[…] Bugün, 7 Ekim’in yıldönümü, Nakba ise çok daha uzun yıllardır devam ediyor. Bugünün tarihi ve konumuzun bağlamını düşününce, aramızdaki Hırvat bir gazetecinin sorusuyla başlamak istedik: “Kapitalizm ve sömürgecilik üzerine yaptığınız çalışmalar göz önüne alındığında, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı saldırısı ve İsrail’in Gazze’deki soykırım harekâtının, dünya tarihinde ne ölçüde kritik bir kırılma yarattığını düşünüyorsunuz? Dünyanın küresel Güney olarak adlandırılan kısmı bu iki olayı önemli ölçüde farklı ele alıyorlar. Ukrayna konusunda bu fark daha az olsa da yine de önemli ölçüde farklı. Batılı elitler, uzun zamandır olmadıkları kadar birleşmiş ve aynı zamanda dünyanın kalanından uzaklaşmış durumda. Bu da genelgeçer açık piyasa ilkeleriyle çelişen bir şekilde, AB ve ABD’yle ilişkili olarak, ekonomik korumacılığın ve ticaret bloklarının dönüşünü beraberinde getiriyor.” Ne dersiniz? 1 2
…Öncelikle, İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırısı, Filistinlilere ve şimdi de Lübnanlılara yönelik soykırım harekâtı olarak adlandırdığım saldırı ile Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı arasındaki farkı belirtmek istiyorum. Yaşamın yok edilmesi her durumda korkunç bir eylemdir ve her daim kınanması gereken bir eylem. Öte yandan, arada önemli bir fark olduğunu düşünüyorum çünkü Rus saldırganlığının büyük ölçüde, geçmişte yapılan anlaşmalara aykırı olarak Rusya’nın kapılarına kadar uzanan NATO politikaları tarafından da kışkırtıldığı söylenebilir. Benzer bir şey Amerika Birleşik Devletleri’nin sınırında yaşanmış olsaydı, ki Küba’daki Rus füzeleri vakası meşhurdur ve bunun neredeyse bir nükleer savaşı tetiklediğini biliyoruz, muhtemelen verilecek yanıt Rusya’nın verdiğinden çok daha şiddetli olurdu. Bu, öldürmeye, özellikle sivillerin öldürülmesine göz yumduğumuz anlamına gelmiyor. Ancak bu farkın gerçekten önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü İsrail’de tanık olduğumuz durum, Filistinlilerin atalarının topraklarından sürülmesi, öldürme, baskı ve işkence politikaları ile kendi kaderini tayin etmeye yönelik her türlü meşru talebin tamamen görmezden gelinmesinden oluşan uzun vadeli bir stratejinin son noktası.
7 Ekim’de [Hamas’ın gerçekleştirdiği operasyondan] bu yana ne oldu? 7 Ekim uygun bir gerekçe sağladı -ve elbette 7 Ekim’de İsraillilerin öldürülmesi kınanmalıdır- ancak yine de 7 Ekim’de olanlar, İsrail hükümetine 1948’den beri var olan bir projeyi, yani Büyük İsrail’i yaratma ve Filistinlilerin varlığını gayrimeşrulaştırma projesini tamamlama ve hızlandırma gerekçesi vermiştir. Filistinlilerin kendi topraklarında varolma hakkını gayrimeşrulaştırmaya çalıştırlar ve öldürmeyi sürdürmeye yönelik provokasyonlarla, daimî bir kuşatma durumu yarattılar. Bildiğimiz gibi bu Filistin için önemli, ancak bunu tekrarlamak, tekrarlamak ve tekrarlamak da önemli. Çünkü bugün inkârcılık çok yaygın, çok fazla yalan var. Bilirsiniz, günümüzdeki “gerçekler” aslında bombaların gücü tarafından dayatılıyor.
