Aydemir GÜLER yazdı: “Stalin dönemi ağırlıklı olarak saldırı altında kaldığı için doğru dürüst aşılamamış, geriye yolu bataklığa sapan bir tuzak bırakmıştır. Stalin’den koparak Marksizm’in zemininde kalmak kanımca olanaksızdır.”
Bu bir tesadüf mü yoldaşlar?
Sol kamuoyu, Stalin dönemine ilişkin iki pozitif noktada çoğunlukla anlaşma halindedir. Stalin’in, 1917 Ekim Devrimi’yle devralınan geri, tarım ağırlıklı Çarlık Rusya’sının ileri bir sanayi ülkesi olarak Sovyetler Birliği’ne dönüşmesindeki payını teslim etmek; bir. İkinci olarak da, Stalin’in hakkı, faşizmin yenilgiye uğratıldığı savaşın lideri olarak verilmelidir. Bu hak tesliminden sonrası için rivayet muhteliftir.
Bunlar bir yana sol kamuoyunun Stalin’e yönelik Batı menşeli sert eleştirileri kabullendiğini söyleyebiliriz. Bu durum, yukarıdaki iki pozitif değerlendirme noktasının Sovyetler Birliği’ni savunmak için yetmediğinin de kanıtıdır.
Başlarken söylemeliyim, bu satırların yazarı 1917-1991 döneminde Sovyetler Birliği ve 1945 sonrası diğer sosyalist ülkelerde insanlık tarihinin en ileri toplumsal ilişkilerinin inşa edildiğini düşünmekte, adı sosyalizmden başka bir şey olmayan bu deneyimin gelecekteki ilerici girişimlerin temel referansı olarak görülmesi gerektiğini savunmakta, bu anlamda söz konusu dönemi bir tarihsel kazanım saymaktadır. Reel sosyalizme yönelik olarak yapabileceğimiz bütün eksiklik saptamaları ve eleştiriler bu yaklaşımın çizdiği sınırlar içinde tutulmalıdır…
Sovyetler Birliği’ni savunmak için ekonomik ve askeri zaferlere işaret koymak yetmez demiş olduk. Yetmediğini iki dinamik kanıtlamış bulunuyor. Emperyalist propaganda ve Troçkist[1] tarih tezi, sol dahil olmak üzere genel algıyı belirlemektedirler.
Emperyalist propaganda Stalin’i sosyalizmin yumuşak karnı olarak durmaksızın kurcalamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda uluslararası anti-faşist bir ittifak yapılması ve Stalin’in Batı’da hayli popüler bir dost figür haline gelmesi, bu kampanyalar açısından kapatılması imkânsız bir gedik olsa da, emperyalizm fırsatını her bulduğunda Stalin’i lanetlemek için elinden geleni ardına koymaz. Son yıllarda Stalin-Hitler ve Komünizm-Nazizm denkleştirmeleri Avrupa Birliği’nin imzasını taşımıştır.
İkinci dinamikse bir açıdan çok daha iddialıdır. Troçkizm Sovyetler Birliği’nde endüstrializasyon, kolektivizasyon ve merkezi planlama atılımına temelde güvensizlikle yaklaştı. Güvensizliğin kaynağı tek ülkeye sıkışan bir sosyalizmin kurulmasının olanaksız sayılmasıydı. Buna göre Sovyet liderliği varını yoğunu, yani işçi sınıfının devlet iktidarı olarak kazanımını dünya devriminin çıkarlarına yatırmalıydı. Kendini koruma ve geliştirme taktiğinin herhangi bir başarı şansı yoktu.
Aslında tek ülkede sosyalizmi reddeden tez açıkça yanlışlandı. Mantık arasak, Troçkizm Sovyet sanayileşmesi karşısında bükemediği eli öpmeliydi. Ama hadi bu olmadı, Sovyetler’in Avrupa’nın faşizmden kurtulmasına öncülük etmesi karşısında havlu atması beklenirdi. Oysa söz konusu akım “Anayurt Savaşı” zaferine de kulp takmış ve Stalin’in askeri yönetiminin fiyaskolarla örülü olduğunu iddia edebilmiştir.
