COŞKUN CANIVAR …
Kapitalizmin insanda ve doğada yarattığı tahribatın nedenselliğinin ve sonuçlarının ortalığa saçıldığı en önemli meselelerden birisi kuşkusuz işçi sağlığı alanıdır. Türkiye’de 2014 yılında Soma’da, Ermenek’te, Isparta’da, Mecidiyeköy’de ‘kapitalizmin fıtratı’ gereği yaşanan toplu işçi katliamları işçi sağlığı konusunu iş cinayetleriyle gündeme getirdi. Bu toplu katliamlar işçi sağlığı alanında birçok hususun da tartışılmasına neden oldu. İş cinayetlerinin nedenleri konusundaki tartışmalar ‘devletin denetlemedeki yetersizlikleri’, ‘aşırı kar hırsı güden işverenler’, ‘yasal mevzuattaki eksiklikler’ ve ‘işçi sağlığı kültürünü içselleştiremememiz’ gibi başlıklar üzerinde yoğunlaştı.
İşçi sağlığının bir kültür meselesi olduğu daha çok iktidar çevrelerince dillendirilirken, ‘sorumluların cezalandırılması’ üzerinden yaklaşım gösteren kesimler denetim eksikliğini, yasal mevzuatı ve işverenlerin acımasızlığını çokça dile getirdiler. Bazen tüm sorunun sebebi patronun gözünü para hırsı bürümüş olması oldu, bazen de sorumsuz siyasetçi ve bürokratların görevlerini yapmıyor olması temel unsur olarak açıklandı. Oysaki iş cinayetlerinin ana sebebiymiş gibi tartışılan bu ve benzeri birçok başlık, kapitalizmin insanı ve doğayı katleden sistematiğinin sonuçlarından sadece birkaçıdır. Devletin kağıt üzerinde kendisine biçtiği denetleme mekanizmalarını çalıştırmıyor olması neden olmaktan çok öte sadece bir sonuçtur. Ya da bir işverenin, işyerinde üretim zorlaması yaparak iş cinayetine ortam hazırlaması da sadece bir sonuçtur.
Sermaye birikimi ve kar maksimizasyonu üzerine kurgulanmış bir sistem içinde bunu hedeflemeyen bir sermayedarın ayakta kalması mümkün değildir. Sermaye için ucuz emek gücü, esnek ve kuralsız bir üretim süreci (dikensiz gül bahçesi) vadeden bir devlet yapılanmasından, nitelikli ve etkili yaptırımları olan bir denetleme süreci yürütmesi beklenemez. İnsanı çalışırken katleden bu süreçleri, ana nedenler olarak tartışmanın, temel sorunsal olan kapitalist üretim ilişkilerini bir ölçüde görünmez kıldığını tespit etmek gerekir. Kapitalist emek süreci işçi sağlığı için başlı başına bir tehdittir. Herhangi bir işte çalışan herhangi bir işçinin (yaptığı işin kendisine özgü tehlikeleri bir yana) çalışırken kendini gerçekleştirmesi, çalışma süresi, çalışma yoğunluğu işçi sağlığı için temel belirleyenlerdendir. Ya da tersinden ifade edecek olursak emeğe yabancılaşma, emeğin değersizleşmesi ve niteliksizleşmesi, uzun ve emek yoğun çalışma işçi sağlığını tehdit eden başlıca unsurlardandır. Bu bağlamda çalıştığı süreyi adeta hayatta kalmak için ‘zorunlu olarak feda edilmiş bir süre’ olarak gören bir insanın çalışırken sağlığından olması kaçınılmazdır. Emek süreci sonrasında ortaya çıkan ürünün toplum için yarattığı kullanım değerinden tamamen uzaklaşan insan, emeğine yabancılaştığı gibi aynı zamanda emeğini değersiz görmektedir. Bu sürecin sonunda ortaya çıkan ‘çalışırken tükenme hali’ bugün birçok iş kolunda insanların yaşadığı mesleki psiko-sosyal sorunların kaynağıdır.
Kuralsız çalışmanın kural haline getirildiği kapitalizmin neoliberal dönemi güvencesiz ve esnek çalıştırma biçimleri ile işçi sağlığını doğrudan tehdit etmektedir. Milyonlarca işçi taşeron firmalarda günde 10 saatin üzerinde, emek yoğun bir şekilde, iş tanımı olmadan, işçi sağlığı önlemleri alınmadan çalıştırılmaktadır. Kot kumlama işçilerinde silikozise bağlı ölümlerle ortaya çıkan çalışma koşulları bu sürecin en dramatik örneklerindendir. Ancak silikozis kot kumlama haricinde onlarca iş kolunda işçi ölümleri ve hastalıklarına neden olduğu gibi silikozis haricinde onlarca meslek hastalığı benzer üretim süreçleri nedeniyle milyonlarca işçinin sağlığını tehdit etmektedir. Diğer yandan topraksızlaştırma ve mülksüzleştirme politikalarına dayanan sermaye birikim süreçleri milyonlarca insanı mevsimlik işçiliğe mahkûm kılmaktadır. Gezici mevsimlik tarım işçilerinin yaşadığı ve tüm insan haklarının ihlal edildiği yaşam koşulları bu alanın en çarpıcı örneklerindendir.