Ancak gerçek şu ki İsrail bir apartheid devleti olarak yaşamış ve bunu dayatmıştır. Son bir yılda yaşananlar bir dönüm noktası oldu; şiddetin artmasında da bir dönüm noktası, çünkü bütün bir bölge neredeyse yok edildi, burada bir yıl süren bombardımandan ve öldürülen yüz binlerce insandan bahsediyoruz. Sadece bombardıman da değil; sadizm, barbarlık, “güvenli bölgelere” sevk ettikleri insanları yolda vurmak. Koşuşarak yiyecek arayan ve bu esnada bombalanan çocuklar. İnsanların geçmişle bütün bağlarının sistematik olarak yok edilmesi. Sâhi, neden imha ve soykırım hakkında konuşuyoruz? Çünkü bu, bütün bir nüfusun yok edilmesi demek. Ortak bir aidiyet duygusu yaratan her şey, kütüphaneler, arşivler, kişisel ve kamusal her şey yok edildi; üretim altyapılarının tamamı, hastaneler, su tesisatı, her şey yok edildi. Ardından açlık geldi. Zulüm, şiddet ve yıkımın düzeyi olağanüstü. Dahası, bunun destek ve kışkırtmayla gerçekleşiyor olması, destek diyeceğim çünkü ABD ve AB’nin yaptığı gibi bomba tahsis ettiğinizde, bu göz yummaktan da öte, desteklemek ve azmettirmektir. Bunun, kendilerini “demokrasi” ve “insan hakları” savunucusu olarak tanıtan tüm büyük hükümetlerin onayıyla, desteğiyle, hatta azmettirmesiyle gerçekleşiyor olması. Ve hiçbir şeyin, hiçbir şeyin onları durdurmuyor gibi görünmesi. Bütün Filistinlileri diri diri yaksalar da, büyük ihtimalle ABD bunun İsrail’in kendini savunma hakkı olduğunu söyleyecektir.
Bu yüzden bence bu bir dönüm noktası. Bu bir dönüm noktası, çünkü bir anlamda, demokrasinin maskesinin düşmesi bu. Hepimiz bunun bir kapitalizm demokrasisi olduğunu, bu demokrasinin demokratik ulus ve hükümetlerdeki pek çok faşist politikanın üzerini örttüğünün uzun zamandır farkındayız. Bununla birlikte, şimdi bu fiilî şiddet ve umursamazlık, insan hayatını tamamen hiçe sayma, insan haklarını tamamen hiçe sayma giderek daha açık ve daha belirgin hale geliyor. Dediğim gibi, demokrasinin maskesinin düşmesidir bu. Ayrıca, adına BRICS denen, pek çok kişinin Küresel Kuzey’deki kapitalist kalkınmaya bir alternatif olarak gördüğü diğer ülkelerin sessiz, sözsüz fikir birliğidir.
Bence bu, demokrasinin ne olduğunu ve uluslararası sermayenin nasıl planları olduğunu anlamamız açısından da bir dönüm noktası. Aynı zamanda hareketler için de bir dönüm noktası. Bugün daha adil bir toplum için harekete geçmek isteyen her hareket, her kolektif ya da toplumsal hareket bir anlamda durmak, yeniden düşünmek ve yeniden örgütlenmek zorunda. Ve bence atılması gereken çok önemli adımlar var. Açıkçası, acil eylemin hayati bir önemi var. Bu acil eylemin elbette sokak protestolarının ötesine geçmesi gerekiyor bence. Bana göre yapmamız gereken şey, özellikle toplumda bunu durdurma gücüne sahip olanlara, örneğin bombaları üreten işçilere hitap eden bir tür seferberlik başlatmak. Bombaları paketleyen ve sevk eden liman işçileri gibi. Başka bir deyişle, bu savaş bir dizi çok spesifik mekanizma olmadan gerçekleşemezdi. Örgütlenmenin bu konuyu ele almaya başlamasının çok acil olduğunu düşünüyorum. “Hayır, göndermeyeceğiz, sevk etmeyeceğiz, bu bombaları yapmayacağız, duruyoruz!” diyecek işçilerin genel grevini hayal edin. Dolayısıyla bu çok ama çok önemli.
