Bereket KAR yazdı: “Geleceğini barış ve demokraside arayan halklarla ve devrimci güçleriyle enternasyonal mücadeleyi yükseltmek her dönem için temel görevdir. Suriye halkları, bugün için bu dayanışmayı fazlasıyla hak ediyor.”
Bugünden 10 yıl öncesine bakıldığında, Suriye’de başlayan halk protestolarının mahiyeti, hedefleri ve o günkü koşullarda meşruluğu, bölgedeki ve uluslararası koşullardan bağımsız ele alınarak bir değerlendirme yapmanın, bugün gelinen yeri ve sonuçları kavramak açısında eksik kalacağını varsayarak özet şekilde de olsa Suriye savaşının başlangıcına dair bir projektör tutmanın yararlı olacağını sanıyorum.
Her şeyden önce, bugün kamuoyu nezdinde her ne kadar olayların başlama tarihi 15 Mart 2011 olarak ilan edilse de; Suriye, tarz-ı siyaset itibariyle, diğer Arap devletlerinden farklı bir yönetim ihdas etmiştir.
2011 yılına gelene kadar, sekiz partiden oluşan ‘’İlerici Vatan Cephesi’’ yönetimi, esas olarak, 40 yıllık tek partili BAAS iktidarıdır. Çok partililik, örgütlenme, ifade, temel hak ve özgürlükler tanımlanmakla yetinilmiştir.
Ekonomide devlet sektörü esas olsa da özel sektörün de varlığı 2000’li yıllara kadar devam etmiştir. Giderek özel sektöre, piyasa ekonomisine, dolayısıyla kapitalizme açılmanın arifesine gelen Suriye’nin, ciddi iktisadi sorunlarla boğuştuğu, başta Türkiye olmak üzere “Batı”ya açılmak zorunluğuyla karşı karşıya geldiği biliniyor.
2000’li yılların ortalarında, o güne kadar devlet sübvansiyonu uygulanan temel ihtiyaçlarda (şeker, pirinç, yağ, ekmek, çay vb.) sübvansiyonun iptaline paralel olarak işsizliğin ve yoksulluğun baş göstermesi toplumda rahatsızlıklara, şikayetlere ve dolayısıyla yeni arayışlara yol açtı. Aydın, yazar ve gazetecilerin Şam’da yayımladıkları ‘’Demokratik Değişim’’ deklarasyonununun toplumdaki ihtiyacı da karşılıyor olması nedeniyle büyük bir yankı yaratması siyasette bir nevi dönüm noktasını oluşturdu. Bu girişim yöneticileri tedirgin etti ve imzacıları tutuklanarak cezaevlerine atıldı. Bu türden meşru, legal, muhalif demokratik çıkışlara tahammül göstermeyen yönetim, içinden geçtiği dönemin karakterini ve ülkede giderek yayılan ve biriken öfke ve itirazların dış güçlerin gündemine bu denli hızlıca girebileceğinin hesabını yaptıysa da geçmiş yöntem ve tedbirlerle filizlenmekte olan toplumsal huzursuzluğu çözebileceğini sandı. Tam da bu dönemde, “Arap Baharı”nın Tunus’ta patlak vermiş olması, işin tuzu biberi oldu, olaylar zincirleme birbirini takip etti.
Bölgede başına buyruk Suriye sistemi değişmeliydi!
