TUNCAY YILMAZ yazdı: “Önümüzdeki süreçte Esad yönetimi bütün Suriye toprağı üzerinde yeniden mutlak iktidarını sağlamaya çalışacak. Ancak karşısında da yoktan var olan bir halk direniş gerçekliği olduğu unutulmamalı.”
TUNCAY YILMAZ
9 yıl önce ABD emperyalizmi ve Türk yayılmacılığının öncülüğünde kurulan Suriye Halkının Dostları Grubu’nun (SHDG) desteğiyle Suriye bir iç savaşa sürüklendi. 9 yıldır devam eden bu iç savaşta 23 milyon Suriyelinin 10 milyonu evlerinden göç etmek zorunda kaldı, yaklaşık 1 milyon kişi hayatını kaybetti.
Bu kanlı sürecin pimini çeken, destekleyicisi olan SHDG’nin çekirdek ekibinde ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Türkiye, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Ürdün ve Katar vardı. SGDH’nin desteğiyle kurulan Suriye Ulusal Konseyi / Ordusu (SUK), Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) gibi oluşumların gerçek yüzü çok geçmeden ortaya çıktı ve saha El Kaide’den IŞİD’e, Nusra Cephesi’nden Heyet Tahrir Şam’a adlarını sayamayacağımız kadar fazla cihatçı çeteyle doldu.
Şimdilerde Suriye’nin bütünlüğünden dem vuran, IŞİD’e ve diğer cihatçı çetelere karşı açıklamalar yaparak “kaygılarını” belirten ülkelerin tamamı bizzat bu durumun yaratıcılarıydılar. Suriye’nin Dostlarıyız diyerek rejimi değiştirmek için destek verdikleri “muhaliflerin” tamamı, açığından koyusuna cihatçı gruplardı!
İkinci perde
Tetiklenen iç savaşta dengeleri değiştiren üç önemli gelişme oldu. Bunlardan birincisi Eylül 2014’ten itibaren ABD’nin “Koalisyon Güçleri” adı altında doğrudan Suriye iç savaşına müdahil olmasıysa, ikinci önemli gelişme de Esad’ın çağrısıyla Eylül 2015’te Rusya’nın açıktan, İran’ın arka plandan vesayet savaşına dahil olmalarıydı. Bu gelişmelerle birlikte Suriye iç savaşı emperyalist bloklar arasında küresel bir kapışmaya dönüştü. Bu vesayet savaşında duruma etki eden üçüncü gelişme ise Kürt Özgürlük Hareketi’nin durumun ortaya çıkarttığı riskleri ve imkanları görerek yaptığı PYD/YPG-YPJ hamlesiydi.
Rusya’nın ve İran’ın savaşa dahil olmasıyla güçler dengesi yeniden değişti ve Şam cihatçı çetelere kaybettiği alanları birer birer yeniden kontrol altına aldı.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin durumu doğru okuyarak yaptığı hamle karşılık buldu ve sadece ağırlıklı olarak Kürt halkının yaşadığı Kuzey / Rojava hattında değil Tabka-Rakka’dan başlayarak Suriye’nin doğu bölgesi PYD/YPG-YPJ/SDG’nin kontrolüne geçti. Elbette bunun olabilmesinde ABD’nin de belirleyici etkisi söz konusuydu. Ancak şu hiçbir zaman gözden kaçırılmamalı ki, şayet Kürt halkı kendi öz örgütlülüğünü ve direnişini yaratmasaydı o bölge tamamen cihatçı çetelerin kontrolünde kalabilirdi.
Bu sürecin diğer önemli aktörü ise Türkiye’ydi. Suriye’de rejimi İslamileştirmek isteyen güçlere destek veren Türkiye’nin esas meselesi Kürtlerin bu süreçten bir kazanım elde etmesini engellemekti. Bunun yanı sıra “Esed”i devirir, rejimi İslamileştirebilir ve Türk sermayesi için yeni pazar ve enerji kaynakları elde edebilirse ne âlâydı!
Türk devleti evdeki hesabın çarşıya uymadığını görünce 20 Ocak 2018’de ÖSO adı altında topladığı çetelerle birlikte “Zeytin Dalı” adını verdiği operasyonla Afrin’i ele geçirdi. Bu harekatla PYD/YPG-YPJ/SDG’nin sahadaki gücünü ve örgütlülüğünü kıramayınca son olarak 9 Ekim 2019’da, bu kez de “Suriye Milli Ordusu” adı altında topladığı çetelerle “Barış Pınarı” adıyla Rojava’nın Fırat’ın doğusunda kalan kısmını zapt etmeye girişti.
Türkiye’nin bu hamleleri vesayet savaşının her iki cephesinden de açık ya da zımni olarak desteklendi. Suriye’nin Dostları çizgisinin devamcısı olan güçler Şam-Moskova-Tahran ittifakının zayıflaması ve cihatçı çetelerin yeniden güçlenme imkanı bulması için, Şam-Moskova-Tahran ittifakı ise PYD/YPG-YPJ/SDG’nin zayıflaması için Türkiye’nin operasyonlarına göz yumdular.
