ZEKİ YAŞ yazdı: “Bu filmi 80´li yıllarda ya da reel sosyalizmin çözülüşünün hemen sonrasındaki yıllarda izlemiş olsaydım, sırf bu nedenden ötürü bile “anti komünist bir soğuk savaş filmi işte“ diye yaftalardım.. Öyle ya, bizim bildiğimiz komünizmde tramvaylar çocukları ezmez, mahkumların saçı kesilmez, piyano çalamasın diye parmakları kırılmaz..”
ZEKİ YAŞ
Kusursuz siyah beyaz estetiğiyle, başyapıtı İda’da bıraktığı yerden meselelerini anlatmaya devam ediyor Pawlikowski, Cold War´da.
Sadece Wiktor ve Zula´nın değil, salt haliyle aşkın; tüm mümkünlerin kıyısını yurt edinmiş, iki kişinin varlığından bağımsız, soğuk savaş döneminin farklı coğrafyalarına uğrasa bile zaman-uzam bağlamının dışında, hatta sonrasında ve ötesinde bir varlığa dönüşen aşkın, Soğuk Savaş´ın siyah beyaz ruhunu ikiye bölüp, ıslak bir tren gibi içimizden geçişini izliyoruz filmde.
Çok katmanlı anlatısının gevşetip öylece bıraktığı düğümlerdeyse, aşktan daha fazlası giriyor Pawlikowski´nin kadrajına. Bir türlü kavuşamama halinin boş bıraktığı Soğuk Savaş’ın o çok sürtünmeli aralığında cereyan ediyor her şey.. İki kampa bölünmüş dünyanın siyasi gard alışlarının, siyah-beyazın amansızca üzerlerine çöküşünün, bireyler, toplumlar ve kültür politikalarına nasıl şekil verdiğinin de sözünü söylüyor..
Filmin başından sonuna kadar aşkın bu geçit törenine eşlik eden Dwa Serduszka´nın hüzünlü melodisi, jazz, şansonlar, halk ezgileri, dönemin ruhunun gri bölgesinde gizlenmiş notalar da, müziğin doğrudan ulaşabildiği ve yakalayabildiği öze dilin asla ulaşamayacağını imliyor..
‘İki küçük kalp, dört göz.. ağlar gece gündüz’
Ve yine, filmin esas şarkısı yaptığı Dwa Serduszka´yı filmin karakterlerinden biri haline getirmeyi başarıyor yönetmen. Soğuk Savaş fonunun buz çatlaklarında, Dwa Serduszka´nın, onu ilk sesinden uzaklaştıran ve kendi üzerine kapatan yolculuğuna da tanıklık ediyoruz… Müziğe yeni kimlikler veriliyor; her şeye olduğu gibi, seslere de sınır çizgileri çekiyor Soğuk Savaş.
Filmin akışı içerisinde, bir tarafta, dev Stalin posteri altında, “Tramvayın ezdiği çocuğa ağıt yakılamayacak mı yani?“ sorusuna, “Sosyalizmde tramvaylar çocukları ezmez“ yanıtının katılığına dönüşmüş hali, diğer taraftaysa, kendi bütünlüğünün sınırları kadarına imkan veren Paris´in bohem hayatının jazz haliyle dinliyoruz Dwa Serduszka´yı. Yukarıdan inşa edilen proletkültün dışarıda bıraktığı renkler ve sesler kadar, jazz formunda kapitalizmin insanı tüketmesinin ve şeyleştirmesinin hüzünlü kimliğine bürünüyor Dwa Serduszka..
Ayrıca Paris´te, “Sarkaç zamanı öldürdü / kim tutacak zamanı” şarkı sözünün, Dwa Serduszka´nın “İki küçük kalp, dört göz, ağlar gece gündüz”üne nasıl yukardan baktığına ve küçümsediğine de tanık oluyoruz.. Soğuk Savaş hükmünü, şarkı sözlerinde de icra ediyor.
İki kayıp özne: Zula ve Wiktor
1949 yılının halk demokrasisine geçmiş Polonya’sında, halk şarkıları ve dansları topluluğu kurmak amacıyla araştırmalar yapan Wiktor ve İrena´nın görüntüleriyle açıyor filmini Pawlikowski. Yıllara yayıp, Paris, Doğu Berlin, Yugoslavya´nın çehrelerinden geçirerek, İda´nın hikayesini başlattığı 1960´ların başlarında da bitiriyor.