Stalin döneminin değerlendirilmesine ilişkin literatüre ve genel kamuoyu algısına bu iki dinamik, yani emperyalist propaganda ve Troçkist tarih tezi birlikte damga vurdular. Kabul etmek durumundayız ki, Sovyetler Birliği’nin “mahkûm edilmesi” Sovyet liderliği ve uluslararası komünist hareket tarafından genel olarak önlenememiştir. Bu noktada Marx’ın her dönemin egemen fikirleri ile egemen sınıflar arasındaki aidiyet bağına işaret ettiğini hatırlamak kimseye bir rahatlama sağlamaz. Kabul etmek durumunda olduğumuz gerçek, komünist hareketin ısrarlı bir ideolojik saldırıyı geri püskürtememiş olduğudur. Mücadelede kaybetmenin nedenleri açıklanabilir ve anlaşılabilir; ancak bu, yenilen tarafın sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Stalin sonrasına hazırlıklı olmadığı açıktı. O kadar ki bu liderlik yapılanması, 1921’de Lenin’in önerisiyle Bolşevik Parti Merkez Komitesi Genel Sekreterliği’ne seçilen Stalin’in 5 Mart 1953’te yaşamını yitirmesinin ardından üç yıl bile dayanamamıştır. Hruşçov’un destalinizasyon ilanının damga vurduğu Partinin 20. Kongresi 1956 şubatında toplandığına ve bu dramatik kırılmanın damdan düşmeyip mutlaka belli bir hazırlık sürecinden geçmiş olması gerektiğine göre, neredeyse Stalin’in ölümüyle birlikte yapının da çöktüğünü söylemeliyiz.
Ama dikkat; çöken başka bir şey değil, “Stalin liderliği”dir. Sovyetler Birliği yalnızca onun dönemindeki tarihsel kazanımlara ayaklarını basarak yoluna devam edebilirdi. Bu nesnel bir zorunluluktu, başka türlü olamazdı. Ancak zorunluluk insanların bilincine taşınmamış ve hem toplumsal akıl hem de parti aklı hep dağınık kalmıştır. Oysa Marksizm başka bir dünya görüşüne nasip olmayacak kuvvette bir tutarlılık ve bütünlük iddiasına dayanır. Sanayileşme ve bağımsızlığa ayaklarını basıp Stalin’i inkâr etmek en hafif deyişle bu iddiadan kendini yoksun kılmak oldu. İnkârcılık komünizme göre değildir. Komünizm tarihinin geride kalan bir dönemini onunla hesaplaşarak ve sahiplenerek aşmalıdır. Lanetlemek, kendi temellerini topa tutmak anlamına gelecektir. Bu yanlışa hayli sık düşüldüğünü görebiliyoruz…
Burjuva siyasetinde ise bu tür inkârcı yaklaşımlar yıkıcı değil, tersine açıkları yamamaya dönük işlev üstlenebilir. İleri bir adımın törpülenmesi, bu yapılırken ideolojik tutarsızlıklara yol verilmesi, kimi tarihsel kişiliklerin apoletlerinin sökülmesi, mağdurlar yaratılması, kimi zaman dilimlerinin unutturulması vs. gerçekten burjuva bir bağlamda işe yarar. Sosyalizm ise tutarlılık ister. Sovyetler Birliği’nde “Stalinsizleştirme” operasyonu ağır tahribat yaratmıştır ve bunun gerçeklerle yüzleşmeyle, eleştiri-özeleştiriyle falan ilgisi yoktur. İzleyen otuz yıl boyunca tutarlı bir ideolojik-politik yapının oluşturulmaması, sosyalist devletin ve komünist partinin kendi geçmişiyle ilgili muhtelif rivayetlere cevaz vermesi ağır bir dejenerasyona yol açmış, maliyeti çok yüksek olmuştur. Adını koymak gerekirse Sovyet sosyalizminin sonunu getirecek olan liberal hizip, Gorbaçov-Yakovlev-Yeltsin’li karşıdevrim, tarihsel olarak Stalin hakkındaki aforoz harekâtının ikliminde boy attı.
