MEHMET ALİ AYAN yazdı: “Her şeyin bir sırası var. Biz boykotçulardan, otomatik boykotçulardan ve utangaç boykotçulardan farklı olarak bütün rakiplerimize karşı aynı anda savaş açmayacak kadar tarih ve siyaset bilgisine sahibiz. Pusulayı şaşırmıyoruz ve asıl hedefin iktidardaki AKP/MHP bloku olduğunu unutmuyoruz.”
MEHMET ALİ AYAN
Siyasette ayrışma ve/veya bölünmeler, sadece program, ilkeler veya ideolojik sorunlar üzerine yapılan tartışmalardan çıkmaz. Bir o kadar, hattâ daha ziyade, kritik anlarda somut koşulların dayatmasıyla yapılan taktik değişikliklerinden, alınan beklenmedik kararlardan da çıkar. Bunların elbette bir teorik-ideolojik arka planı vardır ama sonradan açıklanır. İstim arkadan gelir yani. O zamana kadar belli bir doğrultuda yürümüş ve bunu içine sindirmiş kadrolar arasında soru işaretlerine, itirazlara da yol açarak…
Son mahalli seçimlerde HDP’nin kararlaştırıp uyguladığı taktik de böyle bir ayrışmaya yol açtı. Kürtler arasında da az çok rahatsızlık yaşanmakla birlikte, özellikle Türkiye sosyalist hareketi HDP’nin taktiğini benimseyip destekleyenler ile boykotçular ve utangaç boykotçular olarak ayrıştı.
Boykotçular başlangıçta DİP’ten ibaretti. “Parlamenter sisteme karşı olmak” vb. gerekçelerle, ya da herhangi bir gerekçe göstermeden, hiçbir seçime katılmayan otomatik boykotçu Cephe ile diğer bazı çevreleri de aynı kanatta sayabiliriz.
Buna karşılık TKP (ve ondan bölünen TKH) gibi Kürt alerjisiyle malûl olanlar 31 Mart’ta kendi adaylarıyla katıldılar seçime. Kürt hareketine mesafeli duran ÖDP de kendi başkanını CHP’ye ödünç vererek girdi. Öte yandan, HDP ile bir şekilde ilişkili olan Köz İzmir’den, geçmişte HDP’yi destekleyen EHP de İstanbul’dan bağımsız aday çıkardı. Milletvekili seçimlerinde HDP ile ittifak yapan SMF Dersim il merkezinde HDP’nin karşısına geçti ve bir pirüs zaferi kazandı. HDP bileşenlerinden ESP ile Devrimci Parti ise, kendileri ayrı bir çizgi tutturmadı ama, HDP’nin Batı illerindeki taktiğine karşı çıktılar ve seçim çalışmalarına destek olmadılar.
Böylece, HDP’nin taktiği vesile oldu, Türkiye sosyalist hareketinin birçok müfrezesinde “sol komünizm”in* yeniden depreştiği, belki onların esasında bu hastalıktan hiç kurtulmamış oldukları da meydana çıktı.
HDP’nin İstanbul yenileme seçimi için de aynı politikayı sürdürmesi üzerine, HDP karşıtı, müttefiki veya bileşeni olan bütün bu parti ve guruplar CHP adayı ile AKP adayı arasında tercih yapmama tercihi yaptılar ve, tuhaf bir şekilde, utangaç boykotçu kampta buluştular.
Böylece, HDP’nin taktiği vesile oldu, Türkiye sosyalist hareketinin birçok müfrezesinde “sol komünizm”in* yeniden depreştiği, belki onların esasında bu hastalıktan hiç kurtulmamış oldukları da meydana çıktı. Hepsinin önder kadroları arasında yaşını başını almış insanlar var ama söz konusu “çocukluk hastalığı”nın yaşla pek ilgisi yok. Bu hastalık yılların bilgi ve deney birikimine sahip olduğu sanılan koskoca insanları bir anda ofsayta düşürüyor ve hattâ gülünç hale getiriyor.