Filminin kurgusunda Pawlikowski, topluluk seçmelerinde tanışan ve birbirine aşık olan, aynı toprakların köklerinden beslenmiş olsalar bile, birbirine zıt ve zamanla sınırları daha belirtik hale gelen iki kayıp özne olarak konumlandırıyor Zula ve Wiktor´u.
Köy kökenli, kendi başına buyruk, istediğini yaptırabilmenin hep bir yolunu bulabilen, özgür ruhlu genç bir kadın Zula..
Köklerinin çağrıcılığına kulak verdiğinden kopuşa temkinli, koptuğu yerde huzursuz.. Geri döndüğündeyse, hayata tutunabilmek için, kabullenmek zorunda olduğu şeylerle beraber yaşamanın derin ıstırabını çeken biri..
Ama Zula´nın varlığının gerçek zemini, kendi köklerinden beslenen sesinin ayırt edici rengiyle, dans ederken ve şarkı söylerkenki esriklikle alabildiğine açılıyor. Sadece dans ederken ve şarkı söylerken kendi varlığına daha çok yaklaşıyor Zula. Geçmişinde “kendisini annesiyle karıştıran“ babasını öldürme teşebbüsünde bulunduğunu öğrendiğimiz bu ruhu yaralı kadının, dünyanın acılarından kurtulabilmesini mümkün kılan yegane durum bu. Peşini bir türlü bırakmayan bu geçmişi, soğuk savaşın bir tarafında kendi kariyerine engel olacak bir durumken, ustalıkla pazarlanmış acıların alıcılarının olabildiği diğer taraftaysa bir avantaja dönüşüyor.
Wiktor ise, orta yaşlı, ruhu daha dingin, usta bir müzisyen. Sınırlarını sosyalist Polonya´nın kültür politikalarının çizdiği çerçevede kaybolan kendi müziği üzerindeki otoritesini, Paris´te bulabileceğini düşünen ve Zula´yı da birlikte götürmek isteyen biri.
Aslında Soğuk Savaş´ın tarafı değil Wiktor. Milan Kundera´nın Bilmemek romanında olduğu gibi; kendi kültürünün taşınamaz yükünden koptuğu için özgür ama yine de bir türlü kopamama halinden ötürü yalnız Paris´te.. Bunların arasında umutsuz bir yol arayışı Wiktor´unki.. Varşova´nın gözünde, bırakıp gittiği için suçlu; Paris´in gece klüplerinin tükenişi içerisindeyse hep yalnız ve yabancı.. Zamanla hiçbir yere ait olmayan biri..
Zula´yı elde var bir, çantada keklik, sesi üzerinde istediği gibi oynayabileceği biri olarak görmeye başladığı andan itibaren, onu kaybettiğinin farkına varamıyor Wiktor.. Farkına vardığındaysa, Zula çoktan Polonya´ya geri dönmüş oluyor..
Bulup kaybetmelerle zaman içerisinde ilerleyen Wiktor ve Zula´nın hikayesinde karakterler de pozisyon değiştiriyorlar. Önce Wiktor´un peşinden Paris´e gelen Zula´nın yerini, sonrasında, onu orada neyin beklediğini bildiği halde Polonya´ya geri dönen Wiktor alıyor..
İki aşık, filmin hemen başlarında, sonradan Zula´nın kocası olan Komünist parti görevlisinin duvarına işerken gördüğümüz Kilise´de; Zula´nın “yolun karşı tarafına geçelim, orada manzara daha güzel“ dediği yerde, Tanrı´nın huzurunda evlenip, karşı tarafa, ölüme huzurla uzanıyorlar..
Pawlikowski´nin sinemasının meseleleri…
Hem İda hem de Cold War´da, kapısını araladığı lanetli meselelerin lanetinden kendini ve sinemasını koruyacak güven aralıkları bırakıyor hep Pawlikowski..
İda’da, rahibeliğin arifesindeyken genç bir müzisyenle bir otelde dünyevi zevkleri deneyimleyip, Yahudi olduğunu öğrenmesine ve dışarının çağrıcılığına rağmen yeniden rahibeliğe geri dönüyordu Anna..
