Milliyetçi-Faşizan Ülke Manzarası ve Sol
Kendime bir konuda kızıyorum. Anlatayım. Selahattin Demirtaş’ın adaylığı açıklanmadan önce yakın bir dostumla “acaba HDP nasıl bir aday göstermeli?”, “hangi strateji izlenirse maksimum oy elde edilebilir?” gibi bir takım soruları speküle etmekteydik. “Bu seçim Kemalizm’in vesayetinden kurtulmuş, kitlesel, gerçek bir sol alternatif yaratma adına bir dinamik olabilir mi?” sorusundan yola çıkarak “sağcı iki aday karşısında HDP, son yıllarda Kürtlerle yan yana gelmemiş olan Türk Alevilerin, sosyal demokratların veya bir şekilde kendini solda gören veya ezilmiş hisseden diğer bazı kesimlerin de oyunu alabilecek bir aday gösterebilir mi?” sorusunu sordum. Bu sorulara verdiğim yanıt, sözgelimi, “Türk, Alevi, sosyal demokrat” kimlikte birinin adaylık için münasip olabileceğiydi.
Kendini solda gören biri olarak, -tüm ezilenlere olduğu gibi- Selahattin Demirtaş’a ve Kürt hareketine olan tüm muhabbetime rağmen, kitleselleşmek adına, stratejik olarak gösterilmesi gereken adayın Kürt Hareketi dışından bir aday olabileceğine getirmiştim mevzuyu. Kendime kızdığım nokta tam da burada. Fark ettim ki sosyalist solu temsil iddiasındaki bazı partilerin bile Demirtaş’a desteğini sunmadığı veya yarım ağız sunduğu bir siyasi konjonktürde, bir solcu olarak bu tür bir beyin jimnastiğini yapmak bile bir hata imiş. Bugünkü Türkiye tablosunda devletin bir numaralı koltuğuna oturması gereken aday tam da –İhsanoğlu’nun kampanyasına nispetle söylersek- Kürdistan’ın yiğit evladı Selahattin Demirtaş’tır!
İşaret ettiğimiz Türkiye tablosunu bir kez daha hatırlatalım. Zira bazı şeyler çabuk unutuluyor.
Hatırlatalım. Türkiye demokrasi kültürü bağlamında ne bir İsveç ne de bir Avustralya. Türkiye 2014 yılında hâlâ faşizan bir linç kültürünün hâkim olduğu bir ülke! Legal parlamenter siyasete yeterli ağırlığı vermediği gerekçesiyle eleştirilen HDP, Urla, Aksaray, Giresun, Fethiye gibi yerlerde parti teşkilatı kurmak ve seçim çalışması yapmak için adım attığında linç girişimlerine maruz kalmıştır. Bu linç girişimleri toplumun geniş kesimleri tarafından “ee onlarda hak etti” seviyesinde karşılanmış, kolluk güçleri linççilere yeterli karşılığı vermemiştir.
Hatırlatalım. Türkiye hukuk bağlamında ne bir Fransa ne de bir Danimarka. Türkiye 2014 yılında hâlâ “hukukun üstünlüğü” ilkesi yerine “polis devleti” düsturunun hâkim olduğu bir ülke! Kürt hareketine mensup on bin (evet on bin) kişi KCK davasından 5 yıl hapis yatmış durumda.
Hatırlatalım. En önemlisi, Türkiye çoğulculuk kültürü bağlamında ne bir Almanya ne de bir Kanada. Türkiye 2014 yılında zenofobyanın hakim olduğu, ondan beteri zenofobyanın normalleştiği bir ülke! Türkiye tespihten çok bayrağın sallandırıldığı bir ülke. Türkiye kendin, sağcı veya solcu olarak tanıtması fark etmez göğsünü gere gere “milliyetçiyim”, “ulusalcıyım” diyebilen insanların olduğu bir ülke. Bu doğrultuda sağcısının da “solcu”sunun da milliyetçilikte birleşmesi hasebiyle Kürt hareketine destek verenlerin, Kürt kimlik haklarını savunanların toplumun kahir ekseriyetince “terörist”, “vatan haini” ilan edilip marjinalize ve kriminalize edildiği bir manzarayla karşı karşıyayız.
Bahsettiğimiz bu faşizan kuşatmayı Kürtlerle yan yana durup göğüslemek yerine, marjinalize ve kriminalize edilmeyecekleri, deyim yerindeyse “konforlu” solculuk yapabilecekleri milliyetçi ve ulusalcı saflarda duranlar sorumsuzca iki konuda Demirtaş’a ve HDP’ye karşı bir kampanyaya dâhil olmuş durumdalar: Gezi ve Soma. Yürütülen kampanya “Kürtler Gezi’de yoktu – Demirtaş Gezi’ye darbe dedi ” ve “Sırrı (HDP) Soma’da neredeydi?” söylemleri etrafında dönüyor. Bu konuya bir parantez açmakta fayda var.