Öte yandan, bütüncül değişim nedir, bu kapitalist sisteme hangi mekanizmalar olanak tanır? Filistin’deki durum üzerine çok sayıda makale yazdım. Ve ana tema her zaman şu oldu: Filistin dünyadır. Çünkü Filistin’de ve şimdi Lübnan’da neler olduğunu ve Ortadoğu haritasının yeniden çizildiğini anlamanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu uluslararası sermaye, uluslararası kapitalist kurumlar ve bunların ana koruyucuları ve destekleyicileri olan ABD ve Avrupa Birliği bağlamına oturttuğumuzda ve Afrika’daki politikalarına, AFRICOM politikasına baktığımızda bu bir tesadüf değildir. Örneğin Sudan’da dört milyon ya da daha fazla mülteci vardı. Afrika’nın doğusu, ABD’nin müdahalesi, özellikle de şimdi Doğu Afrika, Sahel, AFRICOM, Libya, Kongo, Haiti ve daha pek çok ülkeyle ilgili hikâye. Yani çok ama çok büyük bir müdahale söz konusu.
Filistin, dünyadır çünkü bence şu anda tanık olduğumuz şey, kapitalist ilişkilerin genişlemesine yönelik muazzam bir sürecin sonucu ve bu süreç çok sayıda insanı yerinden etmeye, dünyanın kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kontrol kurmaya, çok uluslu şirketlerin doğrudan kontrolünü sağlamaya ve aynı zamanda çıkarcı şirketlerin faaliyet göstermek zorunda olduğu bölgelerde yaşayan insanları yerinden etmeye yöneliktir. Bu, kapitalizmin erişim alanını genişletme ve özelleştirme, insanları yeniden üretim araçlarından ayırma, böylece otonomilerinin kalmaması, böylece daha kolay kontrol edilebilmeleri ve sömürülebilmeleri yönündeki tarihsel eğilimleri nedeniyle gerçekleşmektedir. Hem de günümüzün yeni kapitalist gelişim biçimlerinde, dijital ekonomide, dünyayı pratikte yok etmeden, tüketmeden, lityum, koltan ve gerekli olan diğer birçok madeni üretmek için muazzam miktarda hafriyatçı faaliyet olmadan bir dijital dünya ekonomisine sahip olamazsınız.
İşte bu yüzden bu büyük göç hareketini görüyoruz. İnsanlar evlerini terk ediyorlar, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde sahip olduğumuz “büyük mutluluk” onları cezbettiği ve bunu istedikleri için değil, hayatta kalamadıkları için, tarlaları ya petrol şirketleri ya da maden şirketleri tarafından ele geçirildiği için ya da ABD veya AB’nin büyük pazarlarına yönlendirildiğinden, yerel nüfusun artık tüketemediği yiyecekleri üretmek için tarım ticareti tarafından ele geçirildiği için. Bence her hareket için, bu mekanizmaların neler olduğunu görmek, anlamak çok önemli. Mesela uluslararası iş bölümü, bu hiyerarşik iş bölümü. Mesela üretenlerin tüketenler olmadığı gerçeği.
Daha adil bir toplum yaratmaya başlamak için hangi mekanizmaları devre dışı bırakmamız gerekiyor? Bunun çok ama çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu hem bir eyleme geçme hem de durup düşünme anı. Eyleme geçmeliyiz çünkü bizim yaşamımızı da bir bakıma anlamsız kılan, insan yaşamına yönelik bu inanılmaz, barbarca, vahşi saldırıyı durdurmamız gerekiyor. Çünkü eğer bu gerçekleşebiliyorsa, kim bilir başka neler olacak? Son günlerde Bertolt Brecht’in şu güzel dizesi sık sık aklıma geliyor: “Nasıl zamanlar bunlar ki neredeyse suç söz etmek ağaçlardan?” Biliyorsunuz, her şeyimiz var. Her mutlu anınızda kendinizi suçlu hissediyorsunuz çünkü bir yandan ne oluyor? Başka insanların sakatlandığını, öldürüldüğünü, yok edildiğini biliyorsunuz. Hayatları yok ediliyor.