Başından beri, Sovyetler Birliği ve Doğu bloku ülkelerinin yörüngesinde olan Suriye’nin, ABD ve AB açısından kapitalist sitemle ilişkilenip ona dahil olmasının ön koşulu, geçmiş tarz-ı siyasetini ve ittifak ilişkilerini güncellemesinden geçiyordu. Zira Suriye, o güne kadar, İsrail’e karşı duran, ABD’nin bölge projelerine itiraz eden, İran’la, Filistinli güçlerle, Lübnanlı Hizbullah’la yakın ilişkileri olan, bu güçlere yardım ve destekleriyle bilinen, bölge ulusal kurtuluş güçleri ve ilerici demokrat partilerinin bütününe ev sahipliği yapan ülke konumundaydı. Bu durum küresel sisteme dahil olma söz konusu olduğunda ciddi bir engeldi. İktisadi olarak, pazar ekonomisine geçiş kanunlarını, serbest ticaret kurallarını uygulaması, pazarını uluslararası güçlere açması, ithalat ve ihracata serbestiyi benimsemesi yeterli olamazdı. Siyaseten, öncelikle İsrail ve ABD’ye karşı konumlandığı tüm mevzileri terk ederek iktidarını yeni sürece uygun olarak şekillendirmesi gerekiyordu. Hatırlanacağı üzere, Katar’ın mali finansör, Türkiye’nin emperyalist sistem adına, BOP projesi çerçevesinde Suriye’yi dönüştürme rolünü üstlendiği biliniyor. Bununla kalmayan ABD, Obama’nın girişimiyle İsrail, kendi işgali altında bulunan Golan’ın, Suriye’ye vermeyi kabul ettiğini, karşılığında, İran, Filistinli güçler ve Hizbullah’la olan ilişkilerini kesmesi şartı dayatıldığını, John Kerry’nin anılarından biliyoruz.
Batı, Suriye’ye, bir nevi sürüden ayrılmış, tek başına yaşama şansı olmayan bir av muamelesi yaparak, takdim edeceği yemlerle rahatça avlayabileceğinin tasavvuru içindedir. Belki de hesaba katılmayan, Suriye devleti ve bürokrasisinden ziyade, Suriye halklarının, başta Filistin olmak üzere Lübnan, İran, Ürdün ve Irak halklarıyla , devrimci, demokratik ve yurtsever İslami güçleriyle olan güçlü ulus, din, inanç ve tarihsel kader birlikleriydi.
Esat yönetimi, Türkiye’nin de yoğun arabuluculuk yaptığı bu cazip rüşvetleri kabul etmeyerek, geçmişte benimsediği dış politika kulvarında devam etme kararı, müttefiklerince sıkıca desteklenirken, Türkiye, körfez ülkeleri ve emperyalist güçlerce oyun bozan, BOP’a çomak sokan, dolayısıyla Saddam’ın kaderini paylaşması dışında bir yolu kalmadığına karar kılındı.
Yıllar sonra bu kararı Fransa Dışişleri Eski Bakanı Laurent Fabius, Liberasyon Dergisi’ne yazacak, ardından CNN’e şöyle açıklayacaktı: ‘’Bizler, gerek Suriyeli gerek yabancı savaşçıları eğitip hazırlamaya karar verdik. Bölge planımıza uymayan, İsrail karşıtı, Filistinli ve Lübnanlı direniş güçlerine destek veren, bölgenin tek yönetimi, Esat yönetimi artık yıkılmalıydı.’’
Evet, 15 Mart 2011’e ön gelen özet gelişmeler bu şekilde olurken, Esat, protestoların biçim değiştirerek silahlı hal almasından sonra değişik haber ajanslarına verdiği mülakatlardan birini Rus haber ajansı Sputnik’e vermişti. Esat şöyle söylüyordu: ‘’Başlangıçtaki protestoların barışçı olduğunu, taleplerin demokratik ve haklı olduğunu biliyoruz. Ancak, kısa erimde, silahlı güçlerin alanlara inip devlet güçlerine karşı kurşun sıkmasıyla durum değişti, bizde durumun ciddiyetini bir komployla karşı karşıya olduğumuzu anladık.’’ Benzer konuşmayı, Suriye parlamentosunda yapmıştı, ama artık her şey çok geçti. Esat yönetimi yıkılmalıydı…
Esat’ın Suriye’nin geleceğinde yeri olmayacak
Gelinen aşamada, ABD ve AB’li devletleri üzerlerine düşeni yapmış, başta Türkiye ve Körfez ülkelerinin fiili çabalarıyla Suriyeli ‘’devrimci’’ muhalif güçlerine eğitim, yönetim yanı sıra her türlü mali, askeri destek sunularak Esat yönetimi, kısa süre içinde yıkılıp, Iraktan sonra Suriye halkası, İran, Lübnan ve Filistin’in oluşturduğu İsrail’e ve BOP’a karşı direniş zincirinden koparılacaktı.
