Erdal Kara yazdı: Bizim için gerçek gün gibi ortadadır. Dün gece Tayyip’in “öfkeli çocukları” Büyükelçi vurdu. Hiçbir laf cebiri bu hakikati değiştiremez. Eserinizle ne karar övünseniz azdır!
Büyükelçi’yi öldüren katili FETO’cu ilan ettiler. Cinayetin üzerinden bir saat geçmeden başlamıştı bu tevzirat…
Böyle yapmak zorundalar… Ellerinin altındaki polis teşkilatının ne menem bir şey olduğu ortaya çıkacak çünkü…
Gezi’de gaz fişekleri, bile isteye insanların kafataslarını hedef alıyordu, hatırlıyor musun? Kitle örgütlerinin, devrimcilerin, sosyalistlerin, her türden muhalif kesimin, hatta senin de katıldığın basın açıklamalarında, gösterilerde, mitinglerde çevik kuvvet, insani her türlü değerden yoksun zombiler gibi bizi gaza boğuyordu, hatırlıyor musunuz? Kameraların görmediği bir tenhada, beni, seni, arkadaşını, dostunu, Anayasa’da yazdığı için gösteri hakkını kullanan bir başkasını, bir köşeye sıkıştırdıklarında, “dayak cennetten çıkmadır” der gibi saldırıyorlardı, hatırlıyor musun? Bazılarımız “Demokratik gösteri hakkımızı kullanıyoruz!” diye çıkışıyor, bazıları “Burası İsrail değil!” diye haykırıyor, bazıları “Biz terörist miyiz?” diye hayıflanıyordu ama çevik kuvvetin umurunda olmuyordu, hatırlıyor musun?
Diyelim ki, şu ya da bu partidensin, hatta belki AKP’li ve gösteri hakkını da kullanmaya hiç niyetin yok… Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyen, öylesine bir yurttaşsın yani. Çıktın evinden, denk geldin bir polis çevirmesine. Dizlerin titriyordu, hatırlıyor musun? Suçluymuş gibi pısıyordun. “Bir hatam var mı?” diye üstünü başını kontrol ediyordun, hatırlıyor musun?
Anayasa’da yazan hakkını kullanan birisin ya da bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen türdensin, hangisi olursan ol polis gördüğünde içini manasız bir iç çekilmesi kaplıyor, değil mi?
Yurttaşlık bilinci
Polis teşkilatı denen meret insanın duygu dünyasında her ülkede aynı hissi mi uyandırıyor? Her ülkede yurttaş onu gördüğünde içi çekilip, ruhunu tarifsiz bir tedirginlik duygusu mu sarıyor? Değil elbet… Demokrasi geleneği gelişmemiş toplumların özelliği bu.
Kuşkusuz gelişmiş kapitalist ülkelerde, “demokrasinin beşiği” olduğu iddia edilen memleketlerde de polis örgütlenmiş zorun bir parçası. Yeri geldiğinde gazı, copu halkın tepesinden eksik etmez oralarda da polis. Lakin bu memleketlerin büyük bir çoğunluğunda, halkın ruhuna sinmiş polis tedirginliğinden söz edilemez. Polis halkın gözünde, güvenliğinin sağlanması için görevlendirilmiş bir tür özel hizmetlidir. Sınırı aşmadığını, işi abartıya vardırmadığını düşünüyorsa halk bu özel hizmetli türünden ürküntü duymaz, tedirgin olmaz. Geçmişten bugüne taşınan yurttaş olma bilincinin bir tür dışa vurumudur bu.
Bizim gibi ülkelerde? Tedirginlik duygusunun ikiz kardeşidir polis. Bırakalım hakkını aramak için gönül rahatlığıyla sokağa çıkıp bağırıp çağırmaya yeltenmeyi, evimiz soyulunca bile karakola gitmek huzursuzluk kaynağıdır. Yurttaşın zihninde özel bir hizmetli türü olmaktan çıkar, devletin çıplak zorunun gündelik biçimi haline gelir polis. Yurttaşlık bilincinin yerlerde süründüğünün de kanıtıdır bu.