Demirtaş Karşıtı Kampanya ve Sol
İlk olarak şu notu düşelim: Gezi’yi popülist siyaseti gereği “komple bir darbe” olarak değerlendiren ve tüm algı operasyonunu bunun üzerine kuran bir Erdoğan iktidarı ve yandaş medyası, buna ek olarak Kürt Hareketine karşı pusuda bekleyen Odatv.com, Sol.org.tr gibi “sol” yayın organları mevcutken, Demirtaş’ın Gezi açıklaması manipülasyona mahal vermeyecek ölçüde titiz olmalıydı. Bu notu düştükten sonra Gezi iddialarına yanıt verelim. Bir, Kürtler Gezi’de vardı. BDP örgütlü bir şekilde, bayrağı-flamasıyla Gezi’deydi. Ek olarak Kürtler Gezi sürecinde heyecanlıydılar. Çünkü aynı zamanda Lice’deydiler ve yıllardır süren yalnız bırakılmışlıkları karşısında kendilerine ilk defa kendilerine selam gönderen bir kesimle tanışmanın heyecanındaydılar. İlk defa bir kesim “yıllardır bize Güneydoğu’yu anlatan da bu medyaydı” tespitinde bulunmuştu. İki, Demirtaş, Gezi’ye darbe dememiş, bilhassa Gezi’deki demokratik taleplerin arkasında durduğunu beyan etmiştir. Her halükarda Demirtaş’ın söylemindeki darbe mevzusuna bir mercek tutalım. Demirtaş, Gezi’den darbe çıkarmak isteyen grupların mevcudiyetine dikkat çekmiş, hükümetin bu şekilde devrilmesine karşı olduğunu söylemiştir. Şimdi Gezi’ye giden bir solcu, oradaki İşçi Partisi, TGB, Türksolu, Genç Türk gibi darbe konusuyla ilişkileri –en azından- şaibeli odakların mevcudiyetine; askeri bir kışladan bir erin Gezicilere maske vermesi ve bir park mevzusu yüzünden bir askerin bir polisle tartışması gibi durumların sosyal medyada “asker de bizim yanımızda” diye köpürtülmesine; -en basitinden- her yerde atılan veya atılmak istenen “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” gibi bir sloganın mevcudiyetine karşı bir kuşku beslemiyorsa, bu kesimlerle göğsünü gere gere yan yana duruyorsa, evvela kendi solculuğunu, Kemalizm, milliyetçilik ve darbeyle mesafesini sorgulamakla işe başlayabilir. Bereket, Gezi’ye bu hassasiyetleri gözeten ve tetikte olan solcu bir zihniyet hâkimdi ki Gezi’nin ulusalcı, darbeci zihniyetler tarafından manipüle edilmesi mümkün olmadı. Böylece Gezi’nin, ikinci bir cumhuriyet mitingine dönüşüp heba olması riski bertaraf edildi. Diğer bir ifadeyle söylersek, Gezi’de baskın gelen zihniyet, meşhur Gezi şehitleri resmine Medeni Yıldırım’ı koymayan zihniyet değil, Türk bayrağı taşıyan gruplara “diren Lice Taksim seninle” sloganı attırabilen zihniyet oldu.
