başlarken
19. yüzyıldan önceki dönemde Avrupa’nın ve Amerika’nın kırsal kesiminde kadın işçiler; terzi, çamaşırcı, düğmeci, dantelci, dadı, sütçü veya ev hizmetçisi olarak ekmeğini kazanıyordu. Fakat on dokuzuncu yüzyılda sanayi kapitalizminin gelişi ile birlikte kadın işçi büyük önem kazandı. Bu önem kazanma, makineleşme kadına daha öncesinde var olmayan işler yarattığından değil, sanayi devrimiyle birlikte kadın işçilerin sorun olarak algılanması ve göze çarpmasıyla ilişkiliydi. Sorun olarak algılanmanın esas eksenini bizzat kadın kimliğinin anlamı ve kadın olma durumu ile ücretliliğin bağdaşabilirliği oluşturuyordu: Bir kadın ücret karşılığı çalışmalı mıydı? Ücretli çalışmanın kadın vücudu ve annelik ve ailesel görevleri yerine getirme yeteneği üzerindeki etkisi neydi? Hangi tür işler kadına uygundu? Öyle ki 1860 yılında bu soruların yanıtları aranırken, Fransız yasa koyucu Jules Simon işi “işçi olan kadın artık kadın değildir” iddiasında bulunmaya vardırdı. Sanayi öncesi dönemde kadınların üretken faaliyet ile çocuk bakımını ve ev işlerini başarılı bir biçimde birleştirdikleri düşünülürken üretim biçimlerindeki değişimle birlikte bu birleştirmenin olanaksızlaştığı söylenmeye başlandı. Kadınların evlendikten ya da çocuk sahibi olduktan sonra ücretli işten ayrıldıkları ve daha sonra eğer kocaları aileyi geçindiremezse tekrar çalışmaya geri döndüklerinden ancak kısa dönemler için çalışabildikleri görüşü böylece yaratılmış oldu.
Sermaye, doğası gereği başlangıçta da en geniş anlamıyla emek gücüne ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle de özellikle sanayi devrimi ertesinde kadın ve çocuk emeği yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. Bu durum kadın ve çocuk emeğine ödenen düşük ücret nedeniyle genel ücret düzeyini düşürdü. Böylece 19. yüzyıl sınıf mücadeleleri, kısmen cinsiyetler arası bir mücadele halini almış ve bu süreçte erkek egemenliği, sermayeye uyarlanmıştır. Buna karşı ilk direnenler erkek işçiler olmuştur. Kadınlar sadece ücreti düşüren bir rekabet unsuru değil, aynı zamanda karılarıydılar. Bu nedenle ilk sendikal hareketler kadınların emek pazarına toptan girişini de hedef alan bir anlayışla, erkek işçilerin kendilerini korumak için sendikalar kurmaları, kadın ve çocuklar için de koruyucu iş yasaları elde etmeleriyle ve bir uzlaşma olarak da aile ücreti (bugünkü haliyle asgari ücret) sisteminin kabul edilmesiyle sonuçlandı. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başından itibaren aile ücreti işçi sınıfı aileleri için sabit hale gelmiştir. Tüm bu anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere erkek egemenliği işçi sınıfını sermayeye karşı mücadelesinde bulmuştu. Erkekler kapitalistler tarafından satın alınmış, kadınlar da gözden çıkarılmıştır. Aile ücreti, kadın emeğinin kontrol edilmesi ve denetimi üzerine kopan çatışmanın uzlaşma biçimidir. Erkek işçiler, erkeklerle kadınlara eşit ücret verilmesi için mücadele etmek yerine, karılarının evdeki hizmetini elde tutmayı tercih etmişlerdir. Sanıldığının aksine bağımsız kadın mücadelesi değil, erkek egemen toplumsal ilişkiler sınıfı bölmüştür. Ücretli çalışmayan kadının yaşamı, erkek işçinin yaşam standartına bağımlı hale gelmiştir. Buna karşı kadın emekçilerin çalışma hakkı ve eşit işe eşit ücret mücadelesi ayrı bir kanaldan sürmüş ve her iki mücadele arasındaki gerilimler günümüze kadar gelmiştir. Bunun peşinden emek pazarında işin cinsiyete bağlı dağılımı gelmiştir. Kadının ev sorumlulukları emek pazarındaki aşağı konumuyla pekiştirilmiştir. Cinsiyetle sınıf arasındaki ilişkinin kapitalizm altında aldığı bu biçim kapitalist sömürünün temel cinsiyetçi dinamiğini oluşturmuştur. Aile temelli erkek egemenliği, sanayi temelli erkek egemenliğine dönüşmüştür.