12 Eylül’e giderken
Bir de Türkiye gerçeği var. 12 Eylül’den beri, bilinçli olarak, belli bir doğrultuda örgütlenmiş bir teşkilattan söz ediyoruz…
Malum, 12 Eylül öncesi toplumsal muhalefetin etkisi toplumun bütün katlarında etkisini göstermişti. Hatta ordu, poliste bile. Polis teşkilatı ana ekseniyle oligarşinin hizmetkarıydı ama on binlerce polis memurunu kapsayan Pol-Der örgütlenmesi devletin gırtlağına saplanmış bir kılçık gibiydi.
Faşist saldırıları önceden haber veren, devrimcilere yapılan işkencelere karşı çıkan, “halkın polisi olmak istiyoruz!” afişleriyle sokakları donatan demokratik bir polis örgütlenmesinden söz ediyoruz. Toplumu zapturapt altına almayı varoluşunun gereği olan gören hangi devlet böyle bir örgütlenmeden rahatsızlık duymaz ki?
12 Eylül cuntacılarının geçmişten çıkardıkları en önemli ders, devletin, onun zor aygıtlarının yeniden örgütlenmesi dersi oldu. Özellikle ordu ve polis içinde hiçbir tehdit unsuru barındırmayacak biçimde yeniden örgütlenmeliydi.
Dünyanın kırları boşalıyor
Bu derse, güncel-tarihsel bir gelişme eşlik etti. 1970’li yıllar neo-liberal politikaların uygulanmaya başlandığı yıllardı. Bu politikanın insanların gündelik hayatına tercümesi şuydu: Dünyanın kırlarının kentler lehine boşalması. Gelişmiş kapitalist ülkelerde kent nüfusları önceki yıllarda kente taşınmış olduğu için, görünür demografik hareketlilik öncelikle az gelişmiş, daha çok da gelişmekte olan ülkelerde kendisini belirgin bir biçimde gösterdi. Lakin kır kent dengesinin hangi ülkede ne kadar farklılaştığından bağımsız olarak, bu demografik değişim bütün dünyada etkisini gösterdi. Dünya bir bütün olarak muhafazakarlaştı. Dünyanın kırlarından kentlere göçenler, geldikleri yerin değerlerini de kentlere taşıdılar. Muhafazakarlaşma, dinselleşme bunun en belirgin öğelerinden biri oldu. Sol, sosyalist hareketler geriledi, her türden sağcı düşünce yaygınlaştı. Dünyanın çok büyük bir çoğunluğu bundan etkilendi.
Bu gelişmenin dışında kalan yer esas olarak Latin Amerika’ydı. Latin Amerika neo-liberalizmin ilk laboratuvarıydı. 1970’lere gelindiğinde Latin Amerika’da kır kent dengesi zaten kent lehine değişmiş, kırlar boşalmıştı.
Muhafazakarlaşma, dinselleşme
70’li yıllarla ‘90’lı yıllar arasında kır kent dengesi akıl almaz bir değişim geçirdi. 1970’lerde yüzde 70’e yüzde 30 kır lehine olan denge, 1990’larda yüzde 70’e, yüzde 30 kent lehine dönüştü. Böylesi bir demografik değişimin toplumsal, siyasal ve kültürel sonuçları olması kaçınılmazdı. Türkiye bu nedenle bir bütün olarak sağa kaydı. Kırların kentleri istilası, muhafazakar değerlerin de kentleri istilası anlamına geliyordu. Tabi kentlerin istilası siyasal arenanın da belirgin biçimde şekillendirmesi demekti. Siyasal İslam göz açıp kapayıncaya kadar iktidara geldi. AKP’nin yükselişinin sırrı buydu.
Zamanın ruhu muhafazakarlaşma, dinselleşme yönündeydi ve Türkiye’ye düşen rol de önceleri yeşil kuşak, sonraları ılımlı İslam olarak adlandırılan misyondu. Milliyetçi Cephe iktidarıyla başlayan süreç 12 Eylü’le hız kazandı. Kuran kursları, imam hatip okulları ardı ardına açıldı. Cunta’nın şefi Evren ayetsiz kürsü konuşması yapmaz oldu. Ardından tarikatların gözbebeği Özal’ın iktidar yılları geldi. Ardından gelen iktidarların misyonu da benzer oldu. Ve sonra AKP’li yıllar…
Poliste tarikatçı kadrolaşma
Otuz beş yıldır Türkiye’deki bütün iktidarlar 12 Eylül cuntacılarının geçmişten çıkardıkları dersin izinden gitmektedir. Devletin ve onun zor aygıtlarının tekrar bir tehdit oluşturmayacak biçimde yeniden yapılandırılması… Bu yeniden yapılanma zamanın ruhuna uygun olarak devletin zor aygıtlarının muhafazakarlaşmasını, dinselleşmesi de zorunlu kılıyordu. Bu nedenle ordu ve polis teşkilatı yıllar içinde adım adım tarikatların av alanı haline geldiler. Ordu’da bu örgütlenmenin gerçekleştirilmesinin önünde çeşitli zorluklar çıktıysa da polis teşkilatında hemen hemen hiçbir engelle karşılaşılmadı.
