SEÇTİKLERİMİZ – Fehim Taştekin’in Duvar’daki yazısı: İsrail karşıtlığının bir araya getirdiği Araplar bugün sahip oldukları potansiyeli Yahudi devletini rahatlatacak bir konseptin hizmetine sokuyor. Arap devletlerinin birçoğu artık Filistin’i yük olarak görüyor.
FEHİM TAŞTEKİN
İsrailliler, Arap kapılarının kendilerine açılmasını ‘düşük ateşte uzun süre pişirilen’ bir yemeğe benzetmekte haksız sayılmazlar. İsrail’i huzursuz eden rejimler ya da unsurlar barındıran ülkeler son 15 yıllık zaman diliminde cehennem yolculuğuna çıkartıldı. Irak, Suriye, Libya ve Yemen çökertildi, felç edildi ya da dişleri söküldü. Muhannete muhtaç hale sokulan 99 milyonluk Mısır limana zincirlendi.
Bu sürecin ‘istenmeyen sonucu’ İran’ın nüfuz alanının genişlemesiydi. Hizbullah’ın direnişi sayesinde İsrail’in 2000’de Lübnan’dan çekilmesi, Filistin’de yeni intifada dalgası, 2003’te ABD’nin Irak işgaliyle Tahran’ın müttefiklerinin Bağdat’ta dümene geçmesiyle oluşan yeni siyasal coğrafyadaki İran’ın yerine dair 2004’te Ürdün Kralı Abdullah’ın tespiti “Şii hilali oluşuyor” şeklindeydi. İsrail bu referansı havada kaptı. Bugüne kadar Araplara ustaca “Sizin için asıl tehlike Yahudiler değil Şiilerdir” demenin yollarını buldu. Yeni siyasal flama ‘Sünni Arap’ mottosuyla dalgalanır hale geldi. Geçen yıl İsrail Genelkurmay Başkanı Gadi Eisenkot’un Arapların önüne koyduğu çerçeve şuydu:
“İran’ın planı, iki Şii hilaliyle Orta Doğu’yu kontrol etmek. Bunlardan ilki İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Lübnan’a uzanıyor. Diğeri ise Bahreyn ve Yemen üzerinden Kızıl Deniz’e uzanıyor. Bunun gerçekleşmesini önlemek zorundayız.”
Eisenkot “İran’a karşı Suudi Arabistan ve diğer ılımlı Arap ülkeleriyle tecrübe ve istihbarat paylaşmaya hazırız” diye ekliyordu.
İran’ı kuşatalım ama…
2014’de Irak-Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) ürkütücü yükselişi, hedeflenenin aksine, İran’ı Irak’ta daha fazla söz sahibi ederken Suriye’yi ipten alan da Rusya ile birlikte İran oldu. Lübnan’da Hizbullah bu süreçte daha güçlendi. Arap Yarımadası’nda ise anti-Siyonist çizgisiyle Hizbullah’ı hatırlatan Zeydilerin örgütü Ensarullah, Yemen’de palazlandı. Buna karşın İsrail ve ABD’nin Körfez’deki müttefiklerinin başını çektiği yeni seferberlik “İran tehdidini bertaraf etmek” diye kodlandı. Amerikan, Fransız ve İngiliz silahlarıyla kuşanmış Suud-Emirlikler koalisyonu 2015’te Yemen savaşını bu konsept üzerine kurdu. İsrail’in Suriye’ye saldırıları İran ve Hizbullah’ı sınırlardan uzak tutma bahanesine dayandırıldı. (Neyse ki Rusya’nın Suriye’ye S-300 yerleştirmesi Suriye semalarındaki korsanlığı frenledi.)
Mayıstan bu yana tedavülde olan strateji ise ABD’nin dayattığı ambargo ve yaptırımlarla İran’ı ekonomik olarak çökertmek ve bölgede operasyon yapamayacak duruma sokmak.