Demirtaş’a karşı yürütülen Gezi kampanyasıyla ilgili bu notu düştükten sonra bir hususu teslim edelim. Kürtler Gezi’de örgütlü bir şekilde vardıysalar da BDP’nin tüm gücünü Gezi’ye sarf etmediği bir sır değil. Veya Demirtaş darbe demediyse de BDP içinden Sırrı Sakık gibi isimlerin Gezi’yi -Erdoğan’ın ağzıyla- komple bir darbe sınıfına soktuğu veya Kürtlerin Gezi’ye kuşkuyla yaklaştıkları birilerinden gizlenen durumlar değil. Sırrı Sakık gibi Gezi noktasında kraldan çok kralcılık yapan isimlerin günahları kendi boyunlarına. Fakat Kürtlerin Gezi’ye kuşkuyla yaklaşması mevzusuna bir mercek tutmak gerekir. Gezi’yi Türkiye’nin demokratikleşmesi, sol değerlerin daha yayılması olarak bir dinamik olarak görmeyip onu aşırı idealize edenlerin kaçırdığı bir nokta var. Gezi’de ideolojik-kültürel hegemonyayı yukarıda bahsettiğimiz üzere sol ve demokrat güçler elinde tutmuştur. Fakat sayısal olarak Gezicilerin çoğunluğu bu kesimlerden mürekkep değildir. Diğer bir ifadeyle Gezi’ye nitelik olarak ve nicelik olarak hâkim olan kesimler farklıdır. Bu bağlamda Gezi’cilerin çoğunluğunun Kürtlerin oraya Apo bayraklarıyla gelmesine, Kürtlerin anadilde eğitim hakkı dâhil tüm kimlik haklarını elde etmesine, çözüm sürecine ve gerillanın topluma geri dönmesine müspet yaklaştıkları kuşkuludur. Bu argümanı bir adım öteye götürürsek, Erdoğan karşıtlığının en önemli sebeplerinden biri çözüm süreci olan ve Gezi’ye bu sebeple katılanların varlığından da bahsetmek gerekir. Bu çizdiğimiz tabloyu gerçekçi bulmayanlar, Gezi profilini inceleyen bilimsel anketlere göz atmadılarsa -en basitinden- çevresindeki Gezi’ye katılan insanların Kürt sorunu, çözüm süreci, Öcalan, gerilla gibi konulara yaklaşımlarına bakıp bir fikir sahibi olabilirler. Velhasıl-ı kelam böyle bir ortamda Kürtlerin Gezi’ye tüm güçlerini sarf etmemeleri, kuşku duymaları veya bir kısmının Gezi’yi menfi olarak değerlendirmesi anlaşılabilir. Gezi’yi Lice’yle Taksim’i buluşturabilen bir dinamik olarak görmek yerine onu olduğu gibi ideal Türkiye muhalefeti olarak lanse edenler, Gezi’ye katılanların Kemalizm, milliyetçilik yerine daha demokrat daha sol değerlerle tanışması adına da bir çaba sarf etmeyenlerdir. Bu bağlamda Gezi’yi komple darbe olarak değerlendirip sol ve demokrat dinamikleri görmeyenlerle aynı sınıftadırlar.
İkinci algı operasyonu “Sırrı (HDP) Soma’da neredeydi?” mevzusu üzerinden yapılmakta. Gezi Parkı direnişinin kitleler tarafından duyulması BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in dozerin önüne geçip çalışmayı durdurması ve bunun haber bültenlerinde gösterilmesi ile oldu. Bir bakıma, her daim Kürtlerle omuz omuza durmasıyla ön plana çıkmış bir Türk siyasetçisi, Gezi direnişini “patlatan” kişi olmuştu. Gezi’ye katıldığı halde bu durumu bir türlü hazmedemeyen milliyetçi, ulusalcı kesimler, bu çelişkili durumlarını bertaraf edebilmek için Önder’i her fırsatta tu kaka etme peşinde koştular. Soma’da bu zincirin bir halkası. Burada Önder adına bir argüman sunmaya lüzum yok. Zira Önder, Kemal Derviş döneminde başlayan ve Ak Parti döneminde devam eden neo-liberal politikalarla Soma halkının nasıl topraktan kopartılıp madene inmeye mecbur bırakıldığından, maden sahibiyle iktidar arasındaki klientalist ilişkilere kadar Soma hadisesini neo-liberal bir facia olarak en içi dolu bir şekilde, şov yapmadan ortaya dökmüş tek siyasetçidir. Fakat şunu belirtmek yerinde olacaktır ki HDP heyeti Soma katliamının yaşandığı ilk günden itibaren orada her daim mevcut bulunmuş, buna rağmen bu mevcudiyet ana akım medyada pek yer almamıştır.
Kürt hareketinin ve omuzdaşlarının göğüslemek zorunda olduğu faşizan kuşatmanın ateşine “sol” iddiasıyla odun taşıyanların bu sorumsuzluğu –büyüklüğü tartışılsa da- bir de maddi sonuç doğuruyor: Yüzü sola dönük olduğu halde milliyetçi kaygıları dolayısıyla çelişki ve kafa karışıklığı içinde olan kitlelerin, “itibarsızlaştırılmış” Kürt hareketiyle yan yana gelmektense son tahlilde tercihini milliyetçi-müstekbir cepheden yana kullanmaya itilmesi. Diğer bir ifadeyle, tablonun bu ölçüde faşizan olduğu bir ortamda, kendine solcu diyen bir kesim, müstekbir saflardan kopmaya meyilli bir kitleyi “solculuk” adına bundan alıkoymaya soyunmuş durumda.
Demirtaş ve Sol
Siyaset bilimci ve felsefeci Norberto Bobbio’nun tespitiyle sol, müstekbire karşı mazlumun yanında olan ve eşitlik ilkesini savunmakta mahir olandır. Tanımdan ziyade, bu ülkenin tarihi Aleviler örneğinde olduğu gibi göstermiştir ki, anti-faşist saldırılara karşı Çorum’da, Maraş’ta mazlumun yanında gövdesini siper edene solcu denmiştir. İlk bölümde tasvir edilen memleketteki bu faşizan ortam ve ikinci bölümde tasvir edilen bu ortamın değirmenine kendini sol olarak lanse edenlerin bile su taşıması, benim kendimi dâhil ettiğim anti-faşist sol duruş konumlanmanın tarihsel sorumluluğu açısından, iki sağ adayın olduğu bir seçimde Demirtaş’ı destekleme adına asgari ölçüde yeterlidir.