Ola ki TKP, TKH ve ÖDP’nin tutumunun, diğerlerinden farklı olarak, HDP politikasıyla bir bağlantısı olmadığı iddia edilecektir. Doğru değil. Onların siyasi hattı, öteden beri, HDP ile farklı olduklarını belli etmek üzerine kurulmuştur. Bu amaçla yıllarca Haziran Hareketi diye bir küme oluşturmakla iştigal ettiler ama sonunda başarısız oldular. Çünkü Türkiye’nin nesnel koşulları burjuva partilerinin iki kutbu ile HDP’nin oluşturduğu üçüncü kutup arasında başka bir varoluş zemini bırakmıyor.
Belki bu yüzden utangaç boykotçulardan bazıları halka boykot çağrısı yapmadıklarını, ama kendilerinin her iki adaya da oy vermeyeceğini anlatmaya çalışıyorlar. Kendileri? Parti yöneticileri ve varsa bazı tanınmış üyeleri! Diğerleri herhalde sessiz sedasız sandığa gidecek, ama partilerinin “sol”culuğuna da halel gelmemiş olacak(!)
HDP ile bir şekilde ilişkilenmiş olanlarla kimi HDP bileşenlerinden oluşan küme ise, denebilirse, HDP’nin taktiğine “sol”dan muhalefet etmekte. Ama HDP dışında ve ona rakip olan kümenin karşı çıkışı da zaten keskin “sol”dan. Yoldaşlarımızın hakkını yemiş olmayalım, HDP’ye sahip çıkmaya devam ediyorlar, eleştiri oklarını CHP ve İYİP’e yönelterek sürdürüyorlar itirazlarını. Ama AKP/MHP faşist bloku lök gibi üstümüze çökmüşken hedefi şaşırıp muhalefete ve kendi partilerine yaptıkları “sol”cu itiraz onları nesnel olarak utangaç boykotçuluğa düşmekten kurtarmıyor işte.
Peki boykotçular ve otomatik boykotçular ile utangaç boykotçular arasında seçimlerdeki tutum açısından bir fark var mı? Pratikte yok. Açıkça boykot çağrısı yapan sadece DİP zaten, ki 24 Haziran (2018) genel seçimlerinde, 31 Mart yerel seçimlerinde de öyle yapmıştı. Çağrısına kulak veren var mı? Yok. Boykotçular, kaç kişiyseler, kendileri çalıp kendileri oynuyor yani. Belki bu yüzden utangaç boykotçulardan bazıları halka boykot çağrısı yapmadıklarını, ama kendilerinin her iki adaya da oy vermeyeceğini anlatmaya çalışıyorlar. Kendileri? Parti yöneticileri ve varsa bazı tanınmış üyeleri! Diğerleri herhalde sessiz sedasız sandığa gidecek, ama partilerinin “sol”culuğuna da halel gelmemiş olacak(!) Kırk yıl önceki seçimlerde DY’nin “tabanı serbest bırakma”sını andıran bir tutum. “Soldan sağa” salınım! Utangaç boykotçulardan bazıları ise bunu bile yapma zahmetine katlanmıyorlar. Ne bir bildiri, ne bir açıklama! Sanki kendileri siyasi örgüt değil ve Türkiye’de de yaşamıyor gibi, araziye uymuş durumdalar.
Boykot (ve utangaç boykot) bir siyasi tutum değil bugünkü durumda. Değil, çünkü sadece yapanların kendilerini ilgilendiriyor. Onlar ne derse desin, halk yüksek ilgi gösteriyor seçimlere. Belki hep sıkboğaz edildiği kurulu düzende kendisini en özgür hissettiği ve tercihlerini en rahatça dile getirebildiği koşullar seçim dönemlerinde ortaya çıktığı için! “Sine-i millete dönmek” sadece DP’nin bir tehdidi olarak kalmış, hiçbir zaman hiçbir genel seçim (2010 Anayasa referandumu sırasında Kürt illerindeki yüksek oranlı boykotu saymazsak) kısmen bile boykot edilmemiştir. Buna karşılık en azından iki kez, 1950’de tek parti düzeni ve 1984’te 12 Eylül cuntası halkın sandıkta gösterdiği beklenmedik tepkilerle tasfiye edilmiştir. Toplumsal bellekte kayıtlı bunlar. 7 Haziran 2015’ten beri ise, RTE’nin kanırta kanırta pekiştirdiği kutuplaşmanın da etkisiyle, katılım oranı hep yüzde 85 ile 90 arasında gerçekleşiyor. Görünüşe bakılırsa 23 Haziran da farklı olmayacak. Hâl böyleyken boykotçuluk abesle iştigal değilse nedir ki? Ne olduğunu Tuncay Yılmaz yoldaşımız iki gün önceki yazısında isabetle tanımladı: “Politikasızlığın politikası!”