“Stalin tuzağı” esas olarak budur. Stalin’in şeytanlaştırılması, bunu yapanı sosyalizmin çerçevesinin dışına sürükler. Burada daha fazla girmeyeceğim sonraki dönemler hakkında yalnızca bir not düşebilirim. Stalin liderliği, gerisinde hayli yaralı, ağır hasar almış, savaş ve siyaset yorgunu bir halk ve parti bırakmıştı. 20. Kongre meşruiyetini bu zorlukları aşacak yeni bir açılımın zorunluluğundan aldı. Stalin sayfasının değerlendirilip kapatılması ve yeni bir sayfanın açılması Sovyetler Birliği’nin gerçek ihtiyacıydı. Hruşçov’un imza attığı tercih eleştirel bir aşma değil inkârcı bir kopuş yönünde olmuş ve böylece kongre olabilecek en tehlikeli kapıyı açmıştır. Bugün iki tarihsel momente dönüp baktığımızda Glasnost-perestroyka karşıdevrimi ile destalinizasyon arasındaki bağı görmemek mümkün değildir.
Troçkizmin “üstün gelmesi”
Troçkizm, Lev Trotskiy’in SBKP liderliğinden uzaklaştırılmasıyla değil Sovyetler Birliği’nin planlı sanayileşme ve kolektivizasyon hamlesiyle yenilgiye uğramış sayılmalıdır. O dönemece kadar ortada sosyalist bir ülkenin inşa edilip edilemeyeceğine ve bunun yollarına ilişkin birden fazla tez vardı. Bunların arasından Stalin’in önderlik ettiği seçeneğin, tek ülkede sosyalizmin pratik başarısı kanıtlandığında durum değişmiş, diğer tezlerin devri kapanmıştır. Reel sosyalizm bambaşka bir tarihsel akışın sonunda çözüldüğünde kalkıp “demek ki tek ülkede olmuyormuş” sonucuna varmaksa totolojiyi yöntem düzeyine çıkaran bir demagoji olur.
Tek ülkede sosyalizm kurulduğu zaman “tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı” tezinin önünde iki yol kaldı. Biri kendi varlığına son vermekti. Diğeri ise Sovyetler Birliği’nin sosyalist olmaktan çıktığını savunmak olabilirdi. İlkine siyasette pek az rastlanır. Trotskiy’in, onu devrimin liderlerinden biri yapan kişilik özellikleri hesaba katılırsa bu yol akla bile getirilemezdi.
Trotskiy’in Sovyet sosyalizmini bürokratik işçi devleti olarak adlandırmış olması, onun geleneğinden gelen kimi varyantların devlet kapitalizmi kavramına başvurmaları burada önemli değil. Önemli olan artık “sosyalizm sayılmayan” Sovyet olgusuna, yani “Stalinci” merkeze karşı nasıl bir mücadelenin öngörüldüğüdür.
Açıkçası içinde bulunulan andan sınıfsız sömürüsüz bir insanlık geleceğine uzanan komünist siyaset zemini Troçkizmin bir siyasal hareket varlığına şans tanımıyordu. İster beğenilsin ister beğenilmesin, Sovyetler Birliği’nin tekrar edip durduğu tarihsel başarıları ülke içinde ve uluslararası işçi sınıfı hareketinde büyük bir destek ve coşku yaratmıştı. Sıra askeri zafere geldiğinde buna, dünya kamuoyunda sınırsız bir saygınlık eklenecekti. Elbette solculuk ille de Marksizm-Leninizm-Ekim Devrimi-Sovyet sosyalizmi dizgesini izlemek zorunda değildi. Burada söylemek istediğim, bu kanalda Stalin’siz var olmanın olanaksızlığı veya onulmaz derecede zor olmasıdır.
Troçkizm Sovyet kanalının dışına çıkarak siyasal varlığını sürdürdü. Stalin tuzağı işini görmüştü.