çalışma yaşamında kadın işçiye bakış
1867 Sanayi Ürünleri Sergisi’nde bir Fransız delege cinsiyete, malzemeye ve tekniğe göre ayrımları açıkça betimledi: “Erkek için ağaç ve metal, kadın için aile ve kumaş.” Hangi işin kadınlara uygun olduğu, hangisinin olmadığıyla ilgili kanılar değişmesine ve farklı zamanlarda ve bağlamlarda farklı uygulanmalarına rağmen, yine de toplumsal cinsiyet istihdam değerlendirmelerine düzenli olarak girdi. Kadınların çalıştırıldığı işler, yani ‘kadın işi’, fiziksel yeteneklerine ve doğuştan üretkenlik düzeylerine biraz uygun işler olarak tanımlandı. Bu söylem kadınları bazı işlerde toplayıp bazılarında toplamayarak, her mesleğin kendi içindeki hiyerarşinin her zaman en dibine yerleştirerek ve ücretlerini asgari geçim düzeyinin altında saptayarak emek pazarında cinsel iş bölümünü üretti. Kadın emeğinin belli tür işlerle özdeşleştirilmesi ve ucuz emek olarak tanımlanması on dokuzuncu yüzyılda çeşitli yollarla resmileştirilip kurumsallaştırıldı. Kapitalist ekonomi tarafından kurumsallaştırılan, aslında sorunsallaştırılan ‘kadın’ kimliği hangi parametreleri içinde barındırıyor? Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Kadınların işgücü piyasasındaki varoluşlarının pek ciddiye alınmamasına zemin yaratan unsurlardan biri, tüm kadınların evli ya da bir gün mutlaka evlenecek olmalarının onların erkek yakınlarına ekonomik olarak bağımlı olmaları olarak görülmesi. Kadınların ihtiyaçlarının erkekler tarafından karşılandığı varsayımı/dayatması, işgücü piyasasında yer almaları için bir neden kalmadığı görüşünü de beraberinde getirmiştir. Bununla birlikte kadınların sanayideki verimliliklerinin düşük olduğuna ilişkin varsayım, hem eski hem de yeni iktisatçıların yazılarında yer almaktadır: “Sanayideki kadın işgücü niteliksiz ve ikincildir. Bu yüzden tam rekabet piyasasında erkeklerle eşit ücret almaları beklenemez.” (Pigou, 1960) “Kadınların ‘eşit işe eşit ücret’, ayrımcılığın engellenmesi ve ‘olumlu ayrımcılık’ gibi yasal düzenlemelerle teşvik ve korunması piyasa yapısını bozacak ve aksaklıklara yol açacaktır.” (Killingsworth, 1983)
Kapitalist ekonomide erkekler özerk, bağımsız bireyler olarak belirlenirken, kadınlar kendi ayakları üzerinde duramayan, başkalarına bağımlı, ailenin bir üyesi, eş, anne, kız çocuk şeklinde kimliklendirilmektedir. Erkekler kendi ihtiyaçları, yetenek ve seçenekleri doğrultusunda piyasada serbestçe varlıklarını sürdürürken; kadınlar sadece piyasa dışına itilmekle kalmayıp, kendi çıkarlarını gözetecek kararlar almaktan bile aciz yaratıklar olarak düşünülmektedir. Ekonominin bu şekilde piyasa ile özdeşleştirilerek, toplumsal cinsiyetçi bir perspektifle erkek faaliyetleri olarak evrenselleştirilmesi, günümüz hegemonik çalışma yaşamında da kabul gören bir anlayıştır. Benzer bir şekilde, eviçi üretimin temel faktörü olan kadın emeğinin üretken kabul edilmemesi de yaygın bir görüştür. Bu nedenle kapitalist iktisadi analizlerde evkadınları işgücüne dahil edilmemekte ve eviçi üretimi milli gelir hesaplarında göz önüne alınmamaktadır. Oysa ekonomik faaliyetlerin ‘kadıncası’ tanımlanırken sadece piyasa değişimlerine konu olan üretim ve tüketim faaliyetleri yerine, insanların yaşamlarını sürdürmeleri ve geliştirmeleri için gerekli ihtiyaçların teminine ilişkin faaliyet ve politikaların tümünü içeren bir anlayış önerilmelidir. Böylelikle, kamusal alana ilişkin piyasa merkezli faaliyetler ile, özel alana ve toplumsal yaşama ilişkin faaliyetler ve politikalar arasındaki ayrımın ortadan kalkması mümkün olacaktır.