Dolayısıyla aynı zamanda durup düşünmeye ihtiyacımız var çünkü bence ne yaparsak yapalım ne kadar küçük görünürse görünsün, yaptığımız her eylemin farklı bir toplum yaratmaya, bugün Filistin’de ama aslında dünyanın farklı yerlerinde meydana gelen bu soykırımı besleyen mekanizmaları altüst etmeye yönelik bir yanının olması gerektiğini anlamamız gerekiyor. Filistin, New York sokaklarında ya da polisin çoğunlukla genç siyahi erkekleri, göçmenleri tam bir cezasızlıkla öldürebildiği Amerika Birleşik Devletleri sokaklarında. Filistin, Amerika Birleşik Devletleri’nde ve dünyanın en zengin ülkelerinde; burada insanların çoğunun acil bir durumla karşılaştıklarında yeterli kaynağa sahip olamayacakları, en asgari acil durumla bile başa çıkacak paraya sahip olamayacakları söyleniyor. Ve burada bile pek çok kişi açlık çekiyor. İşte benim ilk soruya cevabım bu. […]
Sohbeti biraz daha ilerletmek adına, İtalyan siyaseti ve İtalya siyasetinin Giorgia Meloni yönetiminde nasıl gelişeceğini öngördüğünüz hakkında yorum yapabilir misiniz? Sizce İtalya’da solun geleceği ne olacak, özellikle de mülteci kriziyle ilgili olarak, sizce bu nasıl gelişecek?
Bu doğrudan kalbime dokunuyor, çünkü İtalya’da olup bitenler karşısında yıkılmış durumdayım. Açıkçası beni en çok endişelendiren Meloni meselesi değil, İtalya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ve yıllar geçtikçe giderek daha fazla ABD’nin sömürgesi haline gelmiş olması. İnsanlar İtalya’da 140 NATO üssü olduğunu biliyor mu? 140 NATO üssü.
Birisi İtalya’nın Amerika Birleşik Devletleri için bir uçak gemisi haline geldiğini söylemişti. Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’daki savaşlarını başlattığı yer burası. 140 NATO üssüne sahip olduğunuzda, sağcı bir başkanımızın olması bir anlamda önemsizleşiyor. Bu yalnızca bir sonuç; ciddi bir yeniden sömürgeleştirme sürecinin ürünü. Son zamanlarda Marksist otonomcu solun, Toni Negri’nin bazı materyallerini tekrar okuyorum ve üslerden hiç bahsetmiyorlar. Neden acaba? Bilişsel emekten bahsediyorlar ama İtalya’da gerçekten neler olduğundan hiç bahsetmiyorlar.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonunda ABD tarafından geri getirilen Güney’deki Mafya, şimdi tüm ülkeye yayılmış durumda. Bu da gösteriyor ki kapitalizm yasadışı üretim biçimlerine ihtiyaç duyuyor, bir yasallık yanılsaması olması gerekiyor ama bunun altında ölüm mangaları, uyuşturucu kaçakçıları, mafyalar var ve bu geniş yasadışı üretim ağının varlığı giderek büyüyor. Aslında İtalyan Mafyası modelinin Meksika’dan Latin Amerika’ya, Ekvator’a, Kolombiya’ya kadar yayıldığını öğrendim. Dolayısıyla İtalya’nın çok tehlikeli ve zor bir durumda olduğunu düşünüyorum. Pek çok hareket var, özellikle de toprağa geri dönen insanlar, alternatif üretim biçimleri ve gıda üretimi yaratan insanlar. Göçmenlere yardım etmek için mücadele eden insanlar var. Benim şehrimde göçmenlerle çalışan, ev işgalleri yapan, onlarla görüşen çeşitli kolektifler ve gruplar var. Lampedusa’da da çeşitli gruplar var.
Ancak temelde ülke o kadar sömürgeleştirilmiş durumda ki bu çok daha zor hale geliyor. Karşılaştırmak gerekirse, Almanya’nın 50 NATO üssü var. İtalya dünyada en fazla NATO üssüne sahip olan ülke, çünkü Akdeniz’de stratejik bir konuma sahip. Napoli’de Altıncı Filo, Vicenza’da Dal Molin, Comiso gibi devasa askeri üslerimiz var… Brescia’dan Sicilya’ya kadar nükleer savaş başlıklarımız var.
Beni en çok endişelendiren de bu. Herkes Meloni’ye bakıyor ama Meloni çok daha geniş ve endişe verici bir durumun ürünü. Avrupa’yı bu sömürge düzeninden kurtarmak için büyük bir mücadele var ve bu mücadele pek çok açıdan her ülkeyi etkiliyor. İtalya belki de en uç örnek. İsviçreli yazar Daniele Ganser, herkesin okuması gereken etkili kitabı NATO’nun Gizli Orduları’nda ABD’nin Avrupa’yı asla terk etmediğine dikkat çekmiştir. Hayır, Avrupa’yı hiçbir zaman gerçekten terk etmedi.
