Mehmet Ali AYAN, 70’lerin ortasından bugüne Afganistan’ı anlatıyor – 27 Eylül 1996 tarihinde Afganistan Demokratik Cumhuriyeti’nin son başkanı Dr. Necip dört yıldır sığınmış bulunduğu Kabil’deki Birleşmiş Milletler yerleşkesinde Taliban’ın yaptığı baskında ele geçirildi, başkanlık sarayına götürüldü ve işkence edilerek öldürüldü.
Bugün 27 Eylül. Afganistan Demokratik Halk Partisi’nin son genel sekreteri ve Afganistan Demokratik Cumhuriyeti’nin son başkanı Dr. Necip’in Taliban eliyle öldürülmesinin yıldönümü. O tarihte “Nisan Devrimi” çoktan yenilmiş, saf değiştiren eski müttefiki Raşit Dostum tarafından Kabil’den çıkması engellenen Necip sığındığı BM yerleşkesinde dört yıldır kısılıp kalmış bulunuyordu. Taliban Mücahidin ile giriştiği iç savaşta galip gelince, 1996’da, bir komando ekibi ile BM binasını bastı. Oradan çıkarılan Necip’e ve kardeşine işkence edildi. Ardından götürüldükleri başkanlık sarayında da işkence gördüler. Öldürüldükten sonra da trafik ışıklarının direklerine asıldılar. Molla Muhammed Rabbani Necip’in “komünist ve katil olduğu için ölüme mahkum edildiğini” duyurdu, cenazesinin dini törenle kaldırılmasını yasakladı.
Dr. Necip’in 25. ölüm yıldönümü Afganistan’da iktidarın ABD emperyalizmi tarafından yeniden Taliban’a teslim edildiği günlere denk düştü. Nüfus kaydı Muhammed Necibullah Ahmedzay şeklinde olsa da kendisi, madddeci diyalektik dünya görüşünü benimsedikten sonra, adındaki -ullah ekini kaldırıp atmıştı. Şimdi gericiliğin en ilkel, en koyu ve en şiddetli biçimlerinden biri ülkeyi kara çarşaf gibi örterken, paradoksal bir şekilde, Nisan Devrimi’nin Afganistan tarihindeki en esaslı devrimci atılım ve toplumsal dönüşüm olduğu daha belirgin hale geliyor; Necip’in ve diğer Afgan komünistlerinin yıldızı da tekrar parlıyor. Hem de sadece komünistlerin ve solcuların gözünde değil; eşitlik, özgürlük, laiklik, kadın hakları, pozitif hukuk, aydınlanma ve modernleşmeden yana olan herkesin gözünde…
Bu hazin yıldönümünde Dr. Necip’i, onun şahsında bütün Afgan komünist ve devrimcilerini anarken, 1970’li ve 80’li yıllarda neler olup bittiğini, kimlerin ne yaptığını, nasıl tavır aldığını hatırlayıp genç kuşaktan solculara, devrimcilere aktarmakta yarar var.
Nisan Devrimi
Afganistan’da devrimin başlangıcı Mir Ekber Hayber’in 17 Nisan 1978’de bir faili meçhul cinayete kurban gitmesine bağlanır. Hayber, Afganistan Demokratik Halk Partisi’nin (ADHP) önde gelen bir üyesi ve teorisyeniydi. ADHP 1 Ocak 1965’te kurulmuş, iki yıl sonra da birçok hizbe bölünmüştü. İçlerinde en büyükleri Nur Muhammed Terakki’nin önderlik ettiği Halk ile Babrak Karmal’ın başını çektiği Perçem (Bayrak) hizipleriydi. Bu ikisi uzun süre iki ayrı parti gibi faaliyette bulunduktan sonra 1976’da Hindistan Komünist Partisi’nin kolaylaştırıcılığı ile yeniden bir araya geldi. Daha önce Perçem hizbinden olan Hayber’in katli birleşmeden sonradır. Cinayet aydınlatılamadı ama yaygın kanaat fail(ler)in hükümete bağlı olduğu yönündeydi. ADHP önderleri Davut Han’ın hepsini yok etmeyi planladığından korkuyordu. Hayber’in cenazesi kimi kaynaklara göre 10-15 bin kişinin kabil sokaklarını doldurduğu kitlesel bir protesto gösterisine dönüştü. Bu olay hükümet tarafından ADHP’nin güç gösterisi olarak algılandı. Bir hafta sonra Terakki ve Karmal başta olmak üzere birçok parti yöneticisi tutuklandı. Hafızullah Emin ise ev hapsine alındı.
