Serpil KEMALBAY yazdı – Geçmişe nazaran daha fazla insan birbirini dinlemeye, anlamaya çalışıyor ve hep beraber demokratik bir topluma kavuşmak için işbirliği yapmaya çaba gösteren milyonlarca insan olduğunu unutmayalım. Barışı ve demokrasiyi inşa edecek güç de, sömürüye ve sömürgeci politikalara son verecek olan güç de yukarılarda değil tam da buralarda, halkın bağrında.
Newroz vesilesiyle Kürt sorunu, siyasi iktidar ve çözüm önerileri gündemli bu yazıyı kaleme alırken Kocaeli milletvekilimiz Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği bir twit bahane edilerek açılan davada ceza verilip düşürüldü ve aynı gün Yargıtay Cumhuriyet Başvcılığı HDP’ye kapatma davası açtı. Türkiye bir kaç gündür bunu konuşuyor, Ömer Faruk Gergerlioğlu Meclis Genel Kurulu’nda başlattığı herkes için adalet nöbetine Meclis’te HDP grubunda devam ediyor. Milletvekilleri olarak bizler de bu nöbete geceli gündüzlü katılıyoruz.
Yıllar geçiyor, köprülerin altından çok su geçiyor ama Türkiye’de dönüp dolaşıp gelinen yer aynı; inkar, yasak ve güvenlikçi politikalar.
Egemenler Kürt sorununun demokratik çözümüne bir türlü yanaşmıyor. 20 milyonu aşkın Kürt’ün eşit yurttaşlık talepleri karşılanmıyor, kendi kendilerini yönetme iradeleri tanınmıyor. Belediyeleri kayyımla gasp etmeyi, seçtikleri vekilliklerin düşürülmesini hatta Kürtlerin sahiplendiği, ‘partim’ dedikleri partilerinin kapatılmasını kendinde hak gören bir devlet anlayışı var. Defalarca denedikleri ve sonuç alamadıkları halde şiddet politikalarıyla Kürt siyasi iradesini tasfiye etmeye, Kürt halkını asimile etme ısrarına devam etmeleri anlaşılır bir şey değil. Sonucu belli olan bu yöntemlerde neden ısrar ediliyor? Bizim görebildiğimizi onlar göremiyor mu? Görüyorlar elbette ancak onlar çözümsüzlüğü seçiyorlar.
Toplumun çıkarlarını kim savunacak?
Dünyada pek çok çatışma çözüm modeli varken bizde 2013’de başlatılan sürece isim koymakta ne çok zorlanıldı, boşuna değildi. Şeffaf olmayan, toplumdan kaçırılarak bir diyalog süreci yürütüldü. Şu anda HDP’ye ve HDP’li siyasetçilere silah olarak doğrultulan bu görüşmeler ve barış için rol alan siyasetçilerin çalışmaları olmaktadır. İmralı ve Kandil’le diyaloğu başlatanlar sanki bu işleri HDP’li siyasetçiler kendi başlarına yapmış gibi faturayı kesiyorlar. Bunu gören muhalefet partileri ise çözüm sürecinin neden doğru işletilmediğini, şeffaf yürütülmediğini sorgulamak, neden barış imkanlarının heba edildiğinin hesabını sormak yerine; hükümetin bu çifte standardından yola çıkarak ‘siz de oradaydınız, siz de suç işlediniz’ demeye getiriyor. Muhalefetin bastırmasının ardından ise AKP tarafından görüşmelerin Kürt sorununun demokratik yollarla çözümü için değil, Kürt siyasetini ‘tasfiye’ etmek için başlatıldığı açıklamaları yetkili ağızlardan geliyor. AKP’nin daha baştan niyetini ortaya koyuşu yanı sıra muhalefetin de bütün bu yaşadıklarımızdan öğrendiğine, ezberciliği bir tarafa koyup yaşananları değerlendiren bir muhalefet aklına, bu yılların denklemini çözecek bir bilinç yükselmesine sahip olduğunu da söylemek mümkün değil. Kürt sorunu Türkiye’nin demokrasi sorunudur ve bunu bir örgüt sorununa indirgemek, şiddet ile açıklamak meselenin gözlerden kaçırılmasından, çarpıtılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Sadece iktidar partisi için değil Kürt sorununun demokratik çözümünde savaş ve çatışmadan başka bir yol tanımayan hangi parti olursa olsun buradan sonuç alma şansı yoktur. 40 yıldır denenmiş yöntemlerde ısrarın akılla irfanla açıklanabilecek tarafı yok. Aslında şovenizmi, ırkçılığı, militarizmi yıllardır besleyen, büyütenler, bu kutuplaşmanın konforundan, iktidar imkanlarından yararlanmaya devam etmek istiyorlar. Çıkarlarını burada görüyorlar. Türkiye’nin barış içerisinde bir arada yaşaması, sorunun çözülmesi için belki de siyasi partilerin tabanlarının bu konforu terk etmeye onları zorlaması gerekiyor. Yoksa kendilerine “devlet” diyen birtakım güçlerin Türkiye halklarının kaderini böylesine sorgusuz sualsiz belirleyebilmesi, manipüle edebilmesi karşısında toplumun çıkarları ne olacak? Toplumun çıkarlarını kim savunacak? Toplumdan başkası değil.