Avrupa toplumunu şekillendiren derin bir savaş sonrası sömürgeleştirme süreci vardır. Asıl ilgilenmemiz gereken konu da bu. Artık ABD’nin kararlarını her ülkenin takip ettiğini görüyoruz.
İtalya İsrail’e silah gönderiyor, para gönderiyor, destek gönderiyor ama İtalyanların çoğunun işi yok ve iş bulmakta da zorlanıyorlar. İtalyan halkı gittikçe artan elektrik faturalarını ödemek ile hangi yemeği yiyeceğine karar vermek arasında seçim yapmak zorunda. Burada verilmesi gereken büyük bir mücadele var.
Ve umarız bu yaşanır. Burada, solun çelişkileri, dağınıklığı ve parçalanmışlığı hakkındaki nihai soruya geri dönebiliriz.
Son zamanlarda, özellikle İtalyan otonomcu Marksistlerin bilişsel kapitalizm, bilişsel emek konularındaki metinlerini okuyorum. Bilişsel emeğin, emeğin yeni biçimi olduğu varsayılıyor ve genellikle her şeyden ayrı olarak inceleniyor. Bilişsel emeğe sahip olmak için, lityumu çıkaran, mineralleri çıkaran hafriyatçı şirketlere sahip olmanız gerektiğini kabul etmiyorlar. Çok hevesli oldukları dijital bir müşterek yaratmak için maddi müşterekleri yok etmeniz gerekiyor. İnsanları beslemek için kullanılan ve şimdi göç üreten toprakları yok etmek zorundasınız. Bu çok önemli, çünkü bugün harekette meydana gelen birçok parçalanmanın aynı zamanda üretimin organizasyonundaki değişimin bir parçası olduğunu anlamanızı sağlıyor.
Örneğin, endüstriyel düzene eleştirel yaklaşabiliriz. Detroit gibi şehirlere dehşetle bakıyor olabiliriz ama o şehirlerde insanlar birbirlerini tanıyorlardı. 9-5 çalışma kölelik olabilir, peki ya birbirini tanıyan, herkesin birbirini tanıdığı bir insan topluluğuyla bir ömür boyu 9-5 çalışma… Greve gittiğinizde arkanızda kimin olduğunu, kime güvenebileceğinizi her zaman bilirdiniz. Yemeği paylaşabilirdiniz. Aile varını yoğunu bir araya getirirdi. Herkes grev hattına giderdi. Anne ve çocuklar grev hattına giderdi. Bunlar birlikte yaşayan topluluklardı. Derin bir güven ve bilgi düzeyi inşa ettiler. Bugün esnek çalışma saatlerinden memnun olabiliriz, daha ayrık durumdayız ve bu bir tür bağ yaratmıyor.
Parçalanma hiç yoktan ortaya çıkmıyor. Birbirini tanımayan, internet üzerinden iletişim kuran insanlardan kaynaklanıyor ama internet üzerinden iletişim kurarak büyük dayanışma bağları kuramazsınız. Komşularınızı tanıdığınızda ve hayatınızın onlara bağlı olduğunu bildiğinizde durum çok farklıdır. Hakkında çok konuştuğumuz karşılıklılık, karşılıklı bağımlılık, sadece internet üzerinden bağlantı kurarak değil, gerçekten temel bilgiden, gerçek günlük bilgiden gelir.
Afrikalı kölelerin torunlarına tazminat ödenmesi ve bunun ev işi ücretleri konusundaki çalışmalarınızla nasıl bir bağlantısı olabileceği konusundaki düşünceleriniz nelerdir? Birçok aktivist ve bazı politikacılar, Trump’ı ve ardından Biden’ı vergi sistemi aracılığıyla doğrudan nakit ödeme yapmaya zorluyor, bu da insanların parayı gerçek anlamda banka hesaplarına alacağı anlamına geliyor. Pratik anlamda, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu, tazminatlar ya da genel olarak ücretler için başka türden fikirler için bir kullanım alanı olabilir mi?
