SEÇTİKLERİMİZ – Ahmet Murat Aytaç’ın Duvar’daki yazısı: ”Şimdiki siyasetin omurgası bir ikili sarmal yapıya dayanıyor. Kucağımızda bulduğumuz ağır sorunların mevcut hali, esasen bu yapının mahsulüdür. Yani siyasetin omurgası da, tıpkı diğer “omurgalı canlılar” gibi, zorlukların içinden çıkmak için yaptığı hareketlere göre şekillenmiştir.”
Şimdiki siyasetin omurgası bir ikili sarmal yapıya dayanıyor. Kucağımızda bulduğumuz ağır sorunların mevcut hali, esasen bu yapının mahsulüdür. Yani siyasetin Somurgası da, tıpkı diğer “omurgalı canlılar” gibi, zorlukların içinden çıkmak için yaptığı hareketlere göre şekillenmiştir. Görüş gücümüzü keskinleştirmek istiyorsak, iki eğilimi birbirinden ayırarak yola çıkmamız gerekir. Bu koşulu yerine getirdiğimizde karşımıza ilk olarak uluslaşma eğilimi çıkar. Devlet ile milletin sınırlarının ne olacağı ve insanların üzerinde ortaklaşacağı zemin bu düzeyde kararlaştırılmıştır. Siyasi sarmalın diğer eğiliminiyse demokratikleşme süreci temsil eder. Demokratik bir perspektiften yönetimin nasıl mümkün olacağı sorusu yanıtını bu düzeyde bulur. Siyasal hayatın hareketlerini yönlendiren asıl kuvvet, bu iki eğilimin gösterdiği uyum veya uyumsuzluklarca yaratılan gerilimden beslenir.
Özgürlük siyasetinin ilgisinin ulus devletin inşa sürecine odaklanmış olması bu bakımdan anlaşılır nedenlere dayalıdır. Ancak bu iki eğilim arasındaki ilişkinin, kopmaz bir bağa veya zorunlu bir itkiye dayanmadığını görmek son derece önemlidir. Her egemen yapı, yöneteceği topluluğun siyasal açıdan bütünleşmiş bir varlığı olmasını zorunlu kılar. Lakin bu varlığın alacağı şu veya bu somut biçim için aynı şey söylenemez. Yani ulus devlet biçiminin mi yoksa başka bir siyasal ortaklık biçiminin mi demokrasi açısından daha uygun olduğunu belirleyecek sarsılmaz bir neden yoktur. Bu minvalde, Türkiye’de demokratikleşme eğiliminin, uluslaşmadan bağımsız olduğu ve daha eskiye uzandığı söylenebilir. Demokratikleşme derken, ilk anayasal belge kabul edilen Sened-i İttifak’ın 1808’de imzalanmasından günümüze uzanan yekpare süreç kastediliyor. Buna karşın uluslaşma eğilimi, ancak yirminci yüzyıl başlarında baskın hale gelebilmiştir.
Ne var ki uluslaşma eğilimi iki savaş arası dönemde demokratikleşmenin geniş bir paranteze alınmasına sebebiyet vermiştir. Devlet inşası için gerekli görülen uygulamaların baskıcı sonuçları dönemin tamamına damgasını basmıştır. Burada öncelikle siyasal topluluğun sınırlarını belirleyen tehcir, mübadele, gayri Müslim toplulukların tecridi ve aktif bir Türkleştirme gibi siyasetlerin uygulandığını görüyoruz. Ardı sıra uluslaşmanın zemini olarak görülen nüfusun dönüştürülmesi için gerçekleştirilen reformların yarattığı hoşnutsuzluklar dikkati çekmektedir. Tüm bu uygulamalar hem siyasi iktidarın modernleştirici seçkinlerin tekelinde olmasıyla mümkün hale gelmiş, hem de böylesi bir tekelin varlığı onlar üzerinde meşrulaştırıcı bir etki yapmıştı. Bütün özgürlük taleplerini güvelik tehdidi olarak kodlamayı mümkün kılan kavramlardan ikisi, yani “irtica” ve “bölücülük” kavramları bu süreçte jargona dahil edilmişti. Nitekim bu dönemde siyasal hayatın rekabete açılması yönündeki iki girişim, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası bu gerekçeler isnat edilerek rafa kaldırılmıştı.