ADHP’nin her iki hizbi de ordu içinde yıllardan beri kendi ilişki ağlarını kurmuşlardı. Partiye bağlı askerler bu tutuklamalardan sonra Emin’in gizlice ulaştırdığı talimatlarla 27 Nisan 1978’de Davut Han’ı devirdiler; teslim olmadığı için de ailesiyle birlikte öldürdüler. 1 Mayıs’ta Terakki Afganistan Devrim Konseyi Başkanı (= devlet başkanı), Karmal ve Emin de başkan yardımcısı olmuşlardı. Ülkenin adı Afganistan Demokratik Cumhuriyeti olarak değiştirildi.
Darbe mi devrim mi?
Bu askeri ayaklanma “Nisan Devrimi” olarak bilinir. Doğrusu da budur ve en azından üç nedenle böyledir:
Birincisi, Afganistan’da o zamana kadar otokratik bir düzen vardı. Gerçi 1964’te yeni bir anayasa ile meşrutiyet dönemine girilmiş, ertesi yıl seçim yapılmıştı; ama Zahir Şah anayasadaki parti kurma hakkını düzenlemek için meclisin kabul ettiği yasayı imzalamadı. Aynı şekilde, eyalet meclisleri, gösteri hakkı ve bağımsız yargı ile ilgili yasaları da imzalamadı. Uygulamada şahlık düzeni sürüp gitti. Boyun eğenler gruplarını dağıtır ya da faaliyetlerini azaltırken, solcular ve İslamcılar yeraltına inip silahlı kuvvetlerin içine de sızmaya başladılar. 1973’te Zahir Şah’ı kansız bir darbe ile devirip cumhuriyet ilan eden yeğeni eski başbakan Davut Han da otokratik yönetim tarzıyla biliniyordu. Üstelik tek partili bir başkanlık düzeni kurmuş ve 1977’de hazırladığı yeni anayasa ile buna resmiyet kazandırmıştı. Yani şeklen bile olsa “demokratik” yollardan iktidara gelip düzeni değiştirme imkan ve ihtimali yoktu zaten.
İkincisi, darbeci subaylar ADHP yöneticilerinin tutuklanması üzerine alelacele harekete geçmişlerdi. Ertesi gün Kabil’deki Sadaret Hapishanesi’nin kerpiç duvarlarını tanklarla yıkarak tutukluları serbest bıraktılar. İki gün sonra ise, herhangi bir yeni düzenleme yapmadan ve yasa çıkarmadan, iktidarı sivillere devrettiler. Bu da onların, söz gelimi Nasır ya da Mengitsu gibi sol milliyetçi, Ziya-ül Hak veya Pinochet gibi gerici ve faşist darbecilerden farklı olarak, askeri diktatörlük peşinde olmadığının bir göstergesiydi. Eylemleri, bir ölçüde, dört yıl önce Portekiz’de “Karanfil Devrimi”ni gerçekleştiren askerlerin yaptığına benziyordu.