Her şeyden önce, %100 evet. Tazminatlar, tazminatlar, tazminatlar… Tazminat ilkesini tesis etmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kim kime borçlu? İnsanların Afrika’nın borcundan bahsettiğini duymak bir skandal. Milyonlarca insanın mülksüzleştirildiği, köleleştirildiği, zulme uğradığı, başka yerlerde inanılmaz zenginlikler inşa etmek için getirilen Afrika’yı hayal edebiliyor musunuz? Tüm doğal zenginliklerine de el konulmuş bir Afrika. Yeterince üretmedikleri takdirde işçilerin kollarının kesildiği Kongo’yu düşünün. Tazminat, siyasi bir ilke olarak, “Kim kime borçlu?” sorusunu tersine çevirmenin bir yolu olarak çok önemlidir.
Bu nasıl yapılmalıdır? Para meselesinin önemli olduğu açık ama tek mesele bu değil. Prensibi bir kez oluşturduğunuzda, arkasında güçlü bir hareket inşa ettiğinizde, bu ödeme hangi biçimleri alacak? Her şeyden önce, bunun asla yeterli olmayacağını bilmek gerekiyor. Hiçbir şekilde, hiçbir tazminat yapılanları, sömürgeciliğin bu bölgeye yaptıklarını telafi etmeye yaklaşamaz bile. Bu konuda bir yanılsama yok. Ancak, örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde şu anda bunu tartışan pek çok hareket var.
Biçimleri nelerdir? En iyi formun ne olduğunu söylemeyeceğim. Buna karar vermesi gerekenler siyahiler. Onlar öldürülenlerin, kırbaçlananların, mülkleri ellerinden alınanların, uzaklara gönderilenlerin torunları. Örneğin, ücretsiz okul, eğitime ücretsiz erişim, maddi ödeme, sosyal hizmetlere ücretsiz erişim. Başka bir deyişle, ne talep edilebilir? Ne talep edilmeli? Bu, ABD’deki ve yurtdışındaki siyahi hareketler arasında geniş bir tartışma ve karar alma sürecinin sonucunda belirlenmesi gereken bir şey.
Tazminatlar gündemde. Her borcun iptali ile başlamalı. Tazminatlar şunu söylemeli: Siz bize borçlusunuz, biz size değil. Değil mi? Afrika’nın borçlarının iptali. Yani üzerinde çalışılabilecek pek çok şey var. Temelde şu ya da bu şekilde taraf tutmayacağım. Bu, Birleşik Devletler’deki siyahi hareket içinde büyük bir tartışmanın sonucunda ortaya çıkmalı. Naçizane fikrim, bu bir nakit ödeme olmalı ve yalnızca bir kereye mahsus olmamalı.
BRICS hakkında bir soru. Başta Brezilya olmak üzere tüm bu ülkeleri bir araya getirmek zor. Örneğin Brezilya ve Küba’nın Rusya ya da Çin ile çok fazla ortak noktası yok. Peki sizin görüşünüz nedir ve sizce ABD’ye karşı hegemonya kurarak iyi bir şey mi yapıyorlar? Yoksa potansiyel yeni bir bağlantısızlar hareketinin alanını mı yok ediyorlar?
Filistin konusunda ne yaptıklarına bir bakın! Bir bakın onlara! Brezilya nerede? Hepsi İsrail’den yeni gözetleme biçimleri, yeni askeri teçhizat biçimleri, insansız hava araçları vb. anlamında fayda sağladı. Sadece İsrail’in Filistin’de yaptıkları değil, uzun yıllardır dünyanın dört bir yanında yaptıkları. Afrika’da yaşadım, nereye gidersem gideyim İsrailliler güvenlikle ilgileniyordu, oradaydılar. Kenya’da, Nijerya’da İsraillilerin varlığını, askerleri eğittiklerini ve güvenlik personeli sağladıklarını görünce şaşırdım.
Yani hayır, BRICS bir alternatif değil. Bence solun bir kısmının ABD’nin düşmanının dostumuz olduğuna inanması çok talihsiz ve çaresizliğin bir işareti.