Kapitalist üretim süreçleri sadece enformel sektörler için değil, kamu ve özelde kayıtlı çalışan işçilerin de sağlığını doğrudan tehdit etmektedir. Adeta şirket gibi yönetilen devlet anlayışı kamu kurumlarının çalışma biçimlerini de piyasa mekanizmaları ve kuralları ile düzenler haldedir. Kamu hizmeti denildiğinde ilk akla gelen alanlardan sağlık işkolu en çarpıcı örneklerdendir. Kamu hastanelerinin çalışma mekanizmalarının tümü, toplam kalite yönetimi, yalın üretim modeli, performans sistemi gibi tamamen kapitalist üretim modelleri çerçevesinde belirlenmektedir. Sağlık çalışanlarının intihar, şiddete bağlı ölümler, bulaşıcı hastalıklara bağlı ölümler, kimyasallar ve radyasyona bağlı gelişen meslek hastalıkları gibi birçok başlıkta yaşadığı mesleki sağlıksızlık halleri metalaşmış sağlık hizmetlerinin yarattığı özgül koşullar sonucu ortaya çıkmakta ve artış göstermektedir. Ücretli ve ücretsiz ev içi kadın emek süreçlerinin ortaya çıkardığı sağlıksızlık halleri milyonlarca kadını doğrudan etkilemektedir.
Öte yandan sömürü ilişkilerinin en yoğun olduğu çocuk işçilik, erken çalışmaya başlamanın yarattığı artmış tehlike ve risk düzeyleri nedeniyle en önemli işçi sağlığı sorunlarındandır. Tersanelerden tarlalara, okullardan fabrikalara, madenlerden inşaatlara kadar yüzlerce işkolundan bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Kuşkusuz bu süreçte devletin rolüne vurgu yapmak çok önemli. Neoliberal dönemde devlet, sermaye birikim süreçlerinde sermaye için adeta bir payanda görevi görüyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti özelinde AKP iktidarı kuşkusuz bunun en tipik örneğini oluşturuyor. AKP iktidarı, bütün iktidar mekanizmalarını yerli ve yabancı sermaye odaklarının hegemonik gücünü koruma üzerine kurgulamış durumdadır. Toplu işçi katliamlarının yaşandığı alanlarda dahi devletin sermayeye değil de işçi sınıfına saldırıyor olması bunun açık kanıtıdır.
Uluslararası Çalışma Örgütü ‘nün (ILO) verilerine göre dünyada her yıl 2 milyonun üzerinde insan iş kazası ve meslek hastalıklarına bağlı nedenlerle hayatını kaybediyor. Bugün Türkiye’de her yıl en az 1500 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybediyor. İLO verilerine göre iş kazalarının 6 katı kadar işçi meslek hastalıklarına bağlı olarak ölürken, aynı beklenen rakamlara göre Türkiye’de her yıl 300 bin işçi meslek hastalığına yakalanıyor. Bu rakamlar konuyu görünür kılmak açısından oldukça önemli. Ancak emek eksenli mücadele açısından görünür kılmanın ötesinde önlemeyi amaçlıyorsak -ki işçi sınıfının işçi sağlığı mücadelesinin hedefi önlemek olmalıdır- yüzümüzü emek sürecine çevirmeliyiz.
Emeğin diğer tüm talepleriyle beraber işçi sağlığı gündemiyle, iş yerlerinde emek sürecine müdahale ederek örgütlenmesi son derece hayatidir. Bu anlamda işçi sağlığı mücadele politikasının ‘tehlikeyi ve riski’ merkeze alarak önlemek üzerine kurgulanması gerekmektedir. Soma katliamı ve sonrasındaki tepkisel eylemlere rağmen bugün on binlerce maden işçisinin benzer koşullarda çalıştırılmaya devam ediyor olduğu gerçeğini önümüze koymamız gerekiyor. Madenlerde her ay 5 ila 10 iş cinayeti yaşanmaya devam ediyorken ve her an yeni bir maden faciası haberi alma ihtimalimiz Soma katliamı öncesine göre hiç azalmamışken ‘iş cinayetlerini durdurma’ iddiamızı daha ciddiyetle ve doğru bir zeminde tartışmamız gerekiyor.
Niteliksiz işçi sağlığı hizmetleri, yetersiz denetimler, meslek hastalıkları ve iş kazalarındaki tanı sistemi ve maluliyet- tazmin süreçlerindeki sorunlar gibi bu alandaki birçok problem, çalışanların emeğinden gelen gücü kullanması yani emeğin sesini yükseltmesiyle çözülebilir olduğu görülüyor. Tüm bu nedenlerle işçi sağlığı ile kapitalizm arasındaki ilişki ‘emek-sermaye’ çelişkisinin merkezinde aranmalıdır. Mülkiyet ilişkileri ve sınıf bağlamından koparılmış tahliller, kapitalist sistemi görünmez kıldığı gibi ‘rıza’ mekanizmalarını da güçlendirmektedir. İşçi demokrasisi ve öz yönetim süreçlerini temel alan bir örgütlenme sürecini sendikalar başta olmak üzere tüm siyasal yapılanmalarda öne çıkarmak, daha yaşanılası bir dünyayı yeniden inşa etmek için oldukça önemli görünüyor. İşçi sağlığı; ‘’çalışırken hastalanan ve çalışırken ölen’’ işçi sınıfının -mücadele- meselesidir.
* Bu yazının kısaltılmış hali Siyaset’in 24. (Nisan) sayısında yayımlandı.