Üçüncüsü ve en önemlisi, ADHP’nin yaptıkları ve yapmak istedikleri, yani programıdır. Bir siyasi değişimin devrim mi yoksa veya kurulu düzen içinde bir hükümet değişikliği veya saray darbesi mi olduğunu belirleyen budur. Afganistan o sıralarda nüfusunun yüzde 90’i okuma yazma bilmeyen, bebek ölüm oranlarının çok yüksek olduğu, ortalama ömür beklentisinin 35 yılı aşmadığı, kadınların toplumsal hayattan dışlandığı, taşrada feodal ilişkilerin hüküm sürdüğü ve ulemanın sözünün geçtiği, orta çağdan henüz çıkamamış bir ülkeydi. ADHP, ne kadar başarabildiği ayrı konu, halkın talep ve ihtiyaçlarına karşılık verecek köklü dönüşümlere yöneldi. Kamulaştırma, toprak reformu, topraksız çiftçilerin borçlarının iptali, 42 saatlik iş haftası, çalışan kadınlar için ücretli doğum izni, zorla evlendirme ve başlığın yasaklanması, kadınların başörtüsü takmama, özgürce hareket etme ve araba kullanma haklarının tanınması, asgari evlilik yaşının yükseltilmesi ve kızları okula göndermenin zorunlu kılınması gibi uygulamalar, her nerede olursa olsun ilerici ve demokratik, Afganistan gibi ülkelerde ise kesinlikle devrimci niteliktedir.
Nihayet, bir devrimin nasıl ve kimler tarafından yapıldığı kadar, emekçi halk kitleleri tarafından ne kadar benimsenmediği de belirleyici ölçütlerden biridir. “Nisan Devrimi” başlangıçta Afgan halkı tarafından desteklenmiş veya hayırhah bir tutumla karşılanmıştı. New York Times, Washington Post gibi büyük Amerikan gazetelerinin o günlerde yaptığı haber ve röportajlar buna tanıklık etmektedir. Daha sonra büyüyüp genişleyen karşı-devrimci direnişe rağmen, ADHP’nin, ordunun ve kendi işyerlerini, okullarını, topraklarını savunan milis güçlerinin safları da gitgide kalabalıklaştı. Özellikle Sovyet askeri birlikleri çekildikten sonra bu güçlerin üç yıl daha canla başla karşı devrimcilerle savaşabilmesi “Nisan Devrimi”nin kazandığı halk desteği hakkında bir fikir vermektedir.
Sovyet işgali mi?
Asya’nın bu ücra köşesinde olup bitenler başlangıçta dünya kamuoyunun pek dikkatini ve ilgisini çekmedi. Sonradan da daha ziyade emperyalist propaganda borazanının yaydığı şekliyle algılandı: Kabaca, SSCB Afganistan’ı işgal etmiş, orada kendi kuklalarıyla ve silah zoruyla bir komünist düzen kurmaya girişmişti. Mücahidin çeteleri “özgürlük savaşçısı”ydı, Afganistan “Sovyetler’in Vietnamı” olacaktı, v.s. Çin’in “Rus sosyal emperyalizmi” palavrasına kendini kaptırıp Mücahidin’in “halk kurtuluş savaşı” yürüttüğünü öne süren Maocular başta olmak üzere, SSCB’ne kuşkuyla bakan sol kesimler da bu iddiaların farklı türevlerini ortaya attılar. Oysa kazın ayağı öyle değildi:
Birincisi, “Nisan Devrimi”, yaygın kanaatin aksine, “Sovyet işgali” ile başlamamıştı. SSCB tarafından kışkırtılmış veya desteklenmiş bile değildi. Darbe girişimi Sovyet yöneticileri tarafından da şaşkınlıkla karşılanmış, Kabil’deki Sovyet elçisi ile baş askeri danışmanına ADHP yöneticileriyle hiçbir ilişki kurmama, sorunu oradaki KGB bürosuna bırakma talimatı verilmişti. KGB ADHP’nin sonraki bir aşama için darbe hazırlıkları yaptığından haberdardı ama Terakki ve Karmal’a Afganistan’da koşulların sosyalizm için elverişli olmadığı söylenmiş ve Davut Han yönetimini desteklemeleri salık verilmişti. O zamanki ABD Başkanı Jimmy Carter Brejnev’in kendisine “Darbeyi biz de radyodan öğrendik” dediğini yazacaktı anılarında. Bu olgu, SSCB’nin çöküşünden sonra arşiv çalışması yapan çok sayıda gazeteci, araştırmacı ve akademisyen tarafından da doğrulandı.