Boykotçular ve utangaç boykotçular şu anda “İmamoğlu nasıl olsa kazanacak” rahatlığı içinde bulunabilirler, toplumun “balık hafızalı” olduğuna ve bu tutumlarının çok geçmeden unutulacağına güveniyor da olabilirler. Yok öyle bir şey! Seçimler kapı kapı gezip seçmenleri ikna ederek, birer birer oy toplayarak, oyların güvenliği için sandık başında bekleyerek, ıslak imzalı tutanakları derleyip toplayarak ve oy çuvallarının üstünde uyuyarak kazanılıyor; ya da bunlar ve diğer gerekli çalışmalar yeterince yapılmazsa kaybediliyor. Diğer mücadele alanları ve biçimleri için de aynısı geçerli. Hiçbir mücadelenin sonucu baştan ve kesin olarak belli değildir. Toplum da “balık hafızalı” değildir. Kimin ne yaptığı ve ne yapmadığı herkesin amel defterine yazılır. Şimdi de öyle olacak. Seçimi ciddiye almamanın cezası, onu çok ciddiye alan emekçi ve ezilen halk kitlelerinin de boykotçuları ciddiye almaması olacak.
Siyaset genellikle elverişsiz koşullarda yapılır. Bazen “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” ikileminde bile bırakır yapanı. Ne var ki siyaset yapanın, özellikle de devrimci siyaset yapanın, en berbat ortamda bile sahadan kaçıp bir kovuğa saklanma hakkı ve lüksü yoktur, imkanı da yoktur.
Siyaset topluma ve yönetime ilişkindir. Devrimci siyaset, toplumun mevcut düzenini emekçi ve ezilen halk kitleleri lehine değiştirme çabasında bulur ifadesini. Bu çabanın boşa gitmemesi ve sonuç alıcı olabilmesi için, strateji ve taktiğini belirlerken, kitlelerin niyet, heves ve eğilimlerini hesaba katmak da bir önkoşuldur. Yoksa, seçimlerde sandığa gitmeyen ama kimseye de bir şey demeyen yüzde 10 küsurluk bir apolitik seçmen kitlesi var zaten. Her türden boykotçu da fiilen o kesime katılmış oluyor şimdi. Tek farkları, “ben oyuna girmiyorum, siz ne isterseniz onu yapın” tutumunu bireysel değil kollektif olarak sergilemek. Ama bu tutum, gerçek birer parti olmadıklarının, siyasetçilik oynayarak kendi kendilerini tatmin ettiklerinin de itirafı aynı zamanda.
Siyaset genellikle elverişsiz koşullarda yapılır. Bazen “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” ikileminde bile bırakır yapanı. Ne var ki siyaset yapanın, özellikle de devrimci siyaset yapanın, en berbat ortamda bile sahadan kaçıp bir kovuğa saklanma hakkı ve lüksü yoktur, imkanı da yoktur. Tam tersine, Hanibal’ın sözleriyle, “ya bir yol bulmak ya da bir yol açmak” sorumluluğu vardır. O zaman canalıcı önem taşıyan husus ise somut durumu doğru değerlendirmek ve hedefi şaşırmamaktır. Hedef doğru belirlenir ve gereken çaba gösterilirse arkasından pek çok şey gitgide artan bir hızla yoluna girer. HDP’nin şimdiki seçim taktiği de son derece elverişsiz koşullarda, parti bütün burjuva devlet ve siyaset kurumlarının saldırısı altındayken, başka hiçbir parti ile, ittifak bir yana, aleni görüşme yapmak bile mümkün değilken, daha iyisini yapmanın elden gelmediği koşullarda kararlaştırıldı. Hedef faşist AKP/MHP blokunu geriletmek olarak belirlendi ve doğru belirlendi. SYKP de bu taktiği tereddütsüz destekledi. Ertuğrul Kürkçü yoldaşımız 22 Mart tarihinde yayımlanan ve “31 Mart: Rejimin kırılgan dengesini çatlatmak için istisnai bir fırsat” başlığını taşıyan söyleşide şunları söyledi: HDP’nin seçim taktiği, parlak laf cambazlıklarını değil, halkın ferasetini yansıtan iki cümleden ibarettir ve dosdoğrudur: “Kürdistan’da kazanmak; Batı’da kaybettirmek.” Mahir Sayın yoldaşımız daha da önce, 19 Şubat’ta, yerel seçimleri “Faşist kurumsallaşmaya bir çelme olarak” değerlendirmek gerektiğini yazmıştı.
