Zeki TOMBAK yazdı – “Türkiye’nin uluslararası ilişkiler birikimi ve AKP’nin dış politika parantezi” başlıklı yazı dizisinin ilki – “Suriye iç savaşının, bölgeye yeni bir nizam vermek isteyen emperyalizm adına kundakçılığını yapan; yangın söner gibi oldukça ateşe benzin döken, Mısır’a “Rabia” işareti yapan, Mısır Devlet Başkanı Sisi’yi öldürenin şehit olup cennete uçacağını anlatan İhvancı 4 tv kanalına ve Mısır’dan kaçmış İhvancılara evsahipliği yapan; Almanya yöneticilerine Nazi, Fransa başkanına “aptal”, ABD başkanına “pedofil” diyen vb. vb. bir dış politika çizgisinin, Mısır ile ilişkilerde nasıl bir çözüm yoluna evriliyor olabileceğini anlamak için duralım ve bir kaç adım geri atarak derin bir nefes alalım”
Geride bıraktığımız on yıldan daha önce;
İç savaş başlatılmadan önce;
En evvel Türkiye desteğindeki İhvan ve sonra DEAŞ ve türevleri silaha sarılıp, bütün ülkeyi yangın yerine ve kan gölüne çevirmeden önce;
Recep Tayyip Erdoğan’ın Beşar Esad’a “kardeşim Esad” diye hitap ettiği zamanlarda;
Bu ülkenin şairleriyle ve edebiyat insanlarıyla şiir ve edebiyat konuşmak üzere Suriye’ye bir kaç defa gidip geldim.
Şam’ı, Halep’i, Rakka’yı, Kuneytra’yı gördüm. Bir akşam Rakka’da, Fırat’ın kıyısında “Bir halka dans etmek bu kadar mı yakışır”, diye mırıldandım. Kimsenin kızı, karısı ve annesi değil, sadece kendisi olduğunu söyleyen şair Maria el Mir’i’nin söylediği “şivayi şivayi”şarkısına eşlik etmeye çalıştım.
Bütün şehirlerde, her yerde Beşşar Esad fotoğrafları vardı; Babası Hafız Esad’ın heykelleri ve duvarlarda Beşar’ın kardeşi Basil’in şablonla boyanan çıkartmaları. O zaman bugünün Türkiye’sini hayal edemediğim için, “başkan ve ailesi”nin bu kadar abartılmasına çok şaşırmıştım: “Gülme komşuna, gelir başına!”
İsrail’in duvarına taş atan Edward Sait bu dünyadan yeni ayrılmıştı. Golan tepelerinin eteğindeki sınır kapısına doğru, sağda, yukarıda İsrail işgalini gördüm. Taş atanımız eksik olmasın diye, tel örgüden öteye, işgalcilere doğru taş attım. Arap kardeşlerim uyardı, “yukarıda keskin nişancılar var, seni vururlar!”
İşte o gidiş gelişlerde, bizim gibi sıcak kanlı ve duygusal Arap kardeşlerimizin biz Türklere dair geçmişteki olumsuz duygu ve düşüncelerini neredeyse tamamen unutmaya ve bizi düpedüz gönülden sevmeye karar vermiş olduklarına tanıklık ettim. Rakka’da, bir oturum sonrası tv kameraları önünde, 400 yıl beraber yaşamış iki halkın, 85 sene sonra, birbiriyle anlaşabilmek için sömürgecinin diline muhtaç olmasından söz ettim. Aramıza örülen bu “duvarı” 1956da, Suveyş’in işgalinde Nazım Hikmet’in şiir yazarak; devrimci gençlerin, 1960’ların sonunda Filistin halkıyla dayanışma için, siyonist işgale karşı silahlı mücadeleye katılarak delmeye giriştiğini ve bu duvarı mutlaka ve tamamen yıkmamız gerektiğini anlattım
Oradan, kaldığımız Lacivert Otel’e gittik ve kapının önünde, ikisi dev gibi bir grup Arabın bizi beklediğini gördük. Üzerimize gelmelerinden ve kuvvetle sarılmalarından ürkmedim desem yalan olur. Meğer türkçe “Biz Türkleri seviyoruz” demek için beklemişler gelişimizi.