‘’Bir kaç aya kalmaz, Şam da Emevi Camii’nde namazımızı kılarız’’ inancı yanı sıra, Körfez petro-dolar güçleri harekete geçirilirken, Türkiye de bütün olanaklarını kullanarak Batının öngördüğü plan çerçevesinde Suriye ‘’devrim güçlerine’’ köprü görevini yerine getirecekti.
Katar’ın eski Başbakan ve Dışişleri Bakanı Hamad Bin Casim, kendi televizyonları; El Jezire’ye yaptığı açıklamada; ‘’Suriye bunalımının ilk başladığı 2011 de, Emir’in kararıyla, Suudi Kralı ,Abdullah Bin Abdulaziz’le görüşmeye gittim. Görüşmede Abdulaziz “Suriye dosyası sizin elinizin altında olsun. Biz sizinleyiz. Her şeye hazırız” dedi. Göndereceğimiz her şey Türkiye üzerinden, ABD askeri güçleri bilgisi dahilinde oluyordu. Suriye sorununda bizim yanı sıra, Suudi Arabistan, ABD ve Ankara arsında gerçekleşen koordinasyon sonucu, Al Nusra güçleri dahil tüm güçlere gerekli ihtiyaçlar dağıtılıyordu. Ama biz ava (Suriye) ilişkin tartışmalarla oyalanırken, av hepimizden kaçtı.’’
Bin Casim’in bu itirafları hiçbir taraftan yalanlanmaması, Suriye’ yönelik planın gizli saklı bir yanının olmadığının kanıtı olduğu gibi kendilerine ‘’Suriye Muhalif Devrimci Güçleri Ulusal Koalisyonu’’ adını veren güçlerin nasıl bir ‘’devrim’’ peşinde ve kimlerden destek alarak Esat’ı devirmeye çalıştıklarının bilinmesi açısından son derece önemlidir.
Dünyada “devrimci’’ hareketlerin bu tür gerici faşist, diktatörlük yönetimlere yaslandıkları görülmüşse de , halklarının kurtuluşunu sağladıkları görülmemiştir. Türkiye/Gaziantep’i kendine merkez edinen, Suriye ‘’devrimci’’ muhalefeti, on yıldır, hala bu emperyalist işbirlikçi sistem güçlerine sığınarak, çıkarlarına hizmet ederek, Suriye’de devrim yapacağına, savaştan kaçan altı milyon göçmeni, bizleri , bölge halklarını ve dünya kamuoyunu inandırmaya çalışıyor olması bu işbirlikçi muhalefetin temel çıkmazdır.
Tabi ki muhalefet değince yalınızca Türkiye, Katar ve batılı emperyalist güçlere bel bağlayan silahlı İslami radikal güçleri ya da ılımlı , etkisiz bilinen liberal muhalefeti anlamamak lazım. Bugün, baş çelişkiyi Suriye’nin varlığıyla yokluğu arasında gören, emperyalist, bölgesel işbirlikçi, radikal İslam blokuna karşı duran bir devrimci, demokratik muhalefetin olduğunu bilmek lazım. İçinde iki komünist partisinin olduğu ‘’İlerici Vatan Cephesi’’ yanı sıra, yeni kurulan onlarca demokratik, devrimci ve liberal parti bulunmaktadır. Bu partilerin çoğunluğu siyaseten, Baas’ın tekçi yönetimine muhalefet eden partilerdir.
Suriye’nin geleceği savaşta değil barıştadır
Suriye savaşının bölgesel ve uluslararası aktörleri, Ortadoğu bölge planları, Suriye’de El Kaide, IŞİD, Nusra ve diğer İslami güçler eliyle uyguladıkları strateji, Rusya, İran, Esat yönetim ve Hizbullah güçlerinin ittifakı sonucu başarısızlığa uğratılması, dengeleri yeniden ABD, AB, İsrail ve Körfez ülkeleri aleyhine bozarken, Türkiye erken davranıp Rusya ve İran’la Astana ve ardından Soçi ittifaklarıyla çatışmasızlık bölgelerinde muhalif silahlı güçlerin garantörlüğünü taahhüt etmesiyle başlayan süreci zamana yayarak , Rusya ve ABD’nin rızasıyla, ulusal güvenliğini koruma gerekçesiyle düzenlediği, ’’Barış Kalkanı’’ “Zeytin Dalı‘’ ve Fırat Kalkanı’’ operasyonlarıyla tahkimatını kurarken, alanda olmanın avantajını masada kullanmak için de silahlı muhalefeti korumayı başardı.
