Yakın tarihin en alçakça kundakçılıklarından birinin, Sivas Madımak pogromunun yıl dönümündeyken sokaklarda yine alçaklığın alevleri yükselmeye başladı.
Hedefte Suriyeliler var. Kayseri’de küçük bir çocuğa taciz haberiyle başladı, kısa sürede Hatay, Bursa, Kilis; Konya, Urfa, Adana, Antep, İzmir, Antalya ve İstanbul’a sıçradı. Suriyelilerin olduğu düşünülen iş yerleri ve araçlar tahrip edildi, oturdukları muhitlere yönelindi.
MEKANİZMA 6-7 EYLÜL’DEN BERİ AYNI
Peşin söyleyelim: Türkiye’de sokak devlet istemedikçe hareketlenmez, yani sokak devleti takip eder. ‘Halkı galeyana getiren söylenti’ ve peşinden ateşle, taşla, sopayla, baltayla beliren barbarlık 6-7 Eylül’den beri çok iyi bilinen bir formül. Sayısız taciz tecavüz haberi olur, kimsenin kılı kıpırdamaz ama bir gün birden bire sokaklarda birileri belirir, bir yerlere yönelir.
Sürece daima milli-manevi söz öbekleri eşlik eder, iki gündür Suriyelilere yönelenler mesela en çok ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sloganları ile işlerini görüyor. 6-7 Eylül’de ‘Müslüman olmayan yurttaşlar’ yani Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler hedef olmuştu, Ortaca’dan başlayarak Madımak’a gelene kadar Aleviler yok edilmesi gerekenlerdi. Mekanizma aynı mekanizma. Hepsinde de ‘devlet’ olması gereken yerde, yani saldırıya uğrayanları koruyacağı yerde değildi. Sokak bunu biliyordu. Şimdi de biliyor.
Cumhurbaşkanı faturayı muhalefete kesti
Denilecek ki Cumhurbaşkanı, ‘Toplumda yabancı düşmanlığını ve sığınmacı nefretini körükleyerek hiçbir yere varılamaz,’ dedi ya, işte devlet Suriyelilerin yanında! Peki devamını nasıl getirdi:
‘Dün Kayseri’de küçük bir grubun yol açtığı olayların sebeplerinden biri muhalefetin bu zehirli söylemleridir. Kim olursa olsun vandallık yapmak, sokakları ateşe vermek kabul edilemez. Siyasi kazanım uğruna nefret siyasetine tevessül edilmesini acizlik olarak görüyoruz.’
Bu sözler Suriyelilerin yanında olmayı göstermiyor, olan bitenin faturasını bırakın üstlenmeyi, doğrudan muhalefete yıkma arzusunu gösteriyor. Benzer saldırılara hakim olan formüle gayet uygun yani: Barbarlık görevi verilmiş kişi ve gruplar belirir, açık hedefe yönelir, iktidarda bulunanlar ya saldırıya uğrayanları suçlar, ya karanlık bir takım kişilerden bahseder ve her durumda muhalefeti suçlar.
Madımak modeli
Sivas’ta suçlular doğrudan saldırıya uğrayanlardı mesela, o nedenle yakarak insan öldürenlerin epey bir kısmı Cafer Erçakmak gibi hayatını rahat döşeğinde uyurken tamamladı, güya aranıyordu. Madımak’ta insanları yakmak için benzin taşırken görüntüleri bulunan Ahmet Turan Kılıç, ‘kocama’ gerekçesiyle cumhurbaşkanı tarafından yattığı cezaevinden salıverildi, hastane odasında tedavi edilirken öldü, ‘Ahmet Dede’ denilerek itibarı iade edilmiş halde. Onun itibarı, Madımak’ta yananların itibarsızlığı demekti, formüle göre.
Muhalefet, 1 Mayıs 1977 ve Gar Katliamı
Elbette ‘muhalefet’i aklayacak değiliz, en ünlüsü Bolu ve Afyonkarahisar belediye başkanları olan ayrımcı ve ırkçı kafalar CHP’lilerin seçim ve siyaset kahramanları mesela. Dolayısıyla ‘muhalefet’in Suriyeli nefretini harladığı, sokaklarda yanan ateşlerde payı olduğu hiç de yalan ya da yanlış değil. Değil ama ellerinde ateşle, dillerinde ırkçı-ayrımcı sloganlarla ortalığa çıkanların mesuliyeti iktidarın ve devletindir, bu muhalefetin mesuliyetini ortadan kaldıracak değilse de.
Çünkü sokak devlete bakar, sokak devleti takip eder. Devlet istemeden sokağa çıkılmaz, çıkılırsa mesela 1977 1 Mayıs’ı olur, Suruç olur, Gar katliamı olur! Gar katliamı davasında dün çıkan karar, yani barış arzusuyla sokağa çıkanları bombalarla paramparça edenlere ‘insanlığa karşı suç’tan ceza verilmemesi, devletin katliama nasıl baktığını gösterir: Yüzden fazla insan ölmüş elbette birileri ceza alacak, ama ‘insanlığa karşı bir suç bu’ denilerek ceza kesilirse, ölenlerin insan olduğu kabul edilir. Oysa ölenler, devlet istemeden sokağa çıkanlardı.