Bu tuzak o kadar acımasızdı ki, sonraları Maoizm’in de başına geleceği gibi, çoğu konjonktürde Troçkizm’in farklı bir sol akım olabilmesine dahi izin vermemiştir. Stalin’le anılan devrimci tarihsel atılım, dönemin nesnel koşulları içinde hayli dar bir patikadan geçmiş, eleştirmenlerin uçurumdan aşağı yuvarlanmaları son derece kolaylaşmıştır. Daha açık bir tarifle devrimci merkezle karşıdevrimin arasında devrimci bir muhalefet alanının çok daralmış olduğu anlaşılmaktadır. Yeri gelmişken not etmeli; anlaşılan “Stalin Anayasası” da denilen 1936 Anayasası, başka boyutların yanı sıra, siyasetin bu anlamda daraltılmasını değil sosyalist toplumun siyasete örgütlü katılımını amaçlamış veya söz konusu nesnel daralmanın bir ileri atılımla telafi edilmesini sağlamaya çalışmıştır.[2]
Ancak emperyalist dünyanın antikomünist bir cihada hazırlandığının açıkça görüldüğü koşullarda bu mekanizmalar çalışmadı. Aynı yıl mahkemeler kurulmaya başlandı. Bunun az öncesinde 1934 Kirov suikastıyla parti liderliğine karşı silahlı mücadele başlatıldığını da hatırlamak durumundayız.
Nasıl bir muhalefet?
Leningrad örgütünün sekreterliği gibi kritik bir görevi yürütüyor olmanın ötesinde Stalin’in dostu ve çalışma arkadaşı olan Kirov’un öldürülmesinin “kumpas” olarak resmedilip Stalin’e atfedilmesi saçma bir iftiradan ibaret değildir. Bu Stalin’i şeytanlaştırma kampanyasının ve Troçkist tarih tezinin inşasında kritik yapıtaşlarından biridir. Eldeki veriler kumpas açıklamasını doğrulamamakta, ama soruşturma bulguları politik cinayet saptamasını desteklemektedir.[3]
Ancak bundan daha önemlisi muhalefetin dinamiklerinin çözümlenebilmesidir.
Bir kez şeytanın kumpas kurduğuna, kurabildiğine inanırsanız, mükemmel bir kurguya ulaşabilirsiniz. Bütün gelişmelerin aynı mekanizmayla açıklanması yoluyla tutarlı bir görüntü bile vermiş olabilirsiniz. Kanıtlanmamış ve kanıtlanması olanaksız önkabullere dayanmışsınız, ne gam!
’36 Mahkemelerinde ve devamında yargılananların isimlerini saymayayım. Önemli olan bu insanların, gençliklerini gizli örgütlerde, Çarlık ajanlarıyla köşe kapmaca oynayarak, işkenceli sorgularda, hapis, sürgün veya mültecilikle geçirmiş, bu anlamda zorluk derecesi son derece yüksek siyasi ve kişisel testlerden geçmiş devrimciler olduklarıdır. Çoğunluğu 1880’lerde doğan, Lenin’in partisinde yetişen, devrimde ve iç savaşta aktif görev alan bu devrimcilerin 1930’ların ikinci yarısında artık genç olmadıkları doğrudur; ama abartmayalım, henüz 50’li yaşlarındadır.
Bu insanların parti önderliğine ve devlet yönetimine muhalefet etmelerinin haber değeri bile yoktu. Bu açık bir olgu. Ortada ağır suçlamalar vardır. Suçlamaları kabul ettiler!
Bu deneyimli ve dirençli mücadele insanlarını, işlemedikleri suçları kabul etmeye mecbur bırakan baskı ne olabilir? Fire vermeksizin kolektif bir insani çöküş yaşamış olabilirler mi? Bana sorarsanız, devrimci kalibreleri hayli yüksek bu insanlar içinden tek bir istisnanın bile çıkmaması açıklanmaya fazlasıyla muhtaç bir durumdur ve normal değildir.
