Yaşadığımız dünyada küresel kapitalist sistem kendisine yeni sömürü alanları arıyor. Dünyayı kuşatan küresel iklim krizi koşullarında doğa, sermayedarların gözünde büyük karlar sağlayan bir sektör haline geliyor. Doğanın piyasalaştırılması süreci, dünyada 1980’li yıllardan itibaren yürürlüğe giren neo-liberal politikaların ülkemizde de hızla uygulamaya sokulmasıyla başlamıştır. Bu süreçte küresel kapitalist sistem, Türkiye’yi enerji ihtiyacını karşılayacağı bir yatırım alanı olarak görüyor. Yerel sermayedarların iştahını kabartan, beraberinde Karadeniz’in kapitalistleşme sürecinin de tamamlanmasının önünü açan, Karadeniz’i “enerji cenneti” yapma projesi kendini tam da buradan temellendiriyor. “Enerji” bahanesiyle bölgeye; hidro-elektrik, termik ve nükleer santraller yapılmaya başlanması, yaşam alanlarının talana açılmasının ön koşulu oluyor.
Nükleer santral fanatizmi ve AKP
Enerji.. Öyle ki her kaynağı da ayrı bir tartışma konusu. Havadan, sudan, rüzgardan, güneşten, kömürden, petrolden, ama şu sıralar ülkemiz için en popüleri, nükleerden elde edilecek enerji. İlk kez gündemimize,1956’da Atom Enerjisi Komisyonu’nun kurulmasıyla girdi. O tarihten bu yana da göreve gelen tüm hükümet yetkilileri nükleer enerjiye sahip olmak istedi. Daha acımız tazeyken,27 yıl önce 26 Nisan 1986’da yaşanan Çernobil felaketini unutmadan, nükleere lanet okuyan Karadenizliler bugün yine aynı tehlikeyle karşı karşıya. Bu kez Karadeniz’in toptan yok oluşuna neden olacak bir proje ile...Tüm dünya nükleer santrallerden tehlikesi nedeniyle vazgeçerken, 2010’da Mersin Akkuyu’ da nükleer santral inşası için Ruslarla yapılan anlaşmanın ardından, 3 Mayıs 2013’te de AKP hükümeti “Sinop’a Japon Mitsubishi ve Fransız Areva ortaklığı tarafından 4 adet, her biri yaklaşık 1100 megawtt’lık ATMEA1 tipi nükleer reaktörden oluşan santral inşa edileceğini” açıkladı. İşin ilginç tarafı ATMEA1 reaktörü kağıt üzerinde onaylanan, henüz işleme sokulmamış, bir başka ülkede çalışılmamış ve Fransız Güvenlik Kurumu ASN’den güvenlik lisansı almamış bir reaktör tipidir. Türkiye’nin daha önce de bu konuda tecrübesinin olmaması ülkemizin resmen kobay olarak kullanılması anlamına gelmektedir. Ayrıca Fukuşima’nın etkilerinin halen devam ediyor olması ve buna rağmen AKP hükümetinin Japonya’ yla bu anlaşmayı yapması ise resmen bir akıl tutulmasıdır.Fukuşima nükleer santralinde yaşananlardan sonra Japonya, “50 reaktöründen 48’ini kapatmışken ve Eylül 2012’de yayınladığı yeni enerji politikasıyla (Enerji ve Çevre İçin Yenilikçi Strateji Belgesi) mümkün olan en kısa sürede nükleer enerjiye dayalı olmayan toplum yapısına geçmeyi hedeflediğini” açıklarken, AKP hükümetinin bu konudaki ısrarı yersiz ve kaygı vericidir. Sinop halkının geleceğiyle böyle pervasızca oynanamaz.
Peşinen söyleyeyim ki nükleere karşı çıkmak gerekir; doğayı kirlettiği için, insan sağlığına olumsuz etkileri olduğu için, nükleer silahların üretiminde başat rol oynadığı için.. ve benzer birçok sebeple birlikte. Tarihsel sürece de bakıldığında enerjinin yıllardan bu yana “kim için ve ne için üretildiği” sorularını irdelersek, enerji pastasından küresel endüstriyalizmin, özellikle savaş endüstrisinin ne kadar büyük bir pay kaptığını görürüz. Kendi mezar kazıcılığını yapan kapitalizm, kendini devam ettirmek için uydurduğu; kalkınma, yeni iş alanları yaratma, küresel ısınmayla mücadele ve ucuz enerji sağlama yalanları, bir yönüyle de anti kapitalist çevre hareketlerini sindirme amacı taşır. Çünkü sürdürülebilirliği imkânsız olan bir ekonomik-politik sistemden, kendisine can simidi olacak bir enerji politikası çıkmayacağı gün gibi ortadadır.
Eminim birçoğumuzun aklında “Peki, insan evladı enerjisini hangi kaynaktan üretecek ve bu enerji sorununu doğayla uyumlu bir şekilde nasıl çözecek?” sorusu belirmiştir. Bu sorunun cevabını, kapitalizmin dışında aramalıyız. Tabi kapitalizmin bize dayattığı sınırlar içinde mevcut enerji üretim ve tüketim ilişkilerini yeniden sorgulamalıyız. Daha fazla tüketim için daha fazla üretim isteyen kapitalistlerin sınırsız enerji ve hammadde ihtiyacı doğanın ve emeğin sömürüsü demektir. Kapitalistler endüstri araçlarını yenilemeyip, enerji ihtiyacını arttırırlar. Yüzde 1’lik bir grubu temsil eden bu kitle tüm insanlığı ve doğayı tehlikeye atacak kadar vahşileşmiştir. Biz bu adaletsiz paylaşıma, sınıfsız, sömürüsüz bir toplumda ihtiyacımız kadar olan kolektif enerji üretimiyle, tüketimi ise doğru enerji yatırımları ile yaparak son vereceğiz. Eşit, adil, özgür ve ekolojik bir toplumu inşa etmenin sorumluluğuyla, ülkemizin geleceğini tehlikeye sokacak olan nükleer santrallerin kurulmaması için mücadele etmeliyiz. Son söz yerine, doğamızı, geleceğimizi, kültürümüzü korumakla yükümlü olan biz yaşam savunucuları tüm dünya da “nükleere inat, yaşasın hayat” sloganını haykırmaya devam edeceğiz.