Bu tabloda çok açık bir şekilde Demirtaş ehven-i şer değil, sol için asgari ölçeklerde ideal aday olma kriterini yerine getiren bir figürdür.
Fakat yine de şu soru bakidir: Demirtaş sadece defansif (anti-faşist) sebeplerden dolayı mı solun ideal adayıdır?
Hayır. Demirtaş, kadınlardan farklı etnik taleplere ezilenlerin mücadelesine birçok katkı sunan Kürt Hareketi’nin referansıyla ve kendisinin tutum belgesinde cesurca açıkladığı siyasi duruşu itibarıyla da bu Türkiye tablosunda solun ideal adayıdır.
İlk bölümde çizdiğimiz Türkiye tablosu malum. Türkiye zenofobyanın, milliyetçiliğin-bayrak fetişizminin, mezhepçiliğin, homofobinin, ataerkilliğin fazlasıyla mevcut olduğu, kanlı neo-liberal bir büyüme modeline sahip olan bir coğrafya. Bu tablo elde mevcutken;
Örneğin, toplumun kahir ekseriyetinin homofobik olduğu bir ülkede cesaretle “LGBTİ’lerin varoluşu suç görülüp, homofobi ve transfobi besleniyor. Yeni yaşamda bütün cinsel kimlikler eşit yurttaşlık haklarıyla, ayrımcılığa uğramadan, hayatın her alanında özgürce onurlu bir varoluş sürdürebilecekler” dediği için;
Örneğin, Alevi, Ateist ve farklı inanç kimliklerinin gördüğü ötekileştirmenin had safhada olduğu, bizzat başbakanının bir inancı (Aleviliği) yuhalatabildiği veya “afedersin Rum” diyebildiği bir ülkede cesaretle “Aleviler, Hıristiyanlar, Museviler, Ezidiler gibi ezilen ve dışlanan tüm inanç ve kültürel grupların üzerindeki baskılar kaldırılmalı, herkesin dini inançlarını ve dünya görüşü çerçevesinde sosyal hayatını özgürce yaşamasının önü çoğulcu demokrasiye uygun bir şekilde açılmalıdır”, “laik bir sisteme yakışmayan zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır”, “Cemevleri ve farklı din ve inançlara ait tüm mekânlar yasal statüye kavuşturulmalı”, “anadilinde ibadet hakkı sağlanmalı, bugüne kadar devletin resmi din anlayışına hizmet eden Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır” dediği için;
Örneğin, HDP dışında meclisteki tüm partilerin uzlaştıkları anadilde eğitimin Türkçe olması gerektiği mevzusu elde mevcutken cesaretle “Anadilde eğitim herkes için bir hak olarak kabul edilmeli” dediği için;
Örneğin, militarizmin, asker-vatan-bayrak fetişizminin alabildiğine yoğun olduğu bir memlekette “Vicdani ret hakkını savunurum. Zorunlu askerliğin kaldırılması gerektiğini savunuyorum” dediği için;
Örneğin, kadın ölümlerinde zirveye oynandığı halde kapsamlı bir ataerkillik tartışması yapılmayan bir memlekette “Kadına söz ve iktidar alanı bırakmayan erkek egemen toplumun kadın katliamı hızını kesmeden sürüyor” dediği ve erkek egemen toplum tezini kabul ettiği için;
Örneğin, kanlı neo-liberal büyüme modelini eleştirip “neoliberal dönem, mülkiyet, üretim ve istihdamda köklü değişiklikleri de beraberinde getirdi. Üretim süreci çeşitli biçimlerde parçalandı, ölçeği değişti ve küçük birimlere ayrılarak yeniden yapılandırıldı. Esnek çalışma başlığında toplanan, güvencesiz, taşeronlaşmış, sigortasız olarak çeşitli şekillerde biçimlenen çalışma koşulları emeğin maddi haklarını gasp etmenin ötesinde, emekçilerin tüm yaşamına dair haklarını da ellerinden almaktadır” dediği için;
Türkiye’de Selahattin Demirtaş, Kürdistan’ın yiğit evladı, solun ehven-i şer değil, ideal adayıdır.
Eldeki mevcut Türkiye tablosunda, bu ölçekte birinden hiç duymadığımız, diğer adayların yanından geçmeye cesaret edemeyeceği demokrat ve sol söylemleri savunduğu için;
En çok da solun adayıdır…
Ozan Utku
Twitter: @ozan_utku1