işçi kadınlardan, kadın işçilere
Bununla birlikte günümüzde kapitalizmin herkesi proleterleştirme eğilimi devam etmektedir. Kadın işgücü hızlı artmıştır, ancak aile ücreti ve cinsiyete dayalı işbölümü hala var. Kadınların düşük statüde ve düşük ücretle çalışması erkek egemen ailenin maddi temelini oluşturmaktadır. Kapitalizmin temel mantığı ile cinsiyetçilik arasındaki bağı şöyle tanımlamak mümkün: Kapitalizm, artık değerin büyümesi için emek gücüne ihtiyaç duyar. Bu emek gücünün içine çocukları ve kadınları da dahil eder. Dolayısıyla kadınları, çocukları veya her türlü ayrımcılığa uğrayanları sistem dışına atmak mantığına terstir. Atmaz, marjinalleştirir. Sistemin altlarında ya da yedek işgücü olarak tutar. Bununla birlikte sermaye birikimini en üst düzeye çıkarmak, maksimum karı sağlamak için üretim maliyetlerini, ücretleri en aza indirmeyi hedefler. Bu ise ücretli emek içinde yapısal bir katmanlaşmayla sağlanır. Bu bağlamda cinsiyetçilik ve ırkçılık farklılaşmış bir ücretli emeğin oluşması için kapitalizmin yararlandığı ayrımcılıklardır. Kapitalistler bu marjinalleştirilmiş emeği yeri geldiğinde çalışanlar karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmaktan da çekinmez. Bu durum çok düşük ücretlere zemin sağlar. Yaşadığımız coğrafyada gerek kadınlara, gerekse de Kürtler’e yüklenen toplumsal anlamlar ve ayrımcılık her ikisinin de çok ucuza çalışabilirliğinin önünü açmaktadır. “Böyle düşük ücretler, ücretlilerin hayat boyu hane gelirinin küçük bir kısmını karşıladığı hane yapılarında mümkündür. Hanenin diğer emek girdileri kadınlar, çocuklar ve yaşlılar tarafından sağlanır. Böylece ücret geliri düşüklüğü, ücretsiz işteki emek girdisi ile telafi edilir. Cinsiyetçilik üretim ve yeniden üretim düzeyindeki ayrışmayı ve çatışmayı böylece gizler. Kadınların aile ve ev içindeki emekleri tamamen görünmez olur ve değer dışında kalır.” (Fevziye Sayılan)
Kapitalizmin emek gücünü yukarıda tanımlandığı biçimiyle bölmesi ve kadınları dışlaması sadece birikim ihtiyaçları ile açıklanamaz. Bu, meselenin önemli bir yönüdür, ancak ve aynı zamanda kadınların dışlanması ve ikincilleştirilmesi, toplumsal denetim ihtiyacını da karşılar. Kadınların erkek iktidarlı ailelerde çocukları yetiştirmesi, toplumsallaşma yoluyla, itaatkar bireylerin yetişmesine, sonrasında da kendi mantığı içinde kapitalizme karşı ciddi bir tehdidin ortadan kalkmasına neden olur. Cinsiyetçi ideoloji kadını erkeğe göre değersizleştirir. Bu anlayışın yayılması sayesinde (görsel ve yazılı medya, eğitim sistemi, dini kurumlar…vs ile) kadınların sadece yaptıkları işler değil, kadınsı özellikler de küçümsenir. Böylece bir yandan kadınların evde yaptıkları işler hafife alınır. Bu yolla sermaye toplumsal ihtiyaçları karşılamadaki yetersizliğini gözden gizler (kadınların evde yaptıkları temizlik, yemek, ütü, çocuk bakımı…vb işler); bir yandan da özellikle emekçi sınıftan erkekleri denetlemek ve maniple etmek için, kadınların bağımlılığı kullanılır. Bu yolla toplumsal denetim politikaları meşrulaştırılır. Militer süreçler ve güç kullanmayı meşru gören faşizm, ırkçılık gibi ideolojilerin cinsiyetçi söylem aracılığıyla meşruiyet kazanmaları ve yaygınlaşmaları rastlantı değildir.