İkincisi, SSCB, darbeden sonra kurulan Terakki hükümetiyle Aralık 1978’de imzaladığı dostluk anlaşmasına, daha sonra çıkan isyanlara ve Afgan hükümetinden gelen taleplere rağmen, asker göndermeye hiç de hevesli değildi. Sovyet müdahalesi, “Nisan Devrimi”ni başlatan askeri darbeden 19 ay sonra, 25 Aralık 1979’da geldi. Bunda, isyanların yayılmasından çok, başbakan Emin’in ABD ve Pakistan’la güvenlik ilişkileri kurma ve kendisiyle aynı aşiretten olan Hizb-i İslami şefi Hikmetyar’la uzlaşma arayışları rol oynamış, SSCB yönetimi ülkeye Amerikan füzelerinin yerleştirilme ihtimalinden kaygı duymaya başlamıştı. Emin’in başkan Terakki’yi önce tutuklatıp sonra da öldürtmesi bardağı taşıran damla oldu. Sovyetler askeri müdahaleyi şehirlerin ve yolların güvenliğini sağlamak, Karmal’ın önderliği altında hükümeti istikrara kavuşturmak ve altı ay ile bir yıl içinde geri çekilmek üzere planlanmıştı. Evdeki hesap çarşıya uymadı, ayrı konu. Fakat işgal ve sömürgeleştirme niyeti olanların kısa süre sonra geri çekilmek üzere harekat planladığı görülmemiştir.
Üçüncüsü, Sovyet birliklerinin geri çekilmesi, nihayet, 15 Mayıs 1988’de başladı ve 15 Şubat 1989’da tamamlandı. Karşı-devrimciler ve ağababaları Kabil’in artık birkaç ay içinde düşeceğini öngörüyor ve ellerini ovuşturuyordu. Fakat Necip yönetimi bundan sonra üç yılı aşkın bir süre daha tutundu. Üstelik 1989 baharında Mücahidin’i Celalabad’da ağır bir yenilgiye de uğrattı. Kuşkusuz Sovyetler’in silah ve cephane desteği ile ve diğer yardımlarıyla. Fakat kendi güçlerine, örgütlenme becerisine ve siyasi manevra yeteneğine dayanarak.
Peki neden yenildi?
Nedenleri çok. Belli başlı birkaç tanesini şöylece sıralayabiliriz:
Birinci ve en önemli neden, Afgan devrimcilerinin kendi aralarındaki bitmez tükenmez çekişmeler ve tasfiyeler. Halk ve Perçem hizipleri arasındaki kan davası ara sıra tavsamış olsa da hiç bitmedi. Partinin iktidara gelmesinden kısa süre sonra, Haziran ayından başlayarak, Karmal ile Dr. Necip görevlerinden alınıp büyükelçi olarak sürgüne gönderildi, Perçem hizbinin ileri gelenleri de tasfiye edildi. Bu tasfiyeler sırasında bazıları kızağa çekilirken bazıları tutuklanıyor veya infaz ediliyordu. Hiziplerin kendi içinde de rekabet ve birbirinin ayağını kaydırma girişimleri eksik değildi. O kadar ki başbakan Emin, sonunda, devlet başkanı ve kendi hizbinin önderi olan Terakki ile de kapışarak 14 Eylül 1979’da onu alaşağı etmiş ve 8 Ekim’de öldürtmüştü. İşlerin çığırından çıkması üzerine SSCB, askeri müdahalenin başlangıcında, Emin’i devirip yerine Karmal’ı geçirdi. O da Halk hizbinin kadrolarına yönelik tasfiyeden geri durmadı. Karmal ile Necip arasında da sürtüşmeler oldu. Kendisinden beklenen başarıyı gösteremeyen Karmal 1986’da istifa ettirildi ve bir süre sonra başkanlığı Dr. Necip devraldı. Bu tutum ve davranışların, 1918-23 arasında, iç savaş koşullarında ve kuşatma altında, partinin birliğini koruyup pekiştirmek için her yıl SBKP kongresi yapılmasını sağlayan Lenin’inki ile ilgisi yoktur. İktidara gelenlerin birbirini yemesi, sonuç olarak, devrimin toplumsal tabanında genişlemeyi frenlemiş ve isyanların çoğalmasına yol açmıştır.