O halde, demokratikleşme eğilimin yolunun uluslaşma süreciyle kesişmesi nispeten yakın bir dönemin ürünüdür. Söylendiği kadarıyla, demokrasi açısından dönüm noktası 1946 yılında Demokrat Parti’nin kuruluşu olmuştur. Hayatımızın rekabet, katılım ve müzakere usullerinin demokratikleştirici etkisine ancak bu aşamadan sonra açıldığı genel kabul görmektedir. Her geçiş süreci gibi, “demokrasiye geçiş” sürecinin de önceki dönemin etkilerini önüne bir sorun olarak koyması doğaldır. Fakat Türkiye’de durum doğal olanın ötesine geçmiş, neredeyse demokrasinin tüm sorunları, bu geçiş mantığının ölçütlerine tabi kılınmıştır. Problemler, “kurucu öteki” olarak belirlenen tek parti dönemi ile karşıtlık içinde tanımlanmıştır. Demokrasi anlayışının önceki döneme tepki olarak gelişmesi yüzünden, demokratikleşme de “tek parti zihniyetinin” eleştirisine indirgenebilmiştir. Askeri darbelerden yargının politikleşmesine uzanan bir yelpazede, bugünkü iktidarın “vesayetçilik” olarak adlandırdığı tüm anti-demokratik uygulamalar sadece tek parti dönemiyle bir devamlılık ilişkisi içinde sunulabildiği ölçüde eleştirilebilmiştir.
Böylelikle tek parti dönemi referansı, demokratik eleştirinin handiyse imkân sınırlarını belirleyen bir koşulu haline getirilmiştir. Bunun dikkat çekici bir örneğine 2011 yılındaki Dersim tartışmalarında rastlıyoruz. 23 Kasım 2011’de Erdoğan, Dersim’i “CHP’nin en kanlı eseri” olarak ilan ettikten sonra, Kılıçdaroğlu’na hitapla sözüm ona şu özür konuşmasını yapmaktadır:
“Ben mi özür dileyeceğim sen mi özür dileyeceksin? Devlet adına özür dilemek gerekiyorsa böyle bir literatür varsa, ben özür dilerim, diliyorum. Ancak CHP zihniyeti adına özür dilemesi gereken varsa sensin. Güya ‘yeni CHP’nin genel başkanıyım’ diyorsun. Hadi onurunu kurtar bakalım.”
Doğrusu “devlet adına özür dilemeyi” gerektiren geniş bir literatürün varlığına rağmen, 6-7 Eylül olayları tek parti döneminin eleştirisiyle tutarlı bir şekilde ilişkilendirilemeyeceği için demokratik eleştirinin kapsamı içine alınamamıştı. Eleştiri ve tartışmanın olanaklarının bu şekilde kısıtlanmış olması, siyasetin konjonktürel etkilerinin veya parti siyasetinin pragmatik dar görüşlülüğünün çok ötesinde bir sorun alanını işaret ediyor.
Bu sorunların kaynağını, tek parti zihniyetinde değil, çok partililiğin çoğunlukçu mantığında bulabileceğimize inanıyorum. Demokratik özgürlüklere yönelen bugünkü saldırı, geçmişle yüzleşme adına dilenen veya es geçilen yüzeysel özürlerle aynı kaynaktan beslenmektedir. Görünürde çoğunlukçu yaklaşım toplum içindeki farklılıkları tanımaktadır. Çünkü mantık gereği bir çoğunluk sadece, bir azınlığa veya azınlıklara nispetle çoğunluk olabilir. Fakat bu farklılıklar, sadece hiyerarşik olarak sıralanıp çoğunluğa tabi kılınacak şekilde bütünleştirilmek adına kabul görürler. İktidardakilerin “Benim Kürt kardeşim…” veya “Benim Ermeni komşum…” gibisinden açıklamalarının esbab-ı mucibesini bunlar oluşturur. Bu topluluklar üzerinde uygulanan gücün sınırı, yine iktidarın çoğunluk olarak tanınmasını mümkün kılacak farkların başladığı yere kadar uzanabilir. Sınırlar göründüğünde çoğunlukçu mantık, asıl olarak asimilasyon veya inkar yoluna gitmez. Had bildirmeyi ve güçsüz olana iktidara itaatin erdemlerini veya sağlayacağı konforu hatırlatmayı esas alır.
Yürürlükte olan otoriterlik anlayışının uluslaşma eğilimine bağlandığı yeri burası temsil eder. Türkiye’nin demokratikleşme anlatısında radikal bir perspektif değişikliği yapmadan, iki eğilimin sarmala dönüştüğü bu yer doğru teşhis edilemez. Yapılması gereken, tartışmanın zeminini 1923-1946 döneminden 1946-1960 arası yıllara kaydırmaktır. Demokratik eleştirinin kapsamını genişletmek için, bu dönemde inşa edilen rekabetçi siyaset anlayışına odaklanmak ziyadesiyle önemli görünüyor. Buraya odaklandığımızda çoğunlukçu mantığın demokratik çoğulculuğu nasıl istila ettiğini tüm berraklığıyla görünür kılabileceğimizi düşünüyorum. Demokratik karar süreçlerinde çoğunluk, siyasi uzlaşmazlıkların konusuna göre değişim göstereceği varsayılan geçici bir oluşumdur. Sadece karar verme süreçlerini kolaylaştırmak için bulunmuş teknik bir çözüm, “milli irade” adı altında bir fetiş düzeyine çıkarılmıştır. Onu eleştirmek, kutsala yapılmış bir saygısızlık gibi değerlendirilmektedir. Ama unutulmamalıdır ki bilim her zaman kutsala saygısızlık ederek ilerleyebilmiştir.