Cold War´un komünist Zula´sını ise, yıkık dökük bir kilisede, Tanrı´nın huzurunda evlendiriyor Pawlikowski..
Buradan; iki siyah beyaz filmin iki ucundaki iki kadın kahramanın varoluş yolculuklarının, farklı uğraklardan geçerek kilisede sonlanmasını Hristiyanlık propagandası olarak okuyanlar var elbette. Ama Pawlikowski´nin sinemasında, bu yolculuğu sonlandırmayan ucu açıklık var. Sürekli bir kavuşamama hali gibi, varoluşsal yolculuğun kendisi öne çıkıyor, yoksa nerelere uğradığı değil..
İda´yı Polonya´da lanetli kılan ve kıyametler koparttıran neden, Yahudi soykırımında Alman faşizmi kadar Polonya halkının da sorumluluğuna işaret etmesi..
Öyle ya; asıl sorumlu bulunmuş, bütün suç Hitler´in üzerine yıkılıp Auschwitz de para getiren bir turizm yeri haline dönüşmüşken, nerden çıkmıştı şimdi bu sorumluluk, yüzleşme filan gibi meseleler?
Cold War´da, yarım dakika dahi sürmeyen bir sahneyle, bu derin mesele de giriyor kadraja yeniden.
Komünist Parti görevlisi, halk şarkıları söyleyen sarışın, beyaz tenli, mavi gözlü Polonyalı kızların arasında, saçlarının ve teninin rengiyle onlardan ayrılan bir genç kadını gösterip (ki, Yahudi), onun görünüm olarak ahengi bozduğunu söylediğinde, soykırım iradesi devralınarak ya da onunla yüzleşilmeden sosyalizm ya da yeni bir toplum kurulamayacağını görüyoruz..
Pawlikowski sinemasının dikkat çeken ve onu güçlü kılan yanı, anlatımında asla şiddetin pornografisine yer vermeyişi.. İda´da da, Cold War´da da aynı anlatımı izliyor yönetmen..
Mesafeyi olabildiğince ortadan kaldırıp adeta insanın gözünün içine sokan, ama kendi dışında hiç bir şeye gönderme yapmayan, üzerinde yaratıcı bir işlem yapamadığınız, başka anlamlar yükleyemediğiniz şiddet sahneleri girmiyor kesinlikle kadraja.
İda´da, insanın tüylerini diken diken eden mezardaki o yüzleşme sahnesi kadar, Cold War´da, bedelini ödemek pahasına Polonya´ya geri dönen Wiktor´un kırılmış parmaklarını farketmemizi sağlayan hapishanedeki o sahne, şiddeti göstermeden şiddeti insanın iliklerine kadar hissettirmeyi başarıyor.
Eğer bu filmi 80´li yıllarda ya da reel sosyalizmin çözülüşünün hemen sonrasındaki yıllarda izlemiş olsaydım, sırf bu nedenden ötürü bile “anti komünist bir soğuk savaş filmi işte“ diye yaftalardım.. Öyle ya, bizim bildiğimiz komünizmde tramvaylar çocukları ezmez, mahkumların saçı kesilmez, piyano çalamasın diye parmakları kırılmaz.. İnsan, birbirine devlet olduğu hallerde eksilen aynı mahallenin çocuklarının, yine aynı mahallenin öteki çocuğunun saçlarını kesip koğuş koridoruna atıldığına, gitar çalan parmaklarının kırılmaya çalışıldığına bizzat tanıklık edince, algısı da değişiyor..
Evet; Cold War benim nazarımda başyapıt olmayı hak ediyor. Pawlikowski´yi de 2018 Cannes Film Festivali´nde en iyi yönetmen yapmış bir film. Lukasz Zal´ın mükemmel siyah beyaz görüntüleri, özellikle Joanna Kulig ve Tomasz Kot´un mükemmel oyunculuğu ve tabii ki Pawel Pawlikowsk´nin kusursuz rejisiyle izlenmeyi hakediyor.
Hala gösterimdeyken izleyin derim.
Filmin fragmanı için tıklayın: https://youtu.be/_n2SVB0tkyc