Ortada bir savaş suçu var
Suriyelilere dönelim. Kim onlar? Nereden zuhur ettiler? Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir uluslararası koalisyona ortak olarak ülkelerini tarumar ettiği için buradalar. Burası isteyerek geldikleri bir yer değil, kalmak istedikleri bir yer de değil, fakat Türkiye ile beraber ülkelerini mahveden Avrupalılar da istemiyor onları.
Düşmanlık pompalayan ağızlara, kalemlere göre rahat rahat yaşıyorlar, yurttaşlara tanınmayan haklara sahipler filan. Basit yalanlar değil bunlar, alçakça iftiralar, karalamalar ve aldatmacalar, dahası savaş suçuna ortak olmaktır bu.
Gerçekte savaş ganimeti onlar: Büyük çoğunluğu berbat koşullarda yaşıyor, patron efendiler için emek ücretini düşürme fırsatı sağlayan birer lütuf büyük çoğunluğu, dün istifa eden Özhaseki açık açık söylemişti, ‘Patronlar onların gönderilmesini istemez’ diye. Çocuklar, gençler, kadınlar berbat durumdalar. Küçücük işçi çocuklar çoğu zaman ölünce bile haber olmuyor, 10 yaşında Ahmet Haskiro Adana’da asansöre sıkışıp öldü, doğru düzgün haber bile olmadı. İntiharları izleyen zaten yok, İstanbul’da bir Suriyeli kanalizasyon kapağını kaldırıp atlayarak can vermişti, o da haber olmamıştı doğru düzgün.
Fakat ‘sosyal demokrasi’ iddiasındaki ‘ana muhalefet’, iktidarın (Konu Suriyeliler olunca, savaş) suçlarını açık ederek siyaset yapmak yerine Suriyelilere düşmanlığın her türünü dillendirerek, işleme çevirerek siyaset yapanlara partinin kapısını sonuna kadar açık tutuyor. Denilecek ki, on milyona yakın kişi gelmiş, bu ciddi sorunlara yol açmaz mı? Elbette. Fakat çözüm için bir düşmanlık siyaseti yaparak yol yürümek var, bir de gerçekten çare arayarak ve ararken de düşmanlığın her türünü güçlü biçimde reddederek yol yürümek var.
BU MEMLEKET KİMİN?
Göç zor iş. Göçmenlik de. Göçmen çokluğu da elbette bir sorun. Türkiye nüfusu bir göç nüfusu esasen, resmi tarihe göre de başat tarihi anlatılara göre de ‘Türkler’ göçmen mesela. Uzak Asya’dan ‘Dört nala gelip Akdeniz’e kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim’ derken şair, Rumların değil, Suriyelilerin değil, Kürtlerin değil mi diyordu? ‘İnsanın insana kulluğu’ insan sadece Türk olunca mı yok edilmeli? Sokakta beliren güruha göre elbette böyle, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’
Bir yerde büyük göç varsa, büyük sorun, büyük ızdırap ve büyük suçlar var demektir. Kürtlerin 1984 sonrası göçüne bakalım mesela: Yakılan, boşaltılan köylerden akıp şehirlere indiler. Bu göçün yarattığı yoksulluk, fındık bahçelerinden, pamuk tarlalarından inşaatlara, kanalizasyonlardan çöp toplamaya bir yığın ağır ya da pis işi, mecbur ucuza yapacak bir yoksulluk olarak, görülmedi bile. Onun yerine ‘haklı milliyetçi tepki’ palavrası eşliğinde bir ırkçılığın pompalana pompalana yükseltilişine tanık olduk. O süreçteki otomatik düşmanlıklar, ezberler şimdi Suriyeliler için çalıştırılıyor.
Duyarlılık görünümlü duyarsızlık
İktidar politikalarının yol açtığı yıkımlara duyarsızlık, iki biçimde beliriyor:
Birincisi, AK Parti’nin üretip üleştiği zenginlikten pay alanların ya da alma umudunda olanların duyarsızlığı. İkincisi, iktidarın her şeyinden tiksinip, yaptıklarına karşı küfürler, marşlarla ilenenlerin duyarsızlığı.
Bu ikinci duyarsızlık, iktidar partisinin başarılarını da açıklayan bir duyarsızlık modeli: Sonuçlardan şikayetçi değil aslında, Suriyelilerin savaş ganimeti olarak gelmesine bile itirazları sözde, ürettikleri düşmanlık söylemi ve o söylemlerin de ürünü olan atmosferin Suriyelileri sürekli tedirgin-tehdit altında hissetmesini sağlamak arzusundalar.
Kayseri’deki ‘taciz’ hikayesinden sonra ortaya çıkan sözüm ona duyarlılık işte bunun ürünü. Böyle olmasa, gerçek bir duyarlık olsa, önce savaşa karşı çıkılır, savaş mağdurlarıyla dayanışma içine girilir, savaşın ve mağduru olan mülteci akınının sorumlusu olan iktidara karşı pozisyon alınır.
Yapılmıyor çünkü savaştan hiç de memnuniyetsiz değiller, kimse söylemiyor ama işte durum açık: Türkiye Suriye’nin kuzeyine yerleşmiş durumda, bir resmi ilhak ilanı yapılmamış halde ve Suriyeli düşmanlığı yapanlar bu durumdan gayet memnun. Neticede devlet orada Kürtleri eziyor, o halde aynen devam! Biz de arada Suriyelileri terbiye ederiz.