Her fırsatta ellerinde tuttukları devletin gücünü kullanarak kendilerine iktidar devşireceklerini düşünenleri durduracak bir siyasete ihtiyaç var. Belki de HDP’nin biriktirdiklerinin bu kadar değerli olmasını sağlayan şey de burada gizli. Muhalefet partileri dediğimiz partilerin tabanlarına da başka bir siyasetin mümkün olabildiğini görme imkanı tanıyor. Aşırı bir iyimserliğe kapılmamakla beraber gelinen aşamada toplumun muktedirlerin dayattığı kutuplaşma siyasetinden uzaklaşma eğilimleri giderek güçleniyor. Pek çok insan farklılıkları birleştirici ve barış içinde yaşamı öneren siyasete kulaklarını açmış görünüyor.
Ekonomik kriz ve pandemi koşulları sınıfsal uçurumu daha da büyütüyor
Öte yandan Türkiye’de iş, aş meselesinin bu kadar önem kazandığı, ekonomik sorunların devasa boyutlara ulaştığı günlerde hükümetin şok edici siyasi darbeleriyle başımızı siyasi alana çevirmeye zorlansak da hayat bize şunu söylemeye devam ediyor. Ağır bir ekonomik krizin damgasını vurduğu bir dönemden geçiyoruz. Türkiye artan işsizliği, yükselen enflasyonu, pahalılığı yaşıyor. Elbette kapitalizmin krizi bütün dünyanın gündeminde ve Türkiye’nin de sadece kötü yönetimin değil aynı zamanda küresel krizin de etkisi altında olduğunu unutmamak gerekiyor. Büyük insanlık kapitalist düzenin iş piyasasından, geçim imkanlarından, yaşam alanları olan havadan, sudan, topraktan söküp attığı vahşi sömürü çarklarının dişlileri arasında eziliyor. Bizde de 20 yıldır neoliberal politikaların azgınca uygulanmasının yarattığı sonuçlar daha açık bir şekilde kendini göstermeye başladı. Türkiye’de siyasi iktidarın yürüttüğü inşaat ve enerjiye dayalı politikalar, halkı iliklerine kadar sömüren rantçı sistem AKP’nin desteğini her gün eritiyor. Bölgesel eşitsizlikleri büyüten, kadınların daha fazla ekonomik eşitsizliklere maruz kaldığı, yoksulluğu derinleştiren, işsizliği büyüten ve kronik bir mesele haline getiren yapısal sorunlar artıyor. Geçinemediği için intihar edenlerin, kilitlenen bebek mamalarının, pazar çöplerinden yiyecek arayanların sefaleti; pandeminin de krize eklenmesiyle şok edici şekilde yarattığı güvencesizlik, gelir kaybı kıskacındakiler, borç sarmalındaki insanlar umutsuzluk yaşıyor. Geçinemeyerek intihara sürüklenenlerin, sınırlarda boğularak, donarak yaşamını yitirenlerin, selde, depremde, mevsimlik işe giderken asfalt kenarlarında ölümlere sürüklenenlerin ağırlığını hayatımızın her anında hissediyoruz. Dünyada ve bizde de ekonomik kriz ve pandemi koşulları sınıfsal uçurumu daha da büyütürken küresel krizin sonuçları her tarafta tepkilere yol açıyor. Dünya sisteminin sorgulanmaya başlandığı günlerden geçiyoruz. Türkiye’nin demokrasi sorununa çarpan etkisi yaratan bu sınıfsal çelişkiler prizmasından bakabilirsek doğruyu, yanlışı ayırt etme imkanına daha fazla sahip olabiliriz.
AKP’nin bir zamanlar siyasal İslamın temsilcisi olarak müesses nizam için tehdit olarak algılansa da uzun zamandır bu “devletin sahipleri” arasında olduğunu biliyoruz. Kürt halkının taleplerini şiddetle bastırma politikalarına kendilerinden öncekilerden daha büyük bir iştahla soyundular. 2014’den bu yana yürüttükleri siyaset söyledikleri gibi bir “terörle mücadele” değil Kürt halkının siyasi iradesinin darbelenmeye çalışılması oldu. Bunun en açık göstergesi zindanlarda 5 bini aşkın HDP’li olmasıdır. Girenler, çıkanlar, sürgünlerle beraber baktığımızda on binlerden bahsedebiliriz.
