HAKAN MERTCAN yazdı: ‘Bizim sokağın başı, Saydam Caddesi Adana’nın kalbine akar. Adana denildi mi, Küçüksaat’tir, Büyüksaat’tir, Vakıflar Sarayı, Eski Vilayet, Abidin Paşa ve Taşköprü muhitidir. Bakmayın siz sonradan gelip Adanalı olanların lafına, bilmez onlar bu ihtiyar kentin evvelini, ahiri olacak mı, bunu da ben kestiremem.’
Hangi takvimi alsam elime, maalesef değişecek zahiren, baki olan o zaman. Alışkanlıkta ısrar edeyim öyleyse, ne de olsa bir konforu var. Miladı iki bin on yedi sene geçmişken, mevsimlerden bir bahar başlangıcı, aylardan mart, yirmi dokuzuncu adımındayken, ben son adımımı atıyordum yolun sonundaki koridora. Atatürk Havalimanı, meşakkatli polis kontrolü, derken “ağla sevgili yurdum ağla”, işte Türkiye’nin çıkış kapısı! Her şeyin son bulduğu, aynı zamanda her sonun yeni bir başlangıç yazgısıyla mühürlü olduğunu gösteren bir Bab-ı Âli…
Bir daha girişi mümkün olabilecek mi, geri dönmek, dönüp de sevgilileri görmek, ardında bıraktıklarını bir gün bulabilmek, tek tek yoklamak her birini, bir bebek özlemiyle okşayıp, koklamak; bir ömür ruhunda yaşattığın, anılarının hırpani yürekli mekânlarını, kırık dökük hüzünlerin kah gülen kah ağlayan meskenlerini; ovalara hayat taşırken gözünü kırpmadan boy boy evlatlarını alan ırmaklarını, o güzelim Akdeniz’i, ışıl ışıl koynunda koşuşturan o sergerde balıklarını, denizlerin serseri yolcularını, kayalara tüneyen avcıları, “kısmetin bura evlat, bize yeter de artar şu Çukurova’nın bir avuç bereketi” diyen dilleri, bir daha görmek…
Bu kapının bir adım gerisi, Adana, benim başlangıcım, kozmosa açılan noktam. “Hani herkesin düşlerini kurduğu bir şehir vardır ya, benimki de Adana” diyordu Yılmaz Güney, benim güney fırtınam, yılmayan ağabeyim. İlk adımı burada atmıştım, hani şu şimdi bile doğru düzgün yolları olmayan, kış aylarında okula giderken paçalarımızı çemreyip de yürümek zorunda kaldığımız, (çamurundan sakınamadığımız her vakit utana sıkıla sınıfa yollandığımız), ortasına kullelerimizi döşeyip de bir baştan öte başa cımbıza tutuştuğumuz yolların anası/anısı olan, sövsek de saysak da bizim olan mahallemiz, zamanın behrinde bahçesinde havuz olan Havuzlubahçe’de.
Ben çocukken 742 no.lu tabelanın çakılı olduğu sokak, sonra kent büyüdü, taksimat değişti, isimler, numaralar, bir noktadan sonra anlamını yitirdi zihnimde, sokaksa bütün canlılığıyla benliğimde, adı sanı ne olursa olsun, hangi numarayı yapıştırsalar da kamburlaşan sırtına, onlarca kuşağın soluğu künyesine kazınmış, benim Midak Sokağı’m. Doğanın yasası derler, un eder gider koca çınarları, tarihe kök salmış sedirleri, doğru ama yine ben Sabriye Teyze’yi bulacağım sokağın bir başında, çocukların şefkatli anası, bizim Adile Teyze’miz, yine patlamış mısırlar, fırdöndüler, şalgamlar, bol köpüklü ayranlar hazırlamış, yoksul hanesinde, derin çatlaklarında nice acı yatan bereketli ellerle, ucuz yollu allı pullu meyveleriyle, Halkın Manavı Cengiz Abi’yi, hilesiz-hurdasız, tadı hep damaklarda Teselli Gazozları’nı, biçare oyunları için kapak toplayan çocukları… Nasıl ki sakat parmakları arasında tuttuğu biçimsiz bastonu, kınalı çift örgü saçları, dünyanın urup tadı değmiş dudaklarında garip sigarası, uzun entarisi altında gizlenen kısa bacaklarıyla iri adımlar atarak yürüyen, biraz Leyla ama aslında hep bir nur topu