Son 35 yılın içişleri bakanlarına bakın. Ya şu ya da bu tarikatın üyesidirler ya da tarikatlar arasındaki uzlaşmanın temsilcisidirler. Başka türlüsünü bulamazsınız… Son otuz beş yılın içişleri bakanlıkları polis teşkilatına tarikatçı alma bürosu gibi çalıştılar. Fettullahcı örgütlenme bunların içinde fırsatları daha iyi değerlendirenlerden biridir. Diğerlerinin de her fırsatı değerlendirdiğinden kuşku duymak gerekmez.
Polis teşkilatının panoraması
Bu polis teşkilatının nasıl bir şey olduğunu anlamak için derin analizler gerekmez. Polisin gündelik hayattaki tutumu en önemli ölçüdür. İzmir Kordon’da gencecik üniversiteli kadını öfkeyle saçından sürüklemeye yeltenen bu teşkilatın polisidir. Gezi’de kudurmuş gibi insanları gaza boğan, isterik bir zevkle gaz fişeklerini hedef alarak insanların kafataslarına fırlatan bu teşkilatın polisidir. Yüksekova’da, Nusaybin’de, benzeri ilçelerde, evlerini terk etmiş insanların yatak odalarına menisini fışkırtan bu teşkilatın polisidir. Sanmayın ki bunlar münferit vakalardır. Demokratik her türlü düşünüş biçiminden nefret eden, solcuyu, sosyalisti, demokratı düşman olarak belleyen insanların özel olarak kadrolaştırıldıkları yerdir Türkiye’de polis teşkilatı.
Bazıları size bu tarikatların masum dinci dayanışma örgütlenmeleri olduğunu anlatmaya yeltenebilir. Hangi masum dinci dayanışma örgütlenmesi gündemine özel olarak devletin baskı aygıtları içinde örgütlenme hedefini koyar ki? Burada masumiyet nerededir? Kırıntısı yoktur bunun.
IŞİD bombacılarını koruyup kollayan bu polis teşkilatı değil midir? Hrant’ın katledilmesini açık gözle izleyen bu polis teşkilatı değil midir? İstanbul’un ortasında binlerce kişinin katıldığı IŞİD pikniğini arsızca izleyen bu polis teşkilatı değil midir? Polis teşkilatının cihatçılara hoşgörü katsayısı dudak uçuklatıyor. Bunun sadece bir devlet politikası olduğunu düşünen yanılır. Yılların kadrolaşması nedeniyle polisin ekseriyeti cihatçıyı kendinden bilmekte, onunla aynı ideolojik motiflerle hayatı yorumlamaktadır. Buna bir de, IŞİD’ciye “öfkeli çocuklar” diyen bir başbakan ekleyin. Cihatçılara toz kondurmayan bir Cumhurbaşkanı ekleyin. Böyle bir örgütlenmede El Nusra’cıların, IŞİD’cilerin, her türden cihatçıların cirit atmadığı düşünen ya yalancı ya da andavaldır.
Rus Büyükelçisi’ni vurarak öldüren polis gibi yüzlercesinin, belki binlercesinin olduğundan kuşkunuz olmasın. Cizre’de, Nusaybin’de, diğer benzeri ilçelerde “IŞİD biziz!” diye kameralara takılan polislerin münferit olduğunu sanmayın. 40 yıllık kadrolaşmanın ortaya çıkardığı polis teşkilatının hakikatidir bu.
Türkiye’de polis teşkilatı, yarı para militer bir örgütlenme haline dönüşmüştür. Dikiş tutmaz, reforme edilemez bir aygıttır bu. Dün derin devletten bahsedilirdi, bugün polis teşkilatı tepeden tırnağa derin devlettir. Bir kalemde silinip atılmadıkça, daha çok büyükelçi katilleri üretecektir.