Şimdi buraya bir parantez açarak sormak gerekir. Muhalefetteki siyasi partiler bu durumu nasıl değerlendiriyor? Türkiye’nin sorunlarını çözeceğini iddia eden partilerin kayyımlara, zindanları dolduran siyasi tutsaklara gözlerini kapaması gerçek bir demokratik toplum arzuladıkları konusunu sorgulamayı ve bugünden bu duruma dair önlem almayı gerektiriyor. Aynı şey sınıfsal meselelerde de karşımıza çıkıyor. Kürt halkı kadar işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarının da bu görünmezlikten payını aldığını da unutmamak gerekiyor.
AKP-MHP iktidarında cisimleşen statükocu koalisyon Türkiye’nin kaynaklarını, varlıklarını bir yandan uluslararası tekellere, yerli işbirlikçilere, yandaşa peşkeş çekerken, eşzamanlı olarak savaş sanayine yatırım yaparak, sınır dışına asker göndererek, devlet dışı aktörlerle askeri işbirliklerine giderek bölgedeki savaşı körükleyerek halkın vergilerini militarist politikalara, çatışmacı dış siyasete ve onu sonuçlarına harcıyor. ‘Beka sorunumuz var’ diyerek sürdürülen güvenlikçi politikalar aslında Kürtlere kayyım, cezaevi, işkence getirirken, Soma-Uyar işçilerinin karşısına alay komutanı olarak çıkıyor, Boğaziçi Üniversitesine kayyım rektör, Migros işçisine KOD29 olarak arzı endam ediyor. Kayı inşaat işçilerinin önüne Erdoğan olarak, Van’da halkı potansiyel suçlu ilan ettiği için elektrik saatlerini elektrik direklerinin tepesine asan VEDAŞ oluyor, Mersin’de avurtları çökmüş bir balıkçıyı ağlarına düşüren “kabzımal” ya da yaş meyve sebze toplamaya gitmek için 16 kişilik minibüste 40-50 kişiyi taşıyan “elçi” oluyor.
Devletin güvenlikçi politikaları ile yüzleşmeden, iktidarın savaş tezkerelerine dur demeden, HDP’yi tecrit etme politikalarına karşı net ve cesur tutum almadan, sınıfsal meseleleri dert etmeden birlikte ya da tek tek kurtuluş görünmüyor.
AKP’nin oyları her geçen gün eridikçe her yana saldırıyor. AKP-MHP faşist bloğunun iktidarı muhalefetin bir arada durma konusunda geçmişten bir tık daha fazla yetenek göstermesiyle sarsılsa da devrilmiyor. Siyasi iktidar gayri hukuki şekilde bir milletvekilinin milletvekilliğini düşürmesinin, 6 milyon oy almış demokratik bir parti hakkında kapatma davası açmasının yankıları sürerken bu sefer kararnameyle kadınların üstüne titrediği uluslararası bir sözleşmeyi, İstanbul Sözleşmesi’ni iptal etti, Gezi parkını İBB’den alarak vakıflara devretti, Merkez Bankası başkanını görevden aldı. Tek adam sistemi bu şekilde etrafa kamçı savurarak kendini sürdürme peşinde. Onu 31 Mart’ta yerel iktidardan uzaklaştıran güçlerin, şimdi daha yaratıcı, daha yenilikçi ve halkçı politikalar gütmesine ihtiyaç var. Bunu sağlayacak olanlar ise muhalefetin kurumsal yapılarını zorlayacak, hatta aşacak olan halktan başkası değil. HDP burada oynadığı kilit rol ile faşist bloğa karşı muhalefete güç pompalıyor, gerektiğinde bağrına taş basarak, zaman zaman lahavle çekerek ama ses etmeyip yutkunarak köprüleri korumaya, barış ve demokrasiye imkan yaratmaya çalışıyor. Ancak bütün bu çabaların demokrasi güçlerini büyütmeye, toplumun bütün kesimlerinde hissedilen değişim talebini besleyecek şekilde daha fazla siyasallaştırılmaya, geliştirilmeye ihtiyacı var. Şimdilik elimizdekileri fazla abartmamak kaydıyla belki şunu söyleyebiliriz. Yakın zamana kadar farklılıkları reddeden ve herkesi kendine benzetmeye çalışan toplumsal algı yaygındı. Şimdi bu gerçeklik tepetaklak olmuş değil ancak insanlar kendini çevreleyen bu farklılıklarla bakışmaya başladı. HDP siyaseti ise sınıfsal çelişkilerle kimlik üstünden gelişen taleplerin birbiriyle çakışan yanları, bağlantıları üstünde daha fazla durmaya çalışıyor. Geçmişe nazaran daha fazla insan birbirini dinlemeye, anlamaya çalışıyor ve hep beraber demokratik bir topluma kavuşmak için işbirliği yapmaya çaba gösteren milyonlarca insan olduğunu unutmayalım. Barışı ve demokrasiyi inşa edecek güç de, sömürüye ve sömürgeci politikalara son verecek olan güç de yukarılarda değil tam da buralarda, halkın bağrında.