Sanıklar şimdi mahkemede rejime karşı, ekonomik ve toplumsal işleyişi kasten bozmaya yönelik sabotajları, içlerinde kötü yönetim, ihmal, farklı yaklaşım gibi gerekçeler saklı olabileceği için bir kenara ayırırsak, iki büyük suç başlığını itiraf ediyorlardı. Birincisi terörü mücadele yöntemi olarak içeren bir gizli örgüt veya örgütler bloku oluşturduklarıdır. Sergey Kirov bu eylemlerin kurbanıdır.
İkincisi de emperyalist odaklarla işbirliği amaçlı temaslar kurduklarını. Sovyetler Birliği’nde savaşın elinin kulağında olduğu kabul edilmekte, toplum büyük bir saldırıya hazırlıklı hale getirilmekte, ülkenin askeri kapasitesi süratle yükseltilmektedir o sıralar.[4] Dolayısıyla söz konusu temasların hafife alınır tarafı yoktur ve gerçekse ihanetten başka anlama gelmeyecektir.
İftira ihtimali yok mudur? Bu konuda benim kanaatim belli olsa da, kanıtlamaya yönelik bir tartışmanın çeşitli iddiaları ve çok sayıda kaynağı analize tabi tutmayı gerektirdiğini ve bunun yerinin burası olmadığını kabul etmeliyiz. Burada egemen Batı ve Troçkist literatürünün dışında kalıp onlara meydan okuyan bir araştırmacı olarak Furr’un adını anmalıyım.[5]
Eski Bolşeviklerin iki suçlama kategorisi için de “belirli bir geçmişlerinin” olduğu çoğunlukla atlanır. “Terör eylemi” kavramı bugün sahip olduğu genel olumsuz içeriğe o zamanlar tam olarak kavuşmuş sayılmazdı. Birkaç on yıl önce şiddetin esas eylem biçimi olmasını reddetmekle birlikte Bolşeviklerin bu yöntemi iktidar mücadelesinin meşru araçlar repertuarından çıkarıp attıkları iddia edilemez. Zaten Marksizm iktidarı ele geçirme hamlesinin şiddet yüklü olduğunu, devrimin kendisinin son derece otoriter bir olgu olduğunu ortaya koymamış mıdır? Bu tezler pratiğin rastlantısal zorunluluklarından ibaret değil teorinin vazgeçilmez bileşenleridir üstelik. Bolşevikler aynı partiyi veya uzun zaman aynı parti adını paylaştıkları Menşeviklerle Ekim Devrimi’nden sonra çatışmaya girmişlerdi. Devrimci bir gelenekten geldiği açık olan eski Narodnik SR’lar (Sosyal-Devrimciler) ve anarşistler Bolşevik hükümete hem silahla direnmişler, hem de Lenin dahil bir dizi Bolşevik yöneticiye suikast düzenlemişlerdir.
Bolşeviklerin karşıt pozisyonlara düştüğü bu insanların kimileri çeşitli toplantılarda, kitle örgütlerinde, Sovyet toplantılarında, parti kongrelerinde buluştukları, zamanında ittifak kurdukları kişilerdi. Özetle 1930’lara gelindiğinde muhalefete geçen kimi unsurların artık sosyalizm olarak tanımlamadıkları iktidara karşı şiddete başvurmaları hiç de olmayacak iş değildir. Mahkemede bu yönde alınan kararlara katıldığını, ilettiğini, organize ettiğini itiraf eden eski parti kadroları, silahlı mücadelede ve benzeri her tür organizasyonda gayet deneyimliydiler.
Yabancı güçlerle işbirliğine gelince, 1904-1905’te ve 1914-17’de Bolşeviklerin politik yaklaşımı hatırlanmadan “olmaz öyle şey, yalandır” diye kestirip atmaya hiç kalkışılmamalıdır. Lenin’in başını çektiği tutum Rusya’nın Japonya’yla savaşında kimin haklı kimin haksız olduğuna ilişkin analizlere başvurmadan iki gerici devletten Rusya’nın yenilmesini arzulamakta ve bu olasılığa yatırım yapmaktaydı. Şu basit nedenle ki, yenilgi Çarlık otokrasisini politik bir krize sürükleyecekti. Devrimci hareketin ülkeye müdahalesi için en elverişli koşul, kuşkusuz düzenin krizi olacaktı. Tersine Çarlık’ın zaferi toplumsal çelişkileri yumuşatacak, gerici siyasi iktidara güç katacaktı.
