Mustafa Durmuş yazdı: “Suriyeli göçmenler konusunu böyle tartışamayız” başlıklı yazısında Sak, “ülkenin ekonomik çıkarları” gerekçesinin ardına sığınarak, Suriyeli mülteciler konusunun nasıl bir piyasa projesi gibi ele alınabileceğini kendi bakış açısı altında çok güzel açıklıyor.
MUSTAFA DURMUŞ
Devletin tepesi tarafından Suriyelilere vatandaşlık verilebileceği açıklamasının yapılmasının ardından medyada Suriyelilerle ilgili haberlerde bir patlama yaşanıyor.
Bir yanda Suriyelilerin karıştığı ileri sürülen ve ölümlerle sonuçlanan kavgalar, Suriyelilere dönük saldırılar, özellikle de milliyetçilik ve muhafazakârlığın dorukta olduğu Anadolu kentlerinde yaygınlaşırken, diğer yanda Suriyelilere karşı ırkçı söylemlerde belirgin bir artış gözlemleniyor.
Irkçı söylemler sadece bildik ırkçı kesimlerden değil, kendilerini ulusalcı olarak tarif eden bazı kesimlerden de geliyor ve özellikle de sosyal medya üzerinden yapılan bazı paylaşımlar son çağların en tehlikeli hastalığının hangi boyutlara kadar ulaşabileceğini korkutucu bir biçimde gösteriyor.
Suriyeli mülteciler meselesine bir başka bakış var ki bu bakış en az diğerleri kadar tehlikeli, çünkü çok daha sinsi. Bu “liberal, faydacı ve fırsatçı” bir bakış.
Bunun tipik örneğini Türkiye’nin üye sayısı bakımından en yaygın sermaye tabanına sahip örgütü Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği tarafından bir “düşünce kuruluşu” olarak kurdurulan Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) kurucularından olan Prof. Dr. Güven Sak’ın son değerlendirmesi oluşturuyor.
TEPAV, neo liberal “yönetişim” anlayışının toplumun önüne bir demokratik yönetim modeli olarak pazarlandığı bir dönemde, 2004 yılında, bir grup işadamı, bürokrat ve akademisyen tarafından kuruldu. Ağırlıklı olarak makroekonomi alanında araştırmalar yapıyor, ama yaygın bir biçimde AB kaynaklı ya da diğer projeleri de yapıyor. Yani bir ayağını devlet-uluslararası örgütler, diğerini ise iş dünyası ve akademi oluşturuyor. “Projeci akademisyenler” sıfatı da daha çok bu kuruluş aracılığıyla proje yapan akademisyenlere yakıştırılan bir sıfat. Vakıf, felsefe olarak, serbest piyasacı-liberal (daha doğrusu neo liberal) bir felsefeyi benimsemiş görünüyor.
G. Sak, TEPAV’ın, TOBB Başkanı R. Hisarcıklıoğlu ile birlikte kurucu-mütevelli heyeti içinde yar alıyor ve şu ana kadar yazdığı 1300’ün üzerinde yazı ile Vakıf’ın yazarları arasında en fazla yazan ikinci yazar unvanını taşıyor. Kısacası Sak’ın görüşleri aslında doğrudan Vakıf’ın görüşlerini yansıtıyor.
Vakıf’ın “Günlük” adlı internet sayfasında, 11Temmuz’da yayımlanan, “Suriyeli göçmenler konusunu böyle tartışamayız” başlıklı yazısında Sak, “ülkenin ekonomik çıkarları” gerekçesinin ardına sığınarak, Suriyeli mülteciler konusunun nasıl bir piyasa projesi gibi ele alınabileceğini kendi bakış açısı altında çok güzel açıklıyor. Ancak aynı zamanda bir insanlık felaketinin, çağın en büyük dramının nasıl bir ekonomik fırsata çevrilebileceğini de anlatarak piyasacı liberalliğin gerçek yüzünü de gözler önüne seriyor.
Sak, söze, bir güzelleme örneği sergileyerek, sorunun Cumhurbaşkanı tarafından nasıl gerçekçi bir biçimde ele alındığının altını çizerek başlıyor:
“İlk kez, bir devlet yetkilisi, Suriyeli göçmenler konusunda romantik değil, gerçekçi bir şey söyledi. Türkiye, ilk kez, bir göçmen politikası üzerinde düşünmekte olduğu izlenimini vermiş oldu. Ben bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Tayyip Bey’in ortaya koyduğu yaklaşım, gecikmiş de olsa konu üzerine gerçekçi bir biçimde düşünmeye başlamak için iyidir”.
Sonra mülteci sorununun doğmasında aslında devletin hiçbir sorumluluğunun olmadığını, olsa bile bunların zararsız, geçici romantik hevesler olabileceğini anlatan tespitlerle devam ediyor:
“Bu içinde bulunduğumuz durumu biz istemedik. Kendiliğinden oldu… Suriye’de iç savaş çıktı. Bunu biz yapmadık. Oldu. Bela geldi, sınırlarımıza dayandı. Arada romantik heveslerimiz olmuş olabilir ama onlar çoktan yerle yeksan oldu. Hevesler duygusaldı. 3 milyon Suriyeli göçmen ise hakikat”.
Sak’a göre, biz bu savaşı hiç istemedik, öylece geldi bizi buldu… Bunu söylerken Sak, “BOP” ya da “Yeni Osmanlıcılık” ve bu yönde bölgede yürütülmüş olan faaliyetler sanki hiç olmamış gibi, bu konuları es geçiyor.
Ve elbette her neo liberal gibi her felaketi fırsata çevirmemiz, faydacı olmamız gerektiğinin altını çiziyor.
Yani iç savaşta, sınırda, yollarda, kamplarda, denizlerde ölen, açlık çeken, fuhuşa sürüklenen, dilencilik yapan 3 milyon insanın karşı karşıya olduğu bu insanlık suçuna gerçek, barışçı ve adil çözümler bulmaktan ziyade, aşağıdaki sözlerinden de anlaşılacağı gibi, Suriyeli mülteci genç işgücünün, Türkiye’deki sermaye gruplarının ihtiyaçlarını karşılamak üzere, eğitim ve üretim planlamasının yapılmasının gerekli ve mümkün olduğunu söylüyor. Suriyeli gençlerin eğitimli olanlarının üretimde kullanılmasını (bunlara vatandaşlık verilerek) önerirken, Türkiye’de hali hazırda var olan milyonlarca eğitimli işsiz üniversite mezunu gerçeğini de es geçiyor:
“Türkiye bu göçmen akımından nasıl kazançlı çıkabilir, elimizdeki felaketten nasıl bir mucize çıkartabiliriz diye düşünmeyi derhal bıraktık….Hakikaten pozitife çevrilebilecek bir imkanı elimizin tersiyle itebiliriz. Neden? Kimseye ve özellikle kendimize güvenmediğimiz için elbette. Ben, Suriyeli göçmenlerin bir bölümünün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olabilmesine dair bir perspektif olmadan Türkiye’nin bu göçmen akımından fayda sağlamasına hiç imkân olmadığı kanaatindeyim… Yandaki grafik, Avrupa içlerine doğru giden Suriyeliler içindeki yüksek öğretimlilerin oranının, Almanya’daki yüksek öğretimlilerin oranından yüksek olduğunu göstermektedir. İlk aşamada Türkiye’nin düşünmesi gereken, bu fırsatı değerlendirmektir. Yarın sınırı açsanız gidecek olanlar, bunlardır. Heybesinde satacak pamuğu olanın hareket kabiliyeti de fazla olur. Kalanı burada kalır. İsteseniz de kalır, istemeseniz de kalır. Hiçbir şey de yapamazsınız”.
Ve Sak, son cümlesi ile Suriyeli mültecilerin ihracata dönük üretim yapan sektörlerde ucuz işgücü olarak çalıştırılabileceği vurgusunu yapıyor:
“Suriyelilerin üretken yaşama katılması için, Türkiye’nin, Suriyelilerin yüzü suyu hürmetine, ek ihracat talebi doğuracak yaratıcı önlemlere ihtiyacı vardır. Ek ihracat talebi demek, hem Türklere hem de Suriyeli göçmenlere iş imkânı demektir. Faydalıdır. Yapılabilir mi? Yapılabilir”.
ABD-NATO projesi bir iç savaş-emperyalist savaşın yol açtığı mülteci felaketini fırsata çevirmenin ve bunu projelendirerek yapmanın en güzel örneğini oluşturuyor bu yazı.
Satır aralarını okursak eğer, ortada çok büyük bir proje-pasta var. Öyle ya milyonlarca insanın vatandaşlık sürecinde “uyumlulaştırılması”, bunların eğitimleri, bunlara dönük alt yapı ve üst yapı hizmetleri vb çok büyük bir projeden bahsediyoruz. Bu noktada projeci kuruluşlara da elbette ihtiyaç olacaktır. Böyle bir ihtiyacı fırsata çevirmek de ekonomik liberalliğin fıtratında mevcuttur.
Yani yazı, mülteci sorununa, fırsatçılık ve faydacılık yapmak dışında da hiçbir somut öneri getirmiyor.
Tam tersine, piyasacı projeciliğin, kâr hırsının, ne pahasına olursa olsun para kazanma davranışının bizi hangi noktaya getirdiğinin korkunç bir örneğini oluşturuyor. Bunun milyarlarca avro karşılığında Almanya ile yapılan kirli mülteci pazarlığından hiçbir farkı yok.
Belli ki kapitalizm, piyasacılık insani, etik/ahlaki hiçbir değer ya da duyguya izin vermiyor artık, aksine kendi piyasacı, faydacı, bencil fırsatçı etiğini tüm topluma bir değer yargısı olarak dayatıyor.
Sak’ın önerilerinin halkın dilinde başka bir ifadesi de var aslında: “Daha cenaze kaldırılmadan miras kavgasına girişmek!”.