gibi dolanan Fattumu Kirşi’nin hayalini buluyorsam; acısını çoktan toplayıp da geride merhametiyle beraber koca bir aile bırakan, I. Cihan Harbi’nde başta babası olmak üzere ailesinin büyük kısmını, kimisi Yemen’de kimisi Diyar-ı Şam’ın bilinmez yerlerinde, yitiren bir zamanların yetim çocuğu Salih Meycun (Mertcan); bildiği bütün Alevi bayramlarını edep-erkân gereğince eda etme telaşında olan Büyükanne Perihan; fukaralığını belli etmemek için, süpürge çalıları içindeki kulübesinde, kalaysız tenceresinde tulumba suyunda acı taş kaynatan Rabia Teyze’nin kaderini-kederini paylaşan kızı Nesrin Abla’yı; çocuk yaşta kasıklarına yerleşen Fransız kurşununun çocuk imkânını elinden aldığı, sayısız çocuğun cefakeş anası bir Miyase Ana; çocuk sevimliliğindeki yüzüyle Bakkal Alican, olgun hali ile insana güven veren, eski zaman esnaflarından Bakkal Kemal, meraklı bakışlarıyla Kuşçu İmad gibi… Ha bir de çocuk şakalarının kurbanı olmaya mahkûm, bol şalvarının içinde azametle yükselen gövdeye yerleşmiş bir çocuk saflığı, haydi be Yahya!
Mahalleden mahallelere, köylere uzanan yollar. Akkapı, Mıdık, Kayışlı, Karayusuflu, sonra portakal çiçekleri, sabahın erken saatlerinde insanı alıp cennetin köşklerine götüren o koku, kutsalın ihtiyar bekçilerinin tutuşturduğu bahur, doğayı neşelendiren kuşlar, durmadan kuyruk sallayan isveyrumlar, paçalılar, taklacılar, çift çift gezen Arap bülbülleri, o canım içi bir avuçluk çekçükler; ellerinde sihirli bir fırça, bir pastorale kalkışmış boy boy çiçekler, rengârenk manzaralar; kargıdan atlarına binip köy yollarına düşen neşeli yoksul çocuklar, bedavaya getirilen sanayi artığı iri bilyelerin tahta sandıklara teker yapılmasıyla elde edilen iptidai kaykaylar, kızaklar…
Biz büyüdükçe genişleyen mekân, yeni yollar, yeni adresler ve Adanalıyız işte, “Allahına kadar”a uzanan kollar, atılan adımlar; sorarız hesabını diyen bıçkın diller, delikanlı çağımızdaki güney rüzgârı, oldu olmasına kundağımız, kefen mi, ey Ahmet Abi, gayrısını ben bilemem…
Bizim sokağın başı, Saydam Caddesi Adana’nın kalbine akar. Adana denildi mi, Küçüksaat’tir, Büyüksaat’tir, Vakıflar Sarayı, Eski Vilayet, Abidin Paşa ve Taşköprü muhitidir. Bakmayın siz sonradan gelip Adanalı olanların lafına, bilmez onlar bu ihtiyar kentin evvelini, ahiri olacak mı, bunu da ben kestiremem.
Uçak Adana’dan kalmıştı, halen gidilecek bir yol varken, kucağımdan inmek istemeyen minik bebeği bırakabilecekken, veda anlarının klasik el sallama, gözyaşı dökme seremonisine bütün olarak kapılmamışken, halen arkamdan titrek de olsa bir el su dökebiliyorken, büyüdüğüm, ilk izlenimlerimi edindiğim, sevdiğim, titreyen dudaklarını okşadığım, aşkla tatlanmış kekremsi göletlerine dalıp çıktığım, kavgaya tutuştuğum, bir ömürlük hasretini içimdeki kan gölüne gömdüğüm mekânları bırakıp geride, indim Bab-ı Âli’nin çatık kaşlarının orta yerine. Bitmeyen sorular, evrak trafiği, yok artık derken, vurulan mühür ve çıkış kapısı…
Yolun sonu yeni bir başlangıca ebelik yapar elbet! Madem evlad-ı insanız, madem sınır tanımayız gayrı gereğini yerine getirmek, dosta kıldan ince olan şu değersiz boyunun borcu olsun. Dönecek bir yolumuz, bulacak bir sokağımız kalmasa da kesseler de bütün mümkünlerimizi, kim kilit vurabilir şu dillerimize/ellerimize, kim durdurabilir sefer-i muhayyilemizi…