Bu nedenle cinsel eşitsizlik ve ayrımcılık, sınıfların ve sosyo-ekononomik tabakalaşmanın öyle bir dayanağı haline gelmiştir ki, onu yaşatan erkek egemenliğine karşı gelmeden burjuva egemenliğini sarsmak mümkün değildir. Sınıflı toplumun dayanağını oluşturan politik yapıları hedef almadan erkek egemenliğine son vermek da olanaksızdır. Böylesine içiçe geçmiş bir mücadelenin gerekliliği söz konusudur: Kapitalizmi yıkmak için erkek egemenliğini, erkek egemenliğini yıkmak için kapitalizmi yıkmak gerekmektedir. Bu bağlamda kadınların kurtuluşu için sosyalizm ön koşuldur. Dolayısıyla emekçiler, sınıflar mücadelesi içinde kapitalizme karşı mücadele programlarına cinsiyetçilikle mücadeleyi koymadıkları sürece, kadınlar düşük ücretle, kalitesiz işlerde çalışacaklar; emek ve üretim sürecinde yönetimde olma olanakları pek az olmaya devam edecek. Sendikalardaki erkek egemenliği sürdükçe, bu durum sendikal bürokrasinin önemli bir dayanağı olmayı sürdürecektir. Sayılan nedenlerden dolayıdır ki salt işçi kimliği üzerinden tanımlama yapmak, kadınların sınıf içinde de yaşıyor oldukları ayrımcılığı gözardı etmek anlamına gelecektir. Bu sorunu görünür kılmak için ‘işçi/emekçi kadınlar’ yerine, ‘kadın işçiler/emekçiler’ tanımlaması mücadelenin yönünü ve içeriğini belirlemek açısından önem kazanmaktadır.
son söz yerine
Erkek egemenliğine karşı kadınların bağımsız örgütlenmesinin gerekliliğini bilmekteyiz. Zaman zaman gerek 8 Mart süreçlerinde, gerekse de yaşam alanlarımızda yaşadığımız/dillendirilen, kadınların bağımsız hareket etmelerinin mücadeleyi böldüğü fikriyatı yukarıda değinilen nedenlerden dolayı gerçekçi değildir. Oysa sınıf örgütlerinin cinsiyetçiliğe karşı mücadelesi, kadın ve erkek emekçilerin gerçek birliğinin önkoşuludur. Bunun hem örgütsel hem de bireysel düzeyde kaçınılmaz sonuçları vardır. Öncelikle tek tek erkeklerin cinsiyetçiliğin kendilerine biçtiği rolle hesaplaşmaları gerekmektedir. Çünkü erkeklerin kadınlara rağmen sahip oldukları ayrıcalıklar, erkeklerin iradesine bakılmaksızın toplumsal olarak kurulmaktadır. Dolayısıyla kişisel bir bilinç dönüşümü, ortak mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. Ev işlerini kimin yapacağı, çocukların nasıl yetiştirileceği sorgulanmalı, ayrıca sınıf örgütlerinde neden hala erkek egemenliğinin sürdüğü; bu durumun sürmesine tek tek ve örgütsel olarak yapılan katkılar ya da kayıtsız duruşlar; sendikaların toplu sözleşmelerde üretim alanına hapsedilen, kadın emekçilerin sorunlarından azad taleplerinin kadın emekçilerin sınıf örgütlerindeki konumuyla ilgili sonuçları; politik alanın nasıl ve kime göre tanımlandığı; sınıf örgütlerinin diğer toplumsal hareketlerle ilişkiyi nasıl gördüğü noktasında sorular sorulmalı ve verili siyasal anlayışlar, yönelimler gözden geçirilmelidir. Emekçi sınıfların mücadelesinin kendisi ve bu mücadeleyi yürüten örgütleri, kapitalizmin üzerinde yükselen ve iç içe geçmiş, birbirini çoğaltan her türlü sömürü, baskı ve tabi olmayı barındıran ilişkilerle bir bütün olarak yüzleşmesi gerekmektedir. Bu durum da, farklı baskı ve ayrımcılıklara karşı mücadele yürüten örgüt ve hareketlerle (bağımsız kadın örgütleri, homofobi karşıtı ve eşcinsel hareketler, baskı altında tutulan ulus ve azınlıkların örgütleri…vb) sendikaların etkileşimini gerektirmektedir.
Kaynaklar:
Kadınların Tarihi: İş Bankası Yayınları- IV
İktisat Dergisi: Çalışma Yaşamında Kadınlar
Beden Emek Tarih: Gülnur Acar Savran
Kadınların Görünmeyen Emeği-Maddeci Bir Feminizm Üzerine: Nesrin Tura-Gülnur Acar Savran
Bu yazı daha önce Kurtuluş dergisinin 5. (2006 Ağustos) sayısında yayımlanmıştır. Güncellikle bağlantısı nedeniyle yeniden yayımlıyoruz.