“2008 krizine kadar daha ziyade neo liberal-neo muhafazakâr-ılımlı İslamcı yanı ağır basan AKP iktidarları, özellikle 2011 yılından bu yana ekonomide tavizsiz bir neo liberal program uygularken, iç ve dış siyasette savaşçı- otoriter bir çizgide ve toplumu siyasal İslam çizgisinde dönüştürme yolunda hızla ilerliyorlar.”
MUSTAFA DURMUŞ
2001 ekonomik krizi Türkiye ekonomisinin yakın tarihinde karşı karşıya kaldığı en derin krizlerden biriydi. Fon’a devredilerek kurtarılan ticari bankalar ve bu kurtarmaların toplumsal maliyetlerinin yanı sıra, bu krizi asıl önemli kılan şey, krizin ardından kurulan AKP Hükümetinin kayıtsız şartsız neo liberal ekonomik ajandayı uygulama konusundaki kararlılığı oldu.
K. Derviş’in hazırladığı ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nı esas alan bu tek partili Hükümetler, uluslar arası finans kapitalin de desteğini alarak, son 13 yıldır hem Türkiye ekonomisini yerli ve uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda yeniden tasarlıyor ve dönüştürüyorlar, hem de buna uygun, bunu meşrulaştıracak bir devlet, siyaset, kültür ve yaşam anlayışını adım adım hayat geçiriyorlar.
2008 krizine kadar daha ziyade neo liberal-neo muhafazakâr-ılımlı İslamcı yanı ağır basan AKP iktidarları, özellikle 2011 yılından bu yana ekonomide tavizsiz bir neo liberal program uygularken, iç ve dış siyasette savaşçı- otoriter bir çizgide ve toplumu siyasal İslam çizgisinde dönüştürme yolunda hızla ilerliyorlar.
Ekonomide ve siyasette olanların birbirleriyle diyalektik bağlarının olduğu bir gerçek. Bu bağlamda, bugün başta dokunulmazlıklar meselesi ve içerde ve dışarıda süren savaş gündemi meşgul etse de, ekonomi ve emek alanında ortaya çıkan gelişmeler orta ve uzun vadede geleceğimizi belirleyecek gibi gözüküyor.
Bu nedenle gözümüzü ekonomi ve emek alanında olanlara çevirdiğimizde, Türkiye ekonomisinin durgunluğunun kalıcılaşmakta ve finansal bir krize doğru evrilmekte olduğunu, aynı zamanda da işçi sınıfına karşı çok ciddi bir sınıf savaşımının yürütülmekte olduğunu görmemiz gerekiyor.
Emek alanında, kuralsız ve güvencesiz, esnek bir çalışma rejimi ilmek ilmek örülüyor. Bu yeni rejimin bazı taşıyıcı ayakları bu 13 yıl boyunca inşa edildi. İlk olarak, 2003 yılında 4857 Sayılı İş Yasası” ile taşeron işçilik uygulaması özel sektörde yaygınlaştırılırdı ve taşeronluk sistemi kamu kesiminde de uygulanmaya başladı. Öyle ki son 10 yılda taşeron işçi sayısı yaklaşık 1,5 milyonu aştı. Kamuda ise, örneğin Sağlık Bakanlığı’nda her 4 işçiden 1’i taşeron işçi konumunda çalıştırılıyor. KİT’lerde sözleşmeli personel ve geçici işçilerin oranı % 50’ye ulaştı.
İkinci ayakta ‘Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi’ yer alıyor. 2023 yılına kadar çalışma rejiminde yapılması hedeflenen değişiklikleri esas alan bu stratejinin temel hedefi kamu dâhil ekonomide güvenceli istihdamı ortadan kaldırmak ve güvencesiz, esnek ve bir o kadar da kuralsız, örgütsüz ve düşük maliyetli bir emek gücü piyasası yaratmak.
Bu strateji ile artık, asıl işlerde de taşeron işçi kullanılacak, geçici işçilik daha da yaygınlaştırılacak, özel istihdam bürolarının işçi kiralama faaliyetlerine izin verilecek ve kıdem tazminatları oluşturulacak bir fona devredilmek suretiyle işverenler için bir maliyet unsuru olmaktan çıkartılacak.
Sendikalar ve TİS kanunundaki değişiklik (6356 sk) ve kamu emekçilerinin sendikaları (4688 sk) ile ilgili yasalarda yapılan değişikliklerle özel sektör işçilerinin yarısından fazlasının sendikalaşma hakkı ve imkânı ve kamu emekçilerinin grev hakkı ellerinden alındı.
Bu düzenlemeler siyasal iktidar ve sermaye örgütlerince ‘güvenceli esneklik’ sağlamak ve böylece de işsizliği azaltacak esnek emek gücü piyasaları oluşturmak gibi, gerçekle ilgisi olmayan neo liberal söylemlerle pazarlanıyor ve sunuluyorlar.
Oysa örneğin en son değişiklik olan “Özel İstihdam Büroları” düzenlemesi, işçi sınıfının bir kesimini, taşeron işçilerin dahi altında bir konuma getiren, onları adeta çağdaş kölelere dönüştüren, her türlü sosyal hak ve özgürlüklerini yok eden; sermayedarlar içinse ucuz, güvencesiz, her an işten çıkartılabilecekleri, böylece de emek gücü maliyetlerini asgariye indirebilecekleri ve işçi kaynaklı sorunları dışarıya havale edebilecekleri bir düzenleme.
Bu yolla işçi sınıfını içerden bir kez daha bölen, daha da örgütsüzleştirip güçsüzleştiren ve en altta yer alan bir prekarya katmanı daha oluşturuluyor.
Aslında çalışma rejimindeki bu köklü değişim neo liberal ajandanın bir gereği olduğu kadar, son yıllarda Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu sıkıntılı durumun ve sermaye sınıfının bazı zaruri ihtiyaçlarının da dayattığı bir gelişme.
Anayasa değişikliği- Başkanlık sistemine geçiş, parlamentonun etkisizleştirilmesi, kuvvetler ayrılığına son verilmek istenmesi, Merkez Bankası’nı tam olarak kontrol etmeye yönelik operasyonlar, bir anlamda, ekonominin ve büyük sermayenin ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve işçi sınıfına karşı derinleştirilerek yürütülen sınıf savaşını başarıyla sürdürebilmek için politik gücün kalıcı bir şekilde merkezileştirilmesinin adımları olarak da düşünülmelidir. Çünkü ekonomide işler, uzunca bir süredir, yandaş medyanın ileri sürdüğünü aksine, iyi değil (devamı gelecek)…