31 Mart akşamı bu taktiğin “dosdoğru” olduğu, itiraz edenlerin çoğu dahil, geniş toplum kesimlerince fark edildi. Mahir Sayın’ın 10 Nisan tarihli yazısında söylediği gibi “Faşizmin dengesini bozduk”. Faşist iktidar blokunda çelişkiler ve çatlaklar görünür oldu. Erdoğan önceki “beka” söylemini bırakıp zikzak yapmaya başladı. CHP yönetiminin HDP’ye ve Kürtlere yönelik söylemi değişmeye yüz tuttu, vb.
Bütün bu gelişmeleri umursamayıp hâlâ HDP’ye “sol”dan muhalefet eden ve bizleri CHP’nin ya da Kemalizmin peşine takılmakla suçlayan dostlarımıza şunu da hatırlatmak isteriz: CHP’yi ve Kemalizmi biz de en az sizin kadar tanıyoruz. HDP’nin büyük çoğunluğunu oluşturan Kürtler onların camaziyülevvelini herkesten iyi biliyor. Bizde bir yanılsama yok. “Her şey çok güzel olacak” dolduruşuna gelmiyoruz.
Fakat HDP zaten seçim taktiğini CHP’ye ve “Millet ittifakı”na güvenerek belirlemiş değildi. Asıl güvendiği, dayandığı, 7 Haziran’dan beri, hatta Gezi’den beri karşılıklı etkileşim halinde olan, 2018 seçimlerinde de cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği konusunda oy değiş-tokuşu yapan demokratik güçlerin oluşturduğu toplumsal zemindi. Bu ortak zemin HDP taktiği ile 31 Mart ve sonrasında pekişip güçlendiği gibi, o günden beri, başta AKP olmak üzere, MHP de dahil, çeşitli partilerin tabanından kaymalarla genişlemeye başladı. Faşizmin dengesini bozan da, Erdoğan’a habire zikzak yaptıran da, CHP’yi HDP ve Kürtlerle ilgili söylem değişikliğine zorlayan da bu demokratik toplumsal zeminin basıncıdır aslında.
Bütün bu gelişmeleri umursamayıp hâlâ HDP’ye “sol”dan muhalefet eden ve bizleri CHP’nin ya da Kemalizmin peşine takılmakla suçlayan dostlarımıza şunu da hatırlatmak isteriz: CHP’yi ve Kemalizmi biz de en az sizin kadar tanıyoruz. HDP’nin büyük çoğunluğunu oluşturan Kürtler onların camaziyülevvelini herkesten iyi biliyor. Bizde bir yanılsama yok. “Her şey çok güzel olacak” dolduruşuna gelmiyoruz. İmamoğlu’na kefil olmuyoruz. İmamoğlu’nun yeniden seçilmesi için bile, onun ve CHP’nin ekipleri içinde değil, HDP ve SYKP olarak kendi başımıza ve kendi adımıza çalışma yapıyoruz. Yeri gelince CHP’yi de, İmamoğlu’nu da eleştirmekten geri durmuyoruz. Fakat her şeyin bir sırası var. Biz boykotçulardan, otomatik boykotçulardan ve utangaç boykotçulardan farklı olarak bütün rakiplerimize karşı aynı anda savaş açmayacak kadar tarih ve siyaset bilgisine sahibiz. Pusulayı şaşırmıyoruz ve asıl hedefin iktidardaki AKP/MHP bloku olduğunu unutmuyoruz. Muhalefet partileriyle aramızdaki anlaşmazlık ve çelişkiler ne olursa olsun mızrağın sivri ucunu her zaman iktidardakilere yönelik tutacağız. Diğer muhalefet güçlerine yönelik eleştirilerimiz ise, bu partilerin yönetici kadrolarını değil tabandaki demokratlaşma potansiyeline sahip emekçi kesimleri gözeterek, daha yapıcı ve iknaya yönelik olacak.
