonomik faaliyetin dışında, ülke ekonomisine bir şey katamadan atıl duruyor, yokluk, yoksulluk, açlık çekiyor. Kürt sorununu barışçı ve demokratik yoldan çözemezsek, bu çatışma ortamını kullanarak, sadece bölgede değil, komşu ülke topraklarında da çatışmaları kendi varlığına gerekçe yapan ve yeni çatışma ortamları yaratan bu en büyük suç örgütünün varlığına son veremeyiz. Aksine 80 milyon bu çeteleşmiş yapının elinde oyuncak olur, bu yapının adım adım inşa ettiği faşist bir rejim altında sadece bugünümüzü değil, çocuklarımızın yarınlarını da kaybederiz.
Keza Kıbrıs’ta, Ege’de, Afrika içlerinde, Yemen’de, Somali’de, Azerbaycan’da bu kirli yapılanmanın kendisine yeni beslenme alanları yaratmasına ve oralardan sağladığı yasa dışı imkanlarla devletin kurumsal yapısını geri dönüşü olmayacak biçimde ele geçirmeye devam etmesine son veremeyiz.
Tarihin yavaş aktığı dönemlerde, her şeyi planlayabiliriz. Kendimiz, dostlarımız, düşman ve düşmanın muhtemel müttefikleri; strateji ve stratejik aşamalar; taktik hedefler, taktikler… Elbette iğneyle kuyu kazar gibi, sabırla, ama çoğu insana umutsuzluk duygusu veren çünkü verimsiz görünen çabalar, çabalar.
Ama çürüme bir umutsuzluk boyutuna ulaştığında zemin hızla yumuşamaya başlar, kazmak kolaylaşır. Cephede ummadık dost kuvvetler belirmeden daha önce, düşman saflarında çatışmalar, ordugahlarında yangınlar baş gösterir.
Sedat Peker düşman saflarında çıkmış bir yangındır. Şu ana kadar yaktığı da kıymetlidir. İsterse yarın söndürülsün.
Söylediklerine dair notlarımı ayrıca yazdım. Bir kaç güne geliyor.