Öyle günlerdi.
Hatay Reyhanlı’daki Cilvegözü kapısından binlerce TIR kuyruk olmuş Suriye’ye, Ürdün’e, Mısır’a, Libya’ya, Tunus, Cezayir ve Fas’a ve Afrika içlerine Türkiye’nin ihraç ürünlerini kara yoluyla götürüyor; geri dönen binlercesi Cilvegözü‘nün karşısındaki Bab-el Hava kapısından Türkiye’ye giriş yapmayı bekliyordu. Urfa Akçakale kapısı da öyleydi.
Türkiye’nin sınıra yakın illeri birer üretim üssüne dönmüştü. Adını duymadığımız markalar Arap coğrafyasının her tarafında tanınıyordu.
Şam’da Dedeman Otel bir gurur markasıydı; sadece konuklara değil, uluslararası toplantılara da ev sahipliği yapıyor; Suriye rejiminin Dünya’ya açılan kapısı, penceresi oluyordu.
Türkiye ve Suriye hükümetlerinin ortak bakanlar kurulu toplantısı yaptığı, vizenin kalktığı günleri anlatıyorum.
O kadar mı? Türkiye, 2009’da, iki yıllığına, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliğine aday olduğunda, Arap Birliği oy birliği ile Türkiye’nin adaylığına destek oldu.
Sonra 2012 Temmuz’unda Cilvegözü kapandı. Sonradan açıldı ama Bab-el Hava’da artık Türkiye’nin yeni komşuları selefi cihatçılar oturuyordu.
Akçakale 7 yıl kapalı kaldı.
Fabrikalar, atölyeler kapandı, tarlalar ekilmez oldu, sınır kasabaları TIR mezarlığına döndü. Sınır boyunun şenliği dağıldı. Artık sadece silah, selefi cihatçı ve mülteci trafiğinin döndüğü, büyük paraların karanlık kişiler ve karanlık mekanizmalar üzerinden el değiştirdiği, acının ve çaresizliğin kuytularda kara bir rüzgar olup estiği karanlık bir çağ başlamıştı.
Arap dünyasında Türkiye’nin Katar’dan başka dostu kalmadı.
İktidar yıllar önce İsrail büyük elçisini “istenmeyen kişi” ilan etti ve elçiler karşılıklı çekildi.
Marquez romanlarını hatırlatır şekilde; sanki bir gece bir fırtına esmiş ve dün yaşanmakta olan hayata dair her şeyi önüne katıp götürmüş ve sabaha hepimiz derin bir şaşkınlık, hayal kırıklığı, perişanlık ve dehşet içinde uyanmıştık.
Tam da mutluluk rüyası gibi anlattığım her şeyin sonunu getiren, AKP’nin kundakçılığını yaptığı büyük yangının 10. yıl dönümünü yaşarken, Türkiye’nin bugünkü Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Mısır ile aramızdaki sorunların “çözüm yolunda” olduğunu açıkladı.
Suriye iç savaşının, bölgeye yeni bir nizam vermek isteyen emperyalizm adına kundakçılığını yapan; yangın söner gibi oldukça ateşe benzin döken, Mısır’a “Rabia” işareti yapan, Mısır Devlet Başkanı Sisi’yi öldürenin şehit olup cennete uçacağını anlatan İhvancı 4 tv kanalına ve Mısır’dan kaçmış İhvancılara evsahipliği yapan; Almanya yöneticilerine Nazi, Fransa başkanına “aptal”, ABD başkanına “pedofil” diyen vb. vb. bir dış politika çizgisinin, Mısır ile ilişkilerde nasıl bir çözüm yoluna evriliyor olabileceğini anlamak için duralım ve bir kaç adım geri atarak derin bir nefes alalım: