Hakan Deniz yazdı
Batı ile İran arasındaki nükleer müzakerelerin Viyana’da anlaşmayla sonuçlandığı açıklanırken, varılan mutabakat, Ortadoğu’nun bu en köklü devlet geleneğine sahip ülkesinin bir İslam cumhuriyetine dönüşmesinden bu yana kurulan ilişkilerde ve hegemonya savaşının damga vurduğu küresel güç dengelerinde tarihsel bir dönüm noktasını da işaret ediyor.
Anlaşmaya göre Birleşmiş Milletler (BM) silah ambargosu 5 yıl yürürlükte kalacak, füze yaptırımları 8 yıl kaldırılmayacak. Batılı kaynaklar tarafından İran’ın askeri tesislerini Batı’nın denetimine açtığı dile getirilse de bu unsur Tahran tarafından doğrulanmadı. Anlaşmada, İran’ın maddeleri ihlal etmesi durumunda BM yaptırımlarının 65 gün içinde yeniden yürürlüğe konulması da yer alıyor.
Anlaşmanın en önemli sonuçlarından biri, on yıllar süren ambargo süresince kapalı kalan İran pazarının Batılı şirketlere açılması olacak. Bir örnek vermek gerekirse havayollarında uçakların ortalama yaşı 25 ve başta Airbus olmak üzere ABD’li havayolu şirketleri uzun yol uçuşlarda kullanılacak uçakların yenilenmesi için bu anlaşmayı bekliyordu. Ekonomi basınına ilk yansıyan haberlere göre daha küçük çaplı uçakların satışı için de Rusya ve Çinli şirketlerle anlaşıldı bile. Fransa’nın 10 milyar dolarlık ticaret hacmini hedeflediği belirtiliyor. Ve tabii ki dünyanın en önemli petrol rezervlerine sahip İran’la anlaşmayı sabırsızlıkla bekleyenlerin başında ABD’li petrol şirketleri geliyor.
Devasa ekonomik boyutu bir yana, başta ABD olmak üzere Batı açısından anlaşmanın hayati ve önümüzdeki on yıllara damga vuracak önemi ise getireceği jeo-stratejik avantajlardan kaynaklanıyor. ABD’nin bir süredir dikkatini ve mesaisini Rusya-Çin bloğuna karşı önlemler ve hamleler için harcadığı biliniyor. ABD, Çin’i kuşatma politikası çerçevesinde hayata geçirdiği ve ‘Asya Miğferi’ olarak adlandırılan proje kapsamında askeri harcamalarının odağını Asya Pasifik’e kaydırırken doktrin, Pentagon’un askeri gücünün yüzde 60’ının Pasifik’te konuşlandırılmasını öngörüyor. Avrupa’nın yanı başında Ukrayna’daki çatışmaları, Hindistan-Pakistan üzerinde yürütülen diplomasi savaşını, Orta ve Batı Asya’daki gerilimler, ‘kadife devrim’ girişimleri, Balkanlar’da etnik düşmanlıkların yeniden kaşınıyor olmasını artık açıkça soğuk savaş olarak adlandırılan bu karşılıklı pozisyon alışın birer yansıması olarak okumak mümkün.
Söz konusu vesayet savaşının bugün en sıcak ve en kanlı cephesini ise Ortadoğu oluşturuyor. Libya, Mısır, Irak, Suriye, Yemen’de yaşananlar, düşük yoğunluklu bir dünya savaşının içinde olduğumuzu düşündürüyor. Yüz binlerce kişinin yitiminin, milyonlarcasının mülteci hayatı yaşıyor olmasının bizzat sorumlusu ve oyunun kurucusu konumundaki ABD’nin son dönemdeki yönelimlerinden, yeni taktik girişimler peşinde olduğu anlaşılıyor. Üzerinde en çok konuşulan senaryo ise, Birinci Dünya Savaşı ile çizilen sınırların zaten fiili olarak çöktüğü ortamda etnik kimliğe ve mezhebe dayalı sınırlara dayanan yeni bir Ortadoğu. İşte bölgede ABD inisiyatifinde yeni bir denge oluşturma yönündeki bu motivasyon, siyasi analizlerde, Batı’nın Şii nüfusun fiili lideri İran ile bölgedeki en önemli müttefik İsrail’le ilişkileri zedeleme pahasına anlaşma masasına oturma nedenlerinin en başına yazılıyor. Nitekim İran’ın kendi sınırları dışındaki çatışmalara fiilen dahil olması ve bu duruma ABD’nin yüksek sesli bir itiraz dile getirmeyerek kısmi onay vermesi bu yeni ilişki biçiminin bir işareti sayılıyor.
Öte yandan İran bugüne kadar uluslararası anlaşmazlıklarda Rusya-Çin bloğu ile birlikte hareket ediyordu. İran’ın son anlaşma ile yeniden Batı merkezli sistem içine dahil edilmesiyle, küresel siyasette hegemonya yitimi yaşayan ABD’ye bir yandan önemli kriz merkezlerinden biri olan Ortadoğu’da kendi lehine kalıcı bir denge oluşturma fırsatı doğarken diğer yandan düşman bloğun dengesini bozma olanağı da sağlanmış oluyor.
Tabii ki tüm bu senaryolara karşı ABD açısından her şey süt liman değil. Önce gelinen nokta ABD’nin planlarının olduğu kadar yaptırımlar ile boğulmaya çalışılan İran’ın on yıllara yayılan direncinin ve diz çökmemesinin, tam tersine bölgede etkinliğini artırmasının bir sonucu. İran’ın yönelimleri hiç de ABD’nin beklediği yönde gelişmeyebilir. Diğer yandan Washington’ın dış politikasında etkin olan farklı unsurlar var ve Obama yönetiminin İran’la anlaşmasının özellikle İsrail’le görece daha yakın ilişki içindeki Cumhuriyetçiler tarafından hiç de hoş karşılanmadığı biliniyor. Önümüzdeki yıl kasım ayında gerçekleştirilecek seçimlerden sonra oluşacak yeni yönetimin anlaşma konusunda takınacağı tutum başlı başına bir soru işareti. Ve tabii bir de Kürtler’in de yer aldığı Ortadoğu’daki dinamiklerin İran’ın bölgede oynaması öngörülen yeni role rıza gösterip göstermeyeceği sorusu var.
Durum ortada, sorular muhtelif. Genelde küresel siyasetin, özelde bölgenin geleceği konusunda bugünden ahkam kesmek tabii ki zor. Ancak bu anlaşma çerçevesinde de şekillenecek olan yeni dönemde, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylemek mümkün.