Türkiye, Soçi sözleşmesi gereğince İdlib’te kurduğu tahkimatla Nusra ve diğer güçleri koruyarak, Suriye’nin uzun vadeli geleceği üzerine pazarlık gücünü arttırırken, Kürtlerin Rojava’da kurdukları özerklik için bir tehdit unsuru olduğu gibi Suriye ile olası ilişkilerinde bir şantaj kozu olarak kullanabileceği de var sayılıyor.
Suriye’nin üç ayrı bölgesinin (yönetim, Rojava ve İdlib) üçünde ittifak güçleri farklılık göstermesi, Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve egemenliğini tehdit eden faktör olarak devam ettiği, Türkiye’nin Kürt tehlikesi olarak gösterdiği, özünde, Türk-İslam sentezi yada yeni Osmanlıcılık olarak bilinen politikasını sınır boyunca uygulamaya koymasıdır. Suriye genelinde yönetimi hedefleyen topyekun savaş planlarının bittiği kabul görmekle beraber, Rojava’da Kürtlerin Esat yönetimiyle özerklik temelinde bir anlaşmaya varması ya da BM’nin 2254 kararı çerçevesinde, Kürtleri kapsayacak siyasi bir çözümün Türkiye için kabul görmesi, Rusya ve ABD’nin takınacağı ortak tutuma bağlıdır. Değilse Türkiye kaynaklı sıcak çatışmaların olasılığı devam edecektir.
Rojava’da iddia edilenin aksine, Suriye Demokratik Güçleri, kendilerini, Suriye’nin bir birleşeni olduklarını, ayrılma gibi bir hedeflerinin olmadığını her vesileyle kamuoyuna açıklamalarına rağmen, Arap ulusalcıları, İslami güçler ve Türkiye yönetimi tarafından sürekli bölücü ya da ayrılıkçı olarak ifade edilmeleri bilinçli ve planlıdır. ABD’nin Rojava’da işgalci bir güç olarak Fırat’ın doğusunda bulunmasının Kürtlerin geleceğinin bir garantisi olmayacağını herkes gibi Kürtler de tarihlerinden biliyorlar. Ancak, ülke halklarının birlikte, bir arada barış içinde yaşama iradesine ve demokratik ulusa karşı durarak tekçi ulus devlet teziyle hareket edenler, özerkliği bölünme olarak gösterip Şam’la anlaşmayı sabote etmeye çalışmaktadırlar. Burada Kürtlerin ayrılıkçı olmadıklarını tüm Suriye bileşenlerine (Alevi, Suni, Ermeni, Hristiyan, Dürzi, İsmaili vb.) anlatma görevleri olduğu kadar, Suriye devrimci, demokrat, komünist tüm muhalif güçlerin demokratik ulus ve özerkliğin bölücü bir proje olmadığını, Suriye halklarına yüksek sesle haykırmalıdırlar. Yıkılmış Suriye’yi yeniden kurarak, birliğini sağlamanın yolu, demokratik çoğulcu ve barışçı bir yönetimden başkası olmayacağını Suriye halkının on yıl süreyle ödediği ağır bedellerle görülmüştür.
Batılı emperyalist güçler gibi bölgesel işbirlikçi devletler ve finanse ettikleri Suriyeli ve yabancı muhalif İslami güçlerin, Suriye halkları yerine, kendi çıkarlarını uğruna neleri göze aldıkları dünya halklarınca görülmüş olması şüphesiz önemlidir, ancak yeterli değildir.
Geleceğini barış ve demokraside arayan halklarla ve devrimci güçleriyle enternasyonal mücadeleyi yükseltmek her dönem için temel görevdir. Suriye halkları, bugün için bu dayanışmayı fazlasıyla hak ediyor.