Aynı politika Birinci Dünya Savaşı’nda güncellendi. Emperyalist savaşın her ülkenin işçi sınıfı tarafından kendi egemen güçlerine karşı iç savaşa dönüştürülmesinin ötesinde bir tutumdan söz ediyoruz. Bolşevikler kendi devletlerinin “düşman devletler” karşısında yenilgiye uğramasını dilemiş, Çarlığın kazanma olasılığına karşı propaganda yürütmüş ve dahası cephede bozgunculuk yapmışlardır… Bu, elbette emperyalist bir devletle işbirliği biçiminde dejenere edilmedi; bu yöndeki suçlamalar kara propagandadan ibarettir. Ama Lenin ve arkadaşlarının, İsviçre’den çıktıkları dönüş yolculuğunu Nisan 1917’de Petrograd’da tamamlamalarına, bu yolculuğa cevaz veren Almanya’nın belirli bir anlam yüklediği açıktır.
Bu taktik gelenekler hatırlandığında şu sorunun yanıtı şekillenir: Arkasına sanayileşme ve kolektivizasyonla işçi sınıfı ve kır emekçilerini alan, aynı anda hem yokluklara son verip hem de toplumsal eşitliğe doğru bir dinamizme yaslanan Stalin liderliğini hangi faktörler sarsabilirdi?
Yanıtların başında “askeri yenilgi” geliyor! Bu eğilimin Kızıl Ordu’nun devraldığı eski asker kadrolara içkin sağcılık söz konusu olduğunda iyiden iyiye güç kazanması kaçınılmaz bile sayılabilir. Emperyalist odaklarla işbirliğinin eski Bolşeviklerce mi yoksa potansiyel sağcılar tarafından mı projelendirildiği detay bir tarihçi tartışması olur. Düzeni artık sosyalist saymayan solcu muhalefet unsurlarının emperyalizmin işbirlikçisi sağcıları başıboş bırakmaması normaldir ve blok denilen ittifakın ihanete doğru genişlemesi şaşırtıcı bir gelişme değildir.
“Stalin’in mahkemeye verdiği” muhalefetin dinamikleri bunlardı. Her nedense Stalin’i şeytanlaştıran yorumcular Troçkist ve diğer unsurların bir sosyalist demokrasi anlayışı içinde davrandıkları, uygar ilişkiler kurmak ve halka yönelik propaganda özgürlüğünü kullanmak istediklerini varsayarlar. Bu varsayımın gerçeklikle ilişkili olduğunu gösteren tek bir veri yoktur. Bu varsayım aslında siyasi gücün örgütlü emekçiler zemininde merkezileşmek durumunda olduğu sosyalist iktidardan ziyade temsili/liberal burjuva demokrasisine yakışmaktadır.
Neden Stalinizm değil?
Stalinizm negatif bir anlam yüklenerek kullanılıyor. Buna karşılık Stalin’i komünizmin tarihsel liderleri arasında sayan ve olumlayan kesimler kendilerini Stalinist olarak adlandırmazlar.
Bunun nedeni Stalin’in esas olarak “pratiğin liderliğini” yapmış olması, teorik katkılarıyla tanınmış olmamasıdır. Ulusal sorun, dil, sosyalist ekonomi ve üstyapılara ilişkin yazı ve konuşmaları gerçekten de katkı niteliği taşımakla birlikte, Stalin bir Lenin takipçisi ve Leninist pozisyonların yeni bağlamlarda güncelleyicisidir.