Arjantin’de kadınlarla, özellikle de Ni una menos’tan kadınlarla çok çalışıyorum. Muhtemelen Verónica Gago ve Luci Cavallero’yu tanıyorsunuzdur; borç, borç ekonomisi ve mücadele konularında gerçekten önemli çalışmalar yaptılar. Çok önemli bir ayrıntı, Çin’in Arjantin’deki yatırımları üzerine yaptıkları çalışmalardan geliyor. Çin’in Arjantin’de ne zaman bir projeye yatırım yapsa, sahadaki insanların Uluslararası Para Fonu ile uygun bir ilişki içinde olduğundan, projenin Uluslararası Para Fonu’nun bölgeye yönelik programının kapsamı içinde olduğundan emin olmak istediklerini tespit ettiler. Bu benim için göz açıcı bir durum.
Onlar kapitalizme alternatif değiller. Onlar çok güçlü birer kapitalist ülke. Çin’in inanılmaz derecede acımasız çalışma koşullarını biliyoruz. Foxconn’u hatırlıyoruz. İnsanlar bir mücadele biçimi olarak intihar tehdidinde bulunurlardı. Foxconn’un binasının çatısına koruma koyarlardı, çünkü insanlar yukarı çıkıp atlamakla tehdit ederlerdi. Çalışma koşulları acımasız, bu bir tür kölelik. Uzun yıllardır dünyanın her yerinde ölüm cezasına karşı bilgi toplayarak mücadele ediyorum. Çin her yıl yaklaşık 2000 proleteri idam ediyor.
Çin bir alternatif değil, ya da diğer BRICS ülkeleri. Hindistan mı? Hindistan kast sisteminin vahşi bir savunucusu, bir mülksüzleştirme makinesi, tamamen toprakları mülksüzleştirme süreciyle meşgul. Özetle, hayır, BRICS bir alternatif değil. Onlar sadece sermayenin insan ve kaynak sömürüsünün farklı bir eklemlenmesidir.
Latin Amerika ve Afrika’da aşırı sağcı Evanjelistlerin rolüne işaret ettiniz. Ne yazık ki sol bunların ne kadar tehlikeli olduğunu anlamış değil. Milei’ler üretiyorlar, Bolsonaro’lar üretiyorlar, Trump’lar üretiyorlar. Dünya için çok büyük olan bu tehlikeye dikkat çektiğiniz için çok memnunum. Şimdi, bunu söyledikten sonra, söylediğiniz bir şeyi aklım almıyor, şu anda İtalya’nın en büyük sorununun Almanya’daki 50 üsse karşılık 140 üs olduğu. Ben de ABD üsleriyle dolu olan Yunanistan’dan geliyorum ve oradaki hükümet neoliberal sağcı bir hükümet. Bana göre çok sayıda ABD üssüne sahip olmak ve ABD’nin yeni-sömürgesi olmak daha ziyade geleneksel sağın yaptığı bir şey. Tüm dünyadaki aşırı sağcıların NATO’ya karşı olduğunu unutmayın. Orban, Vučić, Le Pen, Almanya’daki AfD ve onların sözde sol ideolojik ortağı Wagenknecht’i düşünün, hepsi NATO’ya karşı. Meloni ve Salvini ile ilgili en büyük sorun, insanların Akdeniz’de boğulmasına izin vermeleri, eşcinsel bir birey olarak haklarımı kısıtlamaları ve tipik faşistler olmaları. Yani Meloni benim gözümde ABD üsleri yüzünden kötü değil. O kötü çünkü insanların Akdeniz’de boğulmasına izin veriyor ve bundan mutlu oluyor.
Söyler misiniz, Avrupa Birliği’nin göçmenlere yönelik politikası nedir? Uzun yıllardır Avrupa Kalesi olarak bildiğimiz şeyi inşa ettiler. İtalya’da göçmenler konusunda neler oluyor? Kesinlikle, göç meselesi İtalya’da ve her ülkede büyük bir skandal. Ama bu politika nereden geliyor? Avrupa Birliği’nden geliyor, sadece faşistlerden değil. Avrupa Kalesi, göç politikası, sadece birkaç sağcı ülke tarafından inşa edilmedi. Aslında olduğu gibi Amerika Birleşik Devletleri’nde inşa edildi.