Ayrıca Afgan devrimcileri, özellikle de Halk hizbinden olanlar, belki iktidarı kolayca ele geçirmiş olmanın etkisiyle ve en azından başlangıçta, toplumsal yapının özelliklerini, toprak sahipleri ile yarıcı köylüler arasındaki ilişkilerin gücünü, ulemanın süregiden etkisini pek de önemsemeden, her şeyi kolayca ve hızla yapabileceklerini sandılar; bu uğurda fazlasıyla şiddete başvurmaktan da çekinmediler. Böylelikle kırsal nüfusun hatırı sayılır bir kesimi devrime yabancılaşıp ağaların ve şeyhlerin saflarına itildi. “Süngülerle her şeyi yapabilirsiniz, ama onların üstüne oturamazsınız” demiş Napolyon. “Zor her devrimin ebesi” ise de “her şeyin fazlası fazla”, “zorla güzellik olmuyor” ve bir devrimci güç sadece şiddete dayanarak iş başında kalamıyor.
Daha ziyade bu zaaf ve hataların olumsuz sonuçlarını tamir etmek niyetiyle girişilen Sovyet askeri müdahalesi ise, sonuç olarak, tepkileri daha da büyüttü. Sovyet ordusunun iç savaş girdabına sürüklenerek çatışmalara doğrudan katılması, bu yüzden mevcudunun gitgide artarak 150 bini bulması, ADHP’nin iç işlerine Sovyet görevlilerinin daha fazla karışır olması v.b., Afgan aşiret ve köylülerinin bir bölümünü karşı-devrimcilerin safına iten etkenlerden biridir. İç savaşın bu şekilde büyüyüp süreklilik kazanması, ayrıca, üretici güçlerde büyük tahribata yol açmış, reform ve inşa programlarının uygulanmasını fazlasıyla zora sokmuştur.
Afgan devrimine ölümcül darbeyi indiren ise dünyada esen karşı-devrim fırtınasının artık dinamizmini yitirmiş “sosyalist sistem”i önüne katıp yerle bir etmesiydi. 1989’da Berlin duvarı yıkılmış, ardından Doğu Avrupa’da Sovyet müttefikleri peş peşe iktidarı kaybetmişti. 25 Aralık 1991’de de SSCB’nin son devlet başkanı Gorbaçov istifa etti ve Rusya Federasyonu’nda iktidarı ayyaş Yeltsin’e devretti. Ertesi gün SSCB resmen dağıtıldı. Yeltsin Ocak ayında her türlü desteği keserek kış ortasında Kabil’i yiyecek ve yakıt kıtlığıyla baş başa bıraktı. Pakistan üzerinden Mücahidin’e yardım akışı sürerken Afgan ordusunun uçakları yere çakılmış bekliyordu. Bundan sonra Afgan devriminin ayakta kalması neredeyse imkansızdı.
Üstelik o sırada Afganistan’a komşu bütün devletler gerici rejimler tarafından yönetiliyordu. İran’da 1979’dan beri mollalar hakimdi. Pakistan Ziya-ül Hak’tan beri, ABD ve Suudi desteğiyle, Afganistan’daki dînî gericiliğin her türünü var gücüyle besliyor, örgütlüyor, silahlandırıyor ve eğitiyordu. “Demokratik” Batı ülkeleri de tam bir ikiyüzlülükle bu politikanın arkasında duruyordu. Dahası, Mao’nun Nixon’la el sıkışmasından sonra Angola’da Holden Roberto ve Jonas Savimbi’yi, Orta ve Güney Afrika’daki karşı-devrimin merkez üssü Zaire’de (şimdiki Kongo Demokratik Cumhuriyeti) hain ve katil Mobutu Sese Seko iktidarını destekleyen, 1979’da Vietnam’a saldıran Çin de Afganistan’daki karşı-devrimcilere para, silah ve eğitim desteği veren güçler arasındaydı. Sovyetler’in dağılmasından sonraki “bağımsız” Orta Asya cumhuriyetleri ise, sonradan başlarına bela olacak şeriatçı terör tehlikesini dikkate almayarak, Afganistan’dan uzak durmayı seçtiler.