Ancak teori de çoğunlukla bu güncellemeler üstünden ilerler. Stalin’in Sovyet sosyalizmini olgunlaştırmayı gözeten açılımlara ve bunların teorileştirilmesine fırsat bulamaması, üzücü açıklara neden olmanın yanında Marksist teorinin yeni bir bağlamda gelişebilme şansının da kaçırılmasına yol açmış görünüyor. SBKP’deki entelektüel kuruma, Stalin’den sonra engellenememiş, bu sürecin en ağır bedeli Sovyet sosyalizminin ve geleneksel solun aydınsızlaşması ve başta özgürlük teması olmak üzere emperyalist ideoloji karşısında yenilgiye uğramasıdır. Stalin sonrası dönemler, ideolojik ve teorik akıl yürütmelerin içine burjuva kriterlerinin sızmasının tarihidir.
Teorik kişiliği görece geride durmakla birlikte kasıtlı biçimde hafife alınan Stalin iki yarım kalmış denemenin imzacısıydı. 1936 Anayasası ve 1950-53 yazıları, birincisi savaşla etkisi sınırlanan, ikincisi de muhtemelen Parti’nin savaşta yaşadığı büyük enerji kaybıyla kadük olan açılım projeleridir. Kuşkusuz “kuruluş” ve “kurtuluş”a özgün bir liderlik sağlayan kişinin bir de “olgunlaşma”ya damga vurmasını beklemek çok fazla olurdu…
5 Mart 1953’te yitirdiğimiz bir büyük devrimciyi tartışarak anmak amacıyla yazılan bu yazıyı bu noktada bitirebilirim. Stalin dönemi ağırlıklı olarak saldırı altında kaldığı için doğru dürüst aşılamamış, geriye yolu bataklığa sapan bir tuzak bırakmıştır. Stalin’den koparak Marksizm’in zemininde kalmak kanımca olanaksızdır.
Ancak bu, Stalin liderliğini bir asrısaadet olarak resmetmeyi hiç gerektirmez. Mutlak biçimde zorunlu ve çok sancılı yaşanan bu dönem, eninde sonunda yeni Ekimleri yaratacak olan devrimciler için en kritik kütüphaneyi barındırmaktadır.
[1] Troçkizmi, bir özel isimden hareketle gelişmiş olsa da Türkçede yerleşiklik kazandığı haliyle yazmayı tercih ediyorum. Rusçadaki “ts” sesinin bizim “ç” ile aynı olmadığını bile bile… Özel isimleri ise orijinal dildeki telaffuzlarına göre Türkçeye aktarmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bana sorarsanız, söz konusu politik kişilik Leon Troçki değil Lev Trotskiy’dir. Kruşçev yerine Hruşçov yazılması gerektiği gibi… Ancak konuşma dilinde Troçki biçimindeki kullanıma alışıldığı da açıktır. O halde doğrusu ne olmalı? Türkçe’nin “yazıldığı gibi okunduğu” iddiasına katılamıyorum. Örnek vermek gerekirse, hangi ağzı kullanıyor olursak olalım, “ağabey” veya “gideceğim” demeyi dilimizi yeni ve kitabi biçimde öğrenenlere bırakıyoruz… Hal böyleyse Trotskiy yazıp “Troçki” okumak da pekâlâ mümkün olabilir. Okurların bu yazım tercihlerimde bir aşağılama veya yabancılaştırma niyeti aramamalarını diliyorum.
[2] Bakınız: Nâzım Hikmet, Sovyetlerin Yeni Anakanun Projesi Dolayısıyla Sovyet Demokrasisi, TKP yayınları, Ocak 2018.
[3] Bak.: Grover Furr, Sergey Kirov Cinayeti, çeviren: Reşat Bilici, Yazılama Yayınevi, İstanbul, Mart 2016.
[4] Bizden bir komünist tanık, Suat Derviş 1937’de gazeteci olarak gidip gördüğü Sovyetler Birliği’nde toplumun savaşa nasıl hazırlandığını gözlemler: Anılar Paramparça, İthaki Yayınları, İstanbul, 2017, s.187, 188.
[5] Furr’un bir diğer çalışması yakın zamanda Türkçeye kazandırıldı: Troçki’nin Yalanları, çeviri: Ogün Eratalay, Yazılama Yayınevi, İstanbul, Ocak 2022.