Değişim sürecine katılım bundan sonra çok çeşitli kesimlerden ve gitgide genişleyerek sürecek; az çok bir zihniyet değişikliğini de beraberinde getirerek… HDP’nin de, dışındaki devrimci ve sosyalist güçlerin de kitlelerle iletişim ve etkileşim imkanları hızlanarak artacak. Tıpkı Gezi’de, daha sonra da 7 Haziran’da olduğu gibi. Bunu sağlayan esas olarak HDP’nin “dosdoğru” seçim taktiğidir.
Gerçek toplumsal değişim şimdi başlıyor. Daha doğrusu, Gezi’de başlamış ve 7 Haziran’da yeni bir sıçrama yapmıştı ama devletperest güçler onu durdurup bastırmak için IŞİD teröristlerini, silahlı kuvvetlerini hizmete koştular; AKP/MHP blokunu oluşturarak faşist bir diktatörlüğün inşasına hız verdiler ve toplumsal değişimin yolunu bir süre tıkadılar. Şimdi toplum bu tıkacı atıyor. Değişim sürecine katılım bundan sonra çok çeşitli kesimlerden ve gitgide genişleyerek sürecek; az çok bir zihniyet değişikliğini de beraberinde getirerek… HDP’nin de, dışındaki devrimci ve sosyalist güçlerin de kitlelerle iletişim ve etkileşim imkanları hızlanarak artacak. Tıpkı Gezi’de, daha sonra da 7 Haziran’da olduğu gibi. Bunu sağlayan esas olarak HDP’nin “dosdoğru” seçim taktiğidir.
Biz bu kanaât ve güvenle HDP taktiğini bir kez daha hayata geçirmek için çalışıyoruz. 23 Haziran’da sandığa gidip İmamoğlu’na oy vermekte tereddüt etmeyeceğiz. Faşist AKP/MHP blokuna tekrar ve bu kez açık farkla kaybettirmek, mevcut demokratik toplumsal muhalefet zeminini pekiştirmek ve daha da genişletmek için. Boykotçu, otomatik boykotçu veya utangaç boykotçu parti ve gurupların üye ve taraftarlarını da, kendi merkezlerinin apolitik tutumlarına kulak asmayıp, HDP’nin seçim çalışmalarını desteklemeye ve Pazar günü sandığa gidip oy vermeye çağırıyoruz!
********************
* “Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” Lenin’in baş eserlerinden biridir.1920 Nisan’ından itibaren dört dilde (Rusça, Almanca, İngilizce ve Fransızca) basılmış ve Komintern’in II. Kongresi için gelen bütün delegelere dağıtılmıştır. Lenin o sırada artık sadece Sovyet devriminin değil dünya devriminin de önderi konumundadır. Kitap engin bir siyaset bilgisini içeren ders kitabı niteliğindedir ve zaten elyazmaları “Marksist Strateji ve Taktiklerin Popüler Bir Sunumu” altbaşlığını taşımaktadır (Her ne kadar bu altbaşlık Lenin’in sağlığında yapılan hiçbir baskısında kullanılmamış ise de). İçinde boykottan uzlaşmaya, ittifaktan örgütsel bağımsızlığa ve parlamentarizme kadar pek çok konu tartışılmıştır. Bizdeki “sol komünist”ler besbelli ki ya okumamışlar, ya anlamamışlar ya da ciddiye almamışlar. Daha önce okumuş olanlara tekrar okumalarını, okumamış olanlara mutlaka okumalarını hararetle tavsiye ederiz.