Tetikçi polis FETO’cuymuş
Tetikçi polis FETO’cuymuş? Bizim külahımıza anlatın bunu! Polis teşkilatında El Nusra’cı, IŞİD’ci, Ahrar El Şam’cı ve diğer cihadist örgütlerin elemanı olamazmış gibi poz kesmeye devam edin siz.
FETO’cu demeyeceklerdi de, ne diyeceklerdi? El Nusra’cı mı mesela? Ya da Ahrar El Şam’cı mı? Rus ayısı dişlerini sıkmış beklerken, ne diyeceklerdi?
AKP’yi anlıyoruz, onun faturayı FETO’ya çıkarmaktan başka çaresi yok. İki nedenle. Biri Rus ayısı korkusundan. Diğeri, cihatçı kaynayan bir örgütlenme olduğu ortaya çıktığında polis teşkilatının sorgulanacağı kaygısından. O zaman nasıl binecekler halkın tepesine. Gazı kime sıktıracaklar, işkenceyi kime yaptıracaklar, bodrumlarda insanları diri diri kime yaktıracaklar?
Peki bu dolmayı yutan aklını peynir ekmekle yemiş solculara ne demeli? İşçi Partisi’ni anladık, onlar uzun zamandır sol sayılmaz, bir tür neo-faşist örgütlenmedir İşçi Partisi. Peki ya diğerleri? Onlar da aklı bu yeni tür neo-faşistlerden alıyor. Türkiye, İran ve Rusya ile birlikte ABD’ye karşı direniyormuş, bu nedenle ABD FETO’ya havale etmiş bu işi. Ciddi ciddi buna inanıyorlar.
Devrimci değerler yitirildiğinde böyle olur işte. Düşmüş solcu türü, kendi hükümetiyle, egemeniyle kavgaya cesaret edemediği için topu taca atar. Che’den hiçbir şey anlamamıştır bunlar. “Devrim için savaşmayana sosyalist denmez” diyordu Che. Önce kendi ülkende devrim için savaşacaksın, kendi egemenine, hükümetine kafa tutacaksın. Mahir Çayan’ın lafını gerçek ifadesiyle hiç yüreklerinde hissetmemiştir bunlar. Ne diyordu Çayan: “Bizim gibi ülkelerde emperyalizm bir iç olgudur!” Kızıldere’ye giden yol baştan aşağıya bu ifadede gizlidir. Önce kendi egemenine, hükümetine kafa tutacaksın.
Kendi egemeniyle savaşmayanın anti-emperyalizmi tam boy bir sahtekarlıktır. Böylelerinin analizlerinin tek bir doğrultusu vardır, kendi egemenine yaranmak. Bereket versin, AKP sırtından kuzu postunu çıkardığı için sosyalist hareketimizde böylelerinin fazla kıymeti harbiyesi kalmadı. Kalanlar da, kimsenin kuşkusu olmasın, önümüzdeki yıllarda, geçmişte Aydınlık’ın başına geldiği gibi soldan bir bütün olarak tecrit olacaktır.
AKP’nin istiap haddi dolmuştur
Bakın etrafınıza… Saçma sapan düşünceler rağbet buluyor. Aklınızın almadığı akıl yürütmeler makul karşılanıyor. Tayyip ne yaparsa yapsın ona oy verenler bir izahat bulmakta zorlanmıyor. Zihinleri esir alan yukarıda izah ettiğimiz 35 yıllık tarihsel gelişmenin şekillendirdiği prokrustes yatağıdır. Kırın kenti istila etmesinin ideolojik-siyasal sonuçlarından başka bir şey değildir bu. Kırın muhafazakar, dinsel değerlerinin, dünyanın gidişatına bir nevi kafa tutmasıdır. Mukadder olamaz, olmayacaktır. Tarihin tekerleğini tersine çevirmeye çalışanın eli ayağı, tekerleğin çarkı arasında parçalanacaktır.
Kırların kentleri istilasının toplumu bir bütün olarak muhafazakarlaşma ve dinselleşme doğrultusunda dönüştürmesi üzerinde sörf yaparak yükseliş trendine giren siyasal İslamın Türkiye’de artık istiap haddi dolmuştur. Kentsel sorunlarla her geçen gün daha fazla yüz yüze gelen, gün be gün proleterleşen dünün kır yoksullarını muhafazakar, dinsel değerlerle aldatma hikayesinin artık sonuna gelinmiştir. Türkiye’nin ilerleyiş doğrultusu budur.