İki adım ileri için bir adım geri
PYD/YPG-YPJ/SDG sahadaki devasa belirleyici güçlere rağmen varlığını koruyup geliştirebildi. Ortaya koyduğu askeri, siyasi mücadeleyle dünyanın gelmiş geçmiş en cani terör örgütlerinden olan DAİŞ’i yenmeyi başardığı gibi, sadece Kürt halkının değil hem bölgede yaşayan Arap, Ermeni, Süryani, Çerkez, Türkmen halklarının hem de tüm dünya halklarının sempatisini, desteğini kazandı.
Askeri olarak Kobane’den başlayarak pek çok mevzide direnişler gerçekleştirdi. Emperyalist güçlerle sahada işbirliği yapmak zorunda kalmasına rağmen siyasi hedeflerinden taviz vermedi, olabildiğince demokratik konfederalizm projesini pratikleştirmeye çabaladı. Değil halklar-dinler arası, aşiretler-mezhepler arası boğazlaşmanın hat safhada olduğu bir coğrafyada halkların barış içerisinde bir arada yaşayabileceğinin, kadınların özgürleşmesinin ve iradeleşmesinin önemli pratiklerini yarattı.
Ancak buna rağmen, kabul etmek lazım ki, gücü, başlattığı siyasal dönüşümü tamamlamaya -en azından şimdilik- yetmedi. Bunun nedenleri, nasılları, eksikleri, fazlaları uzun uzun tartışılacaktır. Ama pratikteki durumu iki adım ileri sıçramak için bir adım geri çekilmek olarak tariflemek yanlış olmaz sanırım.
Üçüncü perde
Türkiye’nin son operasyonunun yarattığı etkiler, sahada bir süredir birikmekte olan kimi dinamiklerin olgunlaşıp yeni bir pozisyona evrilmesini tetikledi. ABD ve Rusya’yla ayrı ayrı yapılan iki anlaşma Suriye iç savaşında üçüncü perdenin açılışının ilanı mahiyetinde.
ABD’nin tutumuna, üzerinde anlaşılan maddelere ve aktörlerin yaklaşımlarına bakıldığında, bölgenin istikrara kavuşacağı anlamına gelmese de Suriye’deki cihatçılar üzerinden yürütülen vesayet savaşının sonuna doğru gelindiğini söyleyebiliriz.
Cihatçı çetelerin varlıklarını sürdürebilmesinin en önemli dayanağı olan Türkiye’nin Esad yönetimini meşru iktidar olarak kabul etmemesi durumu aşılmışa benziyor. Gerek Adana mutabakatına yapılan gönderme, gerekse de sınır hattında Türk-Rus devriyesi kabulü Türkiye’nin 9 yıllık pozisyonundan vaz geçtiğini işaret ediyor.
Sahadaki bütün kapitalist-emperyalist güçlerin üzerinde hem fikir oldukları diğer nokta ise Kürt halkının, Rojava’nın süreçten bir statü elde ederek çıkmaması. Önümüzdeki süreçte Esad yönetimi bütün Suriye toprağı üzerinde yeniden mutlak iktidarını sağlamaya çalışacak. 9 yılık yıpratıcı savaştan hala iktidarda kalarak çıkıyor oluşunun ona bu konuda epey avantaj sağladığı kesin. Ancak karşısında da yoktan var olan bir halk direniş gerçekliği olduğu unutulmamalı.
Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi için de yeni bir dönem başlıyor. Mevcut güç dengeleri içerisinde halihazırda bir statü kazanamasa da adeta yoktan var ettiği siyasal, askeri ve ideolojik varlığıyla orta ve uzun vadede kalıcı, sarsıcı kazanımların önünü açmış durumda.
Bundan sonrası, durumun gerçekçi bir analizini yapıp yeni süreç için isabetli yeni hedefler ve çalışma tarzları belirlemeye kalıyor. Yaşanan sürecin gösterdiği en önemli sonuçlardan biri askeri ve diplomatik başarının bir sınırı olduğu gerçeğiyse, diğeri de emperyalist güç merkezlerinin zikzaklı, ikiyüzlü politikalarına karşın sosyalistler, anarşistler, feministler ve dünya halklarının gerek Kobane, gerek Afrin gerekse de en son süreçte Kürt halkının yanında duruşlarıdır.
Bu süreçte en son ihtiyaç duyulacak şey ise kendimizi iyi hissettiren, vicdanımızı rahatlatan yanılgılı tespitlere kapılıp gerçeklikten kopmak olacaktır. Kastedilen bir reel politikerlik güzellemesi değil elbette. Kazanılanların ve kaybedilenlerin, sahadaki güçler dengesinin, ortaya çıkan pozitif ve negatif etkileşimlerin gerçekçi bir bilançosuna ihtiyaç var. Ancak buradan çıkacak sonuçlarla belirlenecek yeni yol haritası bütün bölge halklarını başarıya götürecek. Mevcut güçler dengesi, dönüşümün tamamlanabilmesi için daha geniş bir alanda toplumsal dinamiklerin harekete geçirilmesini zorunlu kılıyor. Bunun nasıl olacağını hep birlikte tartışmaya devam edeceğiz.
23 Ekim 2019