Örneğin Trump tüm göçmenleri sınır dışı edeceğini söyleyerek övünüyor. Ancak Kamala Harris ajan sayısını muazzam bir şekilde arttıracağını söylüyor. Meksika ile zaten tamamen militarize bir sınırımız var. Askeri bölge gibi. Yine de önerisi daha fazla ajan. Biden göçmen meselesini gerçekten değiştirmek için hiçbir şey yapmadı. İtalya’da, Avrupa’da, farklı ülkelere gelen göçmenlerle ilgili yönergeleri, koşulları ve sınırları belirleyen gerçekten Avrupa Birliği olmuştur. Evet, biz bu dehşete karşıyız.
Söyler misiniz, Meloni’nin yükselişinden önce göçmenlere yönelik politika neydi? Partito Democratico da aynı politikaya sahipti. İtalya uzun yıllardır ülke genelinde göçmenlere karşı bir savaş yürütüyor. Ayrıca Güney’de mafya örgütlerinin kontrolü altında neredeyse kölelik koşullarında çalışan Afrikalı işçilere yapılan muamele de buna dahil. Benim işaret etmeye çalıştığım şey, İtalyan hükümetinin ve diğer Avrupa hükümetlerinin bir bakıma sömürge hükümetleri olduğudur. Tehlikeli olmadıklarını söylemiyorum, ancak ülkeyi yöneten gerçek güçlerin hangileri olduğunu göz ardı edersek hata yaparız.
Yunanistan’ın şu anda çok sağcı bir hükümete sahip olduğunu biliyorum ama aynı zamanda Yunanistan’ın İngiltere ile olan tarihini ve iç savaşını da biliyorum. Girit’te Rosa Nera’da3 bulundum ve o sırada orayı yöneten yoldaş, Amerikan deniz üslerinin Girit kıyılarına konuşlandırılmasına karşı mücadele ettiği için yedi yıl hapis yatmıştı. Bence NATO’nun, ABD’nin Avrupa’daki çok güçlü varlığına ilişkin bu soru, İtalyan hareketlerinin gündeme getirmediğini düşündüğüm bir sorudur. Faşizme tabii ki hayır ama göçmenlere karşı zulmü başlatan onlar değil. Sesleri daha yüksek çıkıyor olabilir ama aslında zulüm ve sınırlamalar, Meloni ile birlikte faşist bir hükümetin ortaya çıkmasından çok uzun bir süre öncesine dayanıyor.
Silvia Federici (Parma -İtalya-, 1942) önde gelen feminist akademisyenlerden ve aktivistlerden biridir. New York Eyaletindeki Hofstra Üniversitesi’nde kıdemli profesör ve öğretim görevlisidir. 1972’de, dünya çapında Ev İşleri için Ücret kampanyasını başlatan örgüt olan Uluslararası Feminist Kolektif’i kurdu. Nijerya’da bir süre öğretim ve araştırma yaptıktan sonra, 1990’larda küreselleşme karşıtı hareket içinde yer aldı. En ünlü kitabı Caliban ve Cadı Türkçe dahil 20’den fazla dile çevrilmiştir.
Corpus Dergi‘nin Notları
(1) Bu metin, ISSA2024: Birlikte Yaşamak katılımcıları ve Silvia Federici arasında, 7 Ekim 2024’te Vis Adası’nda geçen sohbetin bir dökümüdür. Sohbeti yazıya döküp düzenledikleri için Morana Trenta, Timon Mürer ve Niall Kennedy’e ve sorularıyla sohbete dahil olan ISSA katılımcılarına teşekkürü borç biliriz.
(2) ISSA’daki söyleşiyi iki bölüm olarak ve yeniden düzenlenmiş şekilde yayımlıyoruz. Yer yer söyleşi mekânıyla ilgili detaylar gibi kısımlara yer verilmemiştir ve bunlar köşeli parantez ile gösterilmiştir. -ed.n.
(3) Hanya’da bir işgal evi. -ed. n.
Orijinal Başlık: Conversation with Silvia Federici
Türkçeye Çeviren: Elifnaz Yüksel
Editör: Uğur Şen
Redaksiyon: Bekir Demir