Bu diskuru çektiğimiz için povitivizme sevdalandığımızı sanmasın kimse… Biz aklın kötümserliği ile harmanlanmış iradenin iyimserliğinin bizi devrimci kıldığını biliyoruz. Bu nedenle, solun, sosyalist hareketin, onun her türden örgütlenmesinin hataları karşısında acımasız bir eleştiri yöneltmek gerektiğinden kuşku duymuyoruz. Ama tarihsel materyalizmin güncel ile tarihsel olan arasındaki bağlantıyı kurma yeteneğine sahip tek felsefe olduğunu da aklımızdan çıkarmıyoruz. Bu nedenle solun, sosyalist hareketin şimdiki içler açısı durumunun nedenini, öznel ideolojik-politik hatalardan çok, dünyanın bir bütün olarak sağa doğru savrulması gerçeğiyle açıklıyoruz.
Dünya’nın boşaltılacak başka kırı yok. İnsanlığın son 40 yılına damgasını vuran sağcılaşma, muhafazakarlaşma, dincileşme eğiliminin artık sonuna gelinmiştir. Türkiye için de bu geçerlidir. AKP İktidarı mukadder değildir.
Türkiye bir kavşakta
Tarih insanlığın önüne çözebileceği sorunları koysa da çözüm yolunu eşzamanlı olarak sunmaz. İradenin iyimserliği, dönüştürücü devrimci enerji toplumsal bir kuvvet haline gelmediği sürece, tarihin tekerleğini ileriye doğru yürütmek de mümkün olmaz. Hatta tam tersi mümkündür. İnsanlığın önüne çıkan sorun, işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin lehine çözüme kavuşturulma yoluna sokulmadı mı, daha gerici, despot, zalim bir rejim ile yüz yüze gelmek mukadderat olur. Şimdi Türkiye işte bu kavşaktadır…
Enerjisini yitirmiş, yalan, yolsuzluk, sahtekarlık, her türden dalavere ile anılıp tel tel dökülen bir siyasal İslam gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Bu nedenle otuz iki diş, on parmakla sıkıca kavrıyorlar iktidarlarını. Biz onlara cezayı kesmezsek, onlar bize kesecektir. Krizden demokratik devrimci bir çıkışı başaramayanın cezası tarihin kimi kesitlerinde faşizm olmuştur. Şimdi de Türkiye aynı tehlikeyle burun burunadır.
Bu keskin kavşakta işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin Türkiye’si yoluna girmek mümkündür. Rus Büyükelçisi’nin bir cihatçı tarafından öldürülmüş olması nasıl bir devlet örgütlenmesi gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyduğu kadar, bu iktidardan kurtulmadıkça kanlı bir kaosa doğru ilerleyeceğimizi kanıtlıyor.
AKP Hükümeti arafta durmaktadır. Bir yanıyla çok güçlü, diğer yanıyla çok güçsüz bir iktidardan söz ediyoruz. En geniş güçlerin yan yana geldiği gerçek bir halk seçeneği ortaya çıkmadığı için güçlü bir iktidar bu. Rusya’nın Ankara Büyükelçisi’nin başkentin ortasında öldürülmesini, üstelik bir polis tarafından öldürülmesini engelleyemediği için de aynı zamanda güçsüz bir iktidar bu.
Dün geceki Büyükelçi cinayeti bu hükümetin boy aynasıdır. Türkiye’nin başına nasıl bir polis teşkilatını musallat ettiklerinin göstergesidir bu cinayet. Kimlerle yatağa girdiklerini, kimlere yüz verdiklerini bir kez daha anladık dün gece. FETO’cu tevziratını bir kenara sallayın siz. Tetikçi polis basbayağı, düpedüz, “öfkeli çocuklar”dan biridir.
Suçu sırtınızdan atmak için yana yakıla yaydığınız FETO’cu tevziratına inanmak bizim işimiz değil. Dün gece Büyükelçi’nin sırtına saplanan kurşun, 35 yıl boyunca polis teşkilatında gerçekleştirmiş olduğunuz kadrolaşmanın eseridir.
Bizim için gerçek gün gibi ortadadır. Dün gece Tayyip’in “öfkeli çocukları” Büyükelçi vurdu. Hiçbir laf cebiri bu hakikati değiştiremez. Eserinizle ne karar övünseniz azdır!