Ya şimdi?
Afganistan bir kez daha orta çağ karanlığına gömüldü. Ülkenin komşuları da derece derece gerici yönetimler altında. Uluslararası güçler dengesi Doktor Necip’in öldürüldüğü günlerden pek farklı değil. Sadece, o zaman ABD ile şu veya bu derecede uyum içinde olan Rusya ve Çin şimdi çok ciddi bir gerginlik içinde. Fakat her iki ülke yöneticilerinin de yüzyıllardır sınıf mücadeleleri ile kabul ettirilmiş normları benimsedikleri, demokrasi, hukuk, insan hakları, kadın hakları filan gibi ciddi bir dertleri olduğu söylenemez. Bu yüzden ABD ve Batı emperyalizmi ile zıtlaşmalarının Afganistan için hayırlı bir etkisi olup olmayacağı, olursa nasıl olacağı belli değil. Üstelik Çin öteden beri Pakistan’ın bir diğer müttefiki. Ancak Taliban’ın Afganistan’da kalıcı bir egemenlik tesis edemeyeceği, çok geçmeden iç çekişme ve çatışmalarla birbirine düşeceği öngörülebilir. Taliban’ın dayandığı Peştu kavmi, en büyük etnik topluluk olsa da, nüfusun yarısından azdır ve herkese hükmetmesi kolay olmayacaktır. Üstelik Afganistan’da Pakistan sınırını (1893’te çizilen Durand hattını) içine sindiremeyen tarihsel bir Peştu milliyetçiliği vardır ve bunun bir şekilde ifadesini bulup hem Taliban’ı hem de Pakistan’ı zorlaması mümkündür. Fakat görünen o ki, Afganistan halklarının bu karanlığı yırtıp çıkması da, büyük ölçüde, dünya çapında yeni bir devrimci dalganın kabarışına bağlı olarak ve onunla birlikte gerçekleşecektir.
Bu arada bizlere düşen ise Afganistan’daki bütün ilerici güçlerle dayanışmak, onların baş belası olan devletin “kardeş Pakistan” değil hem içeride hem de dışarıda “halk düşmanı Pakistan” olduğunu açığa vurmak ve ülkemize gelebilen Afgan devrimcilerine yardımcı olmaktır.
Son söz
Kabil Radyosu 2008 yılında bir kamuoyu yoklaması yapmış ve “Afganistan hangi rejim altında daha iyi yönetildi?” diye sormuş. Katılanların yüzde 93,2’si “Necibullah rejimi altında” diye cevap vermiş. “Emek zayi olmaz!” Taliban ne kadar gericilik yapsa ve ne kadar şiddet kullansa da Nisan Devrimi’nin yol açtığı toplumsal dönüşümü, önceki ve sonraki demokratik kazanımların ve modernleşmenin etkilerini tümüyle ortadan kaldıramayacaktır. Kimse kuşku duymasın; bundan sonra Necip’in ve Nisan Devrimi’nin yıldızı daha da fazla parlayacak ve olumlu izleri yol gösterici olacaktır.
Hafıza tazelemek için başvurduğum ve yararlandığım kaynaklar:
1. https://www.afghanistan-analysts.org/en/reports/political-landscape/an-april-day-that-changed-afghanistan-four-decades-after-the-leftist-takeover/ + bunun içinde gönderme yapılan diğer yazılar
2. Wikipedia’nın İngilizce ve Fransızca yayınlarındaki Afganistan, Afganistan iç savaşı, Sovyet-Afgan ilişkileri ile ilgili sayfalar ve yazıda adı geçenlerin biyografileri