Kuşatmada dördüncü perde ‘Arap NATO’su ile açılıyor. Washington’ın Orta Doğu Stratejik İttifakı (MESA) adını verdiği ortak ordu muhtemelen ocakta resmen ilan edilecek. Arap NATO’suna giriş kabilinden ‘Manama Diyalogu’ adı altında genelkurmay başkanları ve dışişleri bakanları düzeyindeki toplantılardan sonra Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt, Bahreyn ve Ürdün 3 Kasım’da Mısır’da ortak askeri tatbikata başladı. Suud-Emirlikler ikilisinin hararetle, diğerlerinin gönülsüzce ya da ‘el mahkum’ katılım gösterdiği bu ordunun ciddiyeti bir kenara Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) altı üyesinden biri olan Katar’ın dışlanması önemli bir eksiklik. 2017’de Katar’ı boğma hamlelerinin ters tepmesi, Doha’nın İran’a yakınlaşıp Türk kalkanıyla kuşanması Trump’ı yeniden düşünmek durumunda bıraktı. İran’a karşı Körfez’de ortak cephe görüntüsünü önemseyen Trump şimdi Katar’ı tekrar gemiye aldırmanın derdinde. İkili oynayan Katar da kendisinin ABD ve İsrail için ne denli elzem bir ortak olduğunu göstermeye çalışıyor. Mesela İsrail’i Gazze’de rahatlatma misyonu için pek gönüllü. 30 Mart’ta sınırlarda baskıyı artıran ‘Büyük Dönüş Yürüyüşü’ İsrail’i hayli ters köşeye yatırdı.
Trump yönetimi, Filistinlilerin ‘Felaket (Nekbe) Günü’ olarak andığı 15 Mayıs’ın arifesinde Tel Aviv’deki büyükelçiliği Kudüs’e taşıyarak Gazze sınırındaki gösterileri iyice alevlendirmişti. Katar bu gösterileri durdurma garantisiyle Gazze’deki sağlık ve elektrik altyapısının iyileştirilmesini önerdi. Bu öneriyi ifşa eden İsrail’in UNESCO Temsilcisi Carmel Shama-Hacohen’e göre, Katar Dışişleri Bakanı Muhammed bin Abdurrahman, Fransız-Yahudi işadamı Philip Solomon ve Haham Avraham Moyal’a mektup yazarak bu önerilerin İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’ya iletilmesini istedi. Muhtemel ki bu girişim ortak bir mekanizmaya dönüşemedi. Katar ve İsrail dışişleri bakanları ateşkes arayışları çerçevesinde ağustosta Kıbrıs’ta buluştu. Varılan mutabakat üzerine Katar gösterilerin ateşini düşürme umuduyla memur maaşlarını ödeme sorumluluğunu üstlendi. 9 Kasım’da 90 milyon dolarlık ödeneğin 15 milyon dolarlık kısmı 3 çanta içinde Erez kapısından Gazze’ye sokuldu. Haaretz yazarı Zvi Bar’el’in, Katar’ın rolüne dair yorumu hayli dobra:
“Hamas ve İran’la bağları nedeniyle İsrail’de terör destekçisi ülke olarak görülen Katar geçen yıl Gazze’de İsrail’in politikalarını uygulayan yürütme gücü haline geldi. İsrail Katar’ın Gazze’ye yakıtı finanse etmesi ve memur maaşlarını ödemesine izin verdi.”
Kuşatılmış Gazze üzerinden Katar-İsrail pazarlığının yanı sıra Doha yönetimi 11 bin Amerikan askerinin konuşlandığı El Udeyd Hava Üssü’nü genişletmek için 1,8 milyar dolar harcamayacağını duyurdu. Trump’ın aklını başından alacak bir jest. Trump geçen yıl mayısta Orta Doğu’daki operasyonları yöneten Merkez Kuvvetler Komutanlığı’na (CENTCOM) ev sahipliği yapan Katar’ı terör destekçisi ilan ederek El Sani hanedanlığını Suud-Emirlikler ikilisinin önüne atmıştı.