Çoğunluk siyasal ve kültürel açıdan türdeş bir grubun kalıcı vasfı haline geldiğinde, hızla baskıcı ve otoriter uygulamaları benimseme yönünde yozlaşmaya başlar. Gerek DP’nin gerek AKP’nin evriminde, ardışık ve ezici seçim başarılarının orta vadede yarattığı dönüşüm bu yozlaşmanın bir örneği olarak görülmelidir. Örneklerden yola çıktığımızda, çoğunlukçu otoriterliğin ayırt edici yanını, egemen gücün sınırsız ve kural tanımayan bir kullanımının oluşturduğunu görürüz. Çünkü bir sonraki seçimde hesap sorulmasını mümkün kılacak bir iktidar değişikliği ihtimali yok denecek kadar azdır. Bu yüzden güç sahiplerinin zihin dünyası, kendinden farklı olan ve iktidar karşısında güçsüz durumda bulunanlara yapılan her şeyin müstahak olduğu kabulüne doğru meyletmeye başlar. Tüm dünya, bürokrasinin alt basamaklarından en üstteki lidere uzanan hiyerarşik bir bütünlük içinde, sadizmin Türkiye’nin siyasi düzeni olarak örgütlenmesine tanıklık etti. Siyasal sadizm, muktedir olanın bir başkasının haklarına kayıtsızlığı ve kötülüğün siyasi bir ilke olarak hâkim hale gelmesiyle karakterize edilmiştir.
Tüm bu anlatılanlar, demokrasiye tek ve büyük bir geçiş hamlesine dayalı bu bakış açısının demokratikleşme eğiliminin sorunlarını ziyadesiyle hafife aldığını göstermektedir. Mesela demokratikleşme literatüründe, tek parti döneminde gerçekleşen parti-devlet bütünleşmesinin eleştirisi ağırlıklı bir yer tutar. Valilerin CHP il başkanına dönüşmesinin kamu yönetimi üzerindeki etkileri geniş tartışmalara konu olmuştur. Yine devlet başkanının “ebedi şef” veya “milli şef” ünvanını taşıması, siyaseti betonlayan bir başka unsur olarak değerlendirilir. Bugün, devlet ve parti ilişkilerini düzenleyen hukuki-biçimsel düzenlemeler değil, ama fiili-maddi çerçeve, o dönemin uygulamalarına çokça benzerlik göstermektedir. Devlet başkanı “reis” sıfatıyla fiilen kendi bedeni ile milletin varlığı arasındaki ayrım çizgilerini belirsizleştirmiştir. Bugün valiler belki iktidar partisinin il başkanı değiller, ama il örgütünün bünyesinde çalışan bir görevliden farksız duruma getirilmişlerdir. Bu hususta “partili cumhurbaşkanı” statüsünün sorun teşkil eden karakterine de dikkat etmekte yarar vardır. Çok partili hayatın inşası sırasında bu statü büyük bir sorun teşkil etmiştir. Hürriyet Misakı, 12 Temmuz Beyannamesi veya Milli Teminat Misakı gibi şimdi demokratikleşme sürecinin kanonik metinleri arasında kabul edilen metinler, hep bu çelişkili statüye duyulan tepkinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Oysa bu sıkıntılı statünün bugün siyasi-hukuki sistemimiz içine tekrar monte edildiğini görüyoruz.
Yürürlükteki demokrasiye geçiş anlatısında sorunlu gözüken bir başka boyut, rekabetçi siyaseti işler kılan farklı parti sistemleri arasındaki geçişlerin temsil süreçleri açısından çok önemli bulunmamasıdır. Bu sistemlerin hepsi “rekabetçi” olma paydasında birleşse de, katılım ve demokrasi açısından taşıdıkları değer bakımından ayrıştıkları dikkate alınmamıştır. Mesela 2002-2017 döneminde AKP’nin belirleyici olduğu “hakim parti sistemi” içinde yaşamamız, rejimin otoriter karakterini sonradan artıran, sadizmin boyutlarında bir “aşırı hâkim parti” oluşumuna yol açabilmiştir. Demek ki öncelikle, tek parti dönemine özgü parti ile devlet bütünleşmesi türünden bazı patolojilerin bugün farklı biçimler içinde nasıl yeniden üretilebildiğini anlamamız gerekmektedir. Sonra “çok partili hayatın” farklı evreleri ve bunlara denk düşen mantıklar arasındaki geçişlerin demokrasi üzerindeki etkisine daha fazla önem verilmesi gerekmektedir. Parti sistemlerinin iktidarı paylaştırma ve kullanma biçimlerinin gösterdiği süreklilik ve değişim, ancak siyasi hayatı çevreleyen bu “ikili sarmalın” toplam etkisini gözettiğimizde tüm boyutlarıyla görünür olabilecektir.