GÜLFER AKKAYA yazdı: “Dersim’i çıbanbaşı olarak gören Mustafa Kemal, orayı havadan yerle bir ettirirken yine katliamla köklerinden kopartılmış bir başka kadınla karşılaşacağız: Sabiha Gökçen. Sabiha Gökçen, Dersim katliamı sırasındaki ‘üstün başarısı’ nedeniyle en yüksek askeri madalyayla ödüllendirilecekti.”
GÜLFER AKKAYA
“Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?”
Seyit Rıza, Ankara’dan kendisini idam etmek için gönderilen İhsan Sabri Çağlayangil’e sorar bu soruyu.
Dersim katliamını bu kadar iyi anlatan başka bir cümle olamaz.
Bir anlığına kendinizi Çağlayangil’in yerine koyun. Ve az sonra mahkeme diye kurulan tezgahla karşınızdaki insanı idam edeceksiniz. O kişi yüzünüze bakıp size “Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?” diye soruyor.
Nasıl hissederdiniz?
Sizi bilmiyorum ama Çağlayangil’in nasıl hissettiğini devam eden cümlelerinden çıkartmak mümkün.
“Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü. Savcı, namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk. ‘Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz’ dedi… Seyit Rıza'yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza, meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. ‘Evlâdı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi.”
Seyit Rıza, Mustafa Kemal ve ekibinin planının Dersim’i yok etmek olduğunu elbette biliyor. Ama bunu durdurabilecek askeri ve örgütlü güce sahip değil. Zaten 9 Temmuz’da Alişer ve Zarife Hanım da katledilmiştir.
Dersim’in yok edilmesi için sadece katliam planlanmamıştı, katliamdan sağ çıkanların önemli bir kısmını tenkil bekliyordu. On yıl süreyle Dersim’e dönememek bekliyordu.
Hiç bilmedikleri kentlerde, hiç tanımadıkları kültürden insanlarla, bilmedikleri dilden “komşularla” beraber yaşamak bekliyordu. Üstelik daha kendileri gelmeden korkutucu namları gelip yerleşmişti tenkille sürüldükleri yerlere.
Dersimi yok etme planları katliam, tenkil, idamlarla da sınırlı değildi. Osmanlı devamcısı Cumhuriyet’te de oyun çoktu.
Annelerinin kucaklarından kopartılıp alınan 5 ile 10 yaşındaki kız ve oğlan çocukları Cumhuriyet’in beslemeleri, öksüzleri olarak yaşamak zorunda kalacaklardı.
Askerlerin tecavüzüne uğramamak için uçurumlardan atlayan, ırmaklarda boğulmayı göze alan kadınların çocuklarını ganimet mantığı ile kadınlardan söküp alan Cumhuriyet Dersim’in Kürt-Alevi çocukları için birkaç asimilasyon planı daha devreye sokacaktı.
Planlardan biri kız ve oğlan çocuklarını Elazığ’da yatılı okullarda okutarak kendi kültüründen kopartıp Türk ve Müslümanlaştırmaktı. Çocuklara verilen eğitimin esas amacı asimilasyondu. Anadilleri olan Zazaca ve Kürtçe unutturulup Türkçe öğretiliyordu çocuklara. Hafızaları silinerek geçmişlerinden, ailelerinden, akrabalarından, doğdukları yerden kopartılıyorlardı.
Bir diğer plan sadece kız çocukları için hazırlanmıştı. Sağlıklı ve güzel kız çocuklarının üst ve ast rütbeli subaylara verilmesi… Böylece bu kızlar Cumhuriyet’in militarist ailelerinde besleme olarak hayatta kalacaklardı.
Bu ailelerde asimile edilirken bir yandan da kimliksizleştirilecek, hor görülüp aşağılanacak, yanı sıra kaba şiddet göreceklerdi.
Cinsel tacizden, tecavüze dek her türlü cinsel saldırıya uğrayacaklardı. Ve tüm bunlara rağmen Sıdıka Avar gibi Türkçü misyonerler Türkçe öğrettikleri kız çocuklarını ‘ana’laştırarak Türk aileleri kuracak, Dersim katliamı döneminde Başbakan olan İsmet İnönü’nün torunu Gülsün Bilgehan gibi şovenist katliam aklayıcı ise ‘sürgünler olmasa kızlar ortaçağ koşullarında kalacaklardı’ diyebilecekti.
Kadınlara tecavüz ettikten sonra katledip, onlardan kız çocuklarını çalarak bu kızları evlerine götürüp “medeniyetle buluşturan” askerler aynı zamanda o kızların annelerinin katiliydi.
Dersim’i çıbanbaşı olarak gören Mustafa Kemal, orayı havadan yerle bir ettirirken yine katliamla köklerinden kopartılmış bir başka kadınla karşılaşacağız: Sabiha Gökçen.
Sabiha Gökçen, Dersim katliamı sırasındaki “üstün başarısı” nedeniyle en yüksek askeri madalyayla ödüllendirilecekti. O madalya ki Dersim’e “medeniyeti” götüren aynı erkeklerin elleriyle takılmıştı Gökçen’in yakasına. Zaten Gökçen de o “medeni erkek ellerini, medeni bir kadın olarak” minnetle, tek tek öpmüştü katliamda kendisine görev verdikleri için.
Yıllar sonra bir gazeteye verdiği röportajda "Dersim’deki ilk bombardımanın heyecanını unutamam. Dersim'i acımasızca bombaladım. Canlı hedef üzerine bomba atmak insana hiç acımak hissi vermiyor" diyecekti.
Oysa yaşadıkları olabildiğince acıydı. Dersim katliamı birçok yanıyla ibretlik ve her katliam gibi insanın içine dokunan bir katliam. Ama istesen de gözlerden kaçmayacak önemli bir ayrıntı var.
Uçaktan aşağıya acımasızca attığı bombalar sonucunda kimsesizleştirilecek olan Kürt kızlarının yatılı okullar ya da üst düzey askerlerin evlerine pay edilerek asimile edilmesiyle Sabiha Gökçen’in kaderi birbirinin aynısıydı. Yazıcılar aynı kaderi Sabiha Gökçen için de yazmışlardı.
Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen ile rütbeli subaylara verilen manevi Kürt kızlarının durumu esasta aynıydı.
O da Ermeni’ydi; kendi toplumundan, kültüründen koparılıp alınmış, Türkleştirilip İslamlaştırılmıştı.
Gerek Sabiha Gökçen, gerekse Dersim’in kayıp kızlarının hayatlarına bakınca görülen şey bu nedenle medeniyet palavrasından çok daha başka ve ağır bir şey.