Esasen İran’ın hedefe konulduğu süreçte Türkiye ve Katar da üzerlerine düşen rolü fevkalade yerine getirmişti. Bugün Suud-Emirlikler eksenine ters düşseler de İhvan’ın eş-sponsorları olarak Katar ve Türkiye Suriye’yi linç eden savaşta başı çekti. Katar, Yemen’e karşı oluşturulan koalisyonun da içindeydi. Türkiye de İran ve Şii karşıtı söylemlerle ‘Sünni Cephe’nin en savruk sözcüsü konumundaydı.
Suudi Arabistan’ı anahtar ülke yapma çabası
Bu gelişmelere bir de İsrailli yetkililerin mesajları ışığında bakmazsak ortaya çıkacak fotoğraf kusurlu olabilir. İran’ın hedefe konulduğu ve Filistin davasının tabutuna son çivinin çakılacağı yeni süreçte Suudi Arabistan’ın liderliğine ihtiyaçları var. Yazılan rol gayet açık: Suudiler hem İran’a karşı cephe oluşumuna öncülük edecek hem de Trump’ın ‘Yüzyılın Anlaşması’ diye pazarladığı yeni Orta Doğu barış planını Filistinlilere kabul ettirecek. Kudüs’ü ebedi başkent olarak gören İsrail, Filistin sorunu çözülmeden, tek bir Filistinlinin dönüşüne izin vermeden, hasılı gerçek bir barışa gitmeden Arap dünyasıyla normalleşme hayalleri kuruyor. Trump’ın planı tam olarak sorunu çözmeye değil Filistin davasını tarihi gömmeye ayarlı. Suudiler öne çıkartılırken Harem’üş Şerif’in hamisi Amman, Arap davasının mihenk taşı Kahire yavaş yavaş kapısı çalınan başkentler olmaktan çıkartılıyor ya da ikinci plana itiliyor. İşçi Partisi’nin eski lideri Isaac Herzog, Kudüs’ün statüsü ve Harem’üş Şerif’in himayesine dair konuşurken Suudilerin Harameyn’in koruyucuları olduğunu hatırlatıp “Riyad yönetimine merkezi bir rol verilmeli” diyor. İsrail Ulaştırma ve İstihbarat Bakanı Yisrael Katz da Suudi Arabistan’ın Arap dünyasının lideri olduğunu ve İsrail-Filistin barış sürecinin sponsoru olabileceğini savunuyor. Bütün bu sıcak mesajları vermek için İsrailli yetkililerin Londra merkezli Suudi gazetesi İlaf’ı tercih etmesi de anlamlı.
Çoğuna göre Filistin davası artık yük
Orta Doğu siyaseti bu minvalde giderken İsrail, Gazze’de ‘insani ve sivil direniş’ sergileyen Filistinlileri öldürmeye devam ediyor. BM’nin kayıtlarına göre 30 Mart’tan 31 Ekim’e kadar sınırlarda İsrailli keskin nişancıların toprağa serdiği gösterici sayısı 228’i buldu. 24 bin 362 kişi yaralandı, yüzlercesi sakat kaldı.
İsrail’in içinde olduğu bu rahatlık, Filistin davasının Arap sokağında öldüğünün resmidir.
Arap Birliği’ni Araplar namına ortak platform yapan önemli ölçüde Filistin davasıydı. Arap boykotu, İsrail kurulmadan 15 yıl önce İngilizlerin Filistin’deki manda yönetimi zamanında Siyonist oluşumlarla işbirliğini reddederek başlamıştı. İsrail’in kuruluşundan üç yıl önce ortaya çıkan Arap Birliği bu tutumu örgütün ana politikası haline getirmişti. Arap Birliği, Kutsal topraklardaki işgalin genişlemesini önleyemedi. Aksine Filistinlilerin geri dönüş umudu sömürüldü. Arap Birliği siyasal bir kadavraya dönüşmeseydi Amerikan elçiliği Kudüs’e taşınırken en azından gürültü çıkarırdı. İsrail karşıtlığının bir araya getirdiği Araplar bugün sahip oldukları potansiyeli Yahudi devletini rahatlatacak bir konseptin hizmetine sokuyor. Trajik bir transformasyon. Arap devletlerinin birçoğu artık Filistin’i yük olarak görüyor. Gerçek bu.