KADİR AKIN Siyaset dergisinin 4. Sayısına (Mart-Nisan 2018) yazdı: “Sanki tekrar 100 yıl öncesini yaşıyoruz! Muhalefete göz açtırılmadığı, sosyal medyada görüş açıkladığı için birkaç haftada 1000 civarında insanın gözaltına alınarak önemli kısmının tutuklandığı koşullardayız. Savaş yerine barış demek en hafifinden gözaltı nedeni sayılıyor.”
15 Temmuz Darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL ve çıkartılan KHK’lar ile ülkede görülmemiş bir baskı ve tasfiye hareketi başladı. Sayısız KHK ile Meclis devre dışında bırakıldı. Parlamentoda 3. büyük parti olan HDP’nin eş başkanları ve milletvekilleri tutuklandı, siyaset yapmaları engellendi. Toplumsal muhalefetin her alanına yönelen bu baskı ve sindirme hareketi on binlerce insanı etkiledi. Pek çok akademisyen, aydın, gazeteci, savaş karşıtı ve insan hakları savunucusu gözaltına alınıp tutuklandı. Bugün tutuklu olmasalar bile binlerce insanı kapsayan adli kontrolle “serbestlik” uygulaması, Demoklesin kılıcı işlevini görüyor. Bu durumun kendisi çok geniş kesimlere “ayağınızı denk alın” mesajı veriyor ve bir yandan da baskılar hız kesmeden devam ediyor.
Toplumsal muhalefetin değişik öbekleri devletin biçim değiştirerek faşist bir karakter kazandığı konusunda artık hemfikir. Elbette baskı ve şiddetin giderek artmasını faşizmin inşasında önemli bir unsur olarak ele almak gerekiyor. Ne var ki, “sopanın” göründüğü her yerde, bu durumu faşizm diye tanımlayan epey bir politik çevrenin varlığı düşünülürse; şiddeti faşizmin karakter kazandığı en temel unsur diye öne çıkartmak doğru olmaz. Siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri, Hitler’in Almanya’sı, Mussolini’nin İtalya’sı, Franco’nun İspanya’sı, Salazar’ın Portekiz’i, Suharto’nun Endonezya’sı, Pinochet’nin Şili’sini inceleyerek faşizmin 14 karakteristik özelliğini vurguladığı ve Bianet’te de yayımlanan yazısında bu özellikleri şöyle sıralıyor: Güçlü ve sürekli milliyetçilik; insan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi; düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması; ordunun ve militarizmin yüceltilmesi; cinsel ayrımcılığın şahlanışı; kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması; ulusal güvenlik takıntısı; din ve yönetimin iç içe geçmesi; özel sermayenin gücünün korunması; emek gücünün baskı altına alınması; aydınların ve sanatın küçümsenmesi; suç ve cezalandırma ile baskı altına alma; insan kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama; hileli seçimler.
Yukarda sıralanan özelliklerin ülkemiz dâhil birçok yerde yıllardır var olduğunu bilerek ve her baskıcı devlet biçiminin faşizm olmadığını bir kez daha hatırlayarak, faşizmin temel özelliklerini incelemekte kuşkusuz yarar var. Ancak değişik coğrafyaların özgünlüklerinin faşizmin inşa süreçlerinde farklılıklar göstereceğini ve esasen de sermayenin pozisyonunun bu inşa süreçlerinde iyi gözlenmesi gerektiğinin altını çizelim.
Faşizmde esas belirleyici olan ögelerden birisi, alt sınıfların, yoksulların memnuniyetsizliğinin ve tepkisinin düzen lehine harekete geçirilmesidir. Faşizmi diğer açık diktatörlüklerden ayıran temel unsur, sokakları tutan bir kitle hareketine sahip olmasıdır. Ülkemizde bunun ilk adımı OHAL ilanı ile kitleler günlerce sokaklara çıkartılarak atıldıysa, ikinci adımı 696 sayılı KHK ile atılmıştır. Devletin tekelinde olan şiddet kullanımı; bu yasa ile gittikçe faşist bir parti haline gelen iktidar partisinin üye ve yandaşlarına da açılmış, sokakta şiddet kullanan ve kullanabilecek olanlar yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Her ne kadar bu düzenlemenin şimdilik 15 Temmuz gecesi sokakta olup darbeye direnenleri korumak için çıkartıldığı söylense de, işin aslı bu değildir. Faşizmin kurumsallaşma noktasında kafası net olan siyasal iktidar, bu nedenle SADAT’ı düzene içkin hale getirirken, planlı bir yol izlemektedir. Bu konuda iktidar katında henüz tam bir fikir birliği sağlanamasa da iç savaş dinamiği derinden derine hazır hale getirilmektedir.
Siyasal iktidar, bütün hesaplarını tek adam rejimini güvence altına almak ve sandıktan çıkartmak üzere yapmış görünüyor. Olağanüstü halin olağanüstü seçim düzenlemesiyle seçimlerde yazı da gelse tura da gelse, hatta dikine de gelse kazanan olmayı garantilemek istiyor. Bu yasanın esası, temsilde adalet yönetimde istikrar diye uydurulan gerekçeye dayanak yapılan %10 barajını korumak, korumakla kalmayıp bu tehdidi AKP’ye biat edenler için kaldırmak ve onlara Meclis yolunu açmak olduğu ayan beyan anlaşılıyor. Planlanan, hak edilmeyen milletvekili sayısını artırmak, böylelikle hem Cumhurbaşkanlığını garantilemek hem de ayak bağı olmayacak bir Meclis yapısını sandıktan çıkartmaktır.
Ülkenin, tek adam yönetimine teslim edilmesini sağlayacak değişiklik önerilerinden bazıları ise şöyledir; seçmen denetimini tamamen ortadan kaldıran seçmen kayıtlarının ‘kaydırılması’, iktidar yanlısı mülki idarenin isteği doğrultusunda seçmen bölgelerinin ve sandıklarının taşınması, listelediği yandaş memurların sandık kurulu başkanı olarak atanmasıyla siyasi partilerin temsiliyetinin yok sayılması, seçim çevresine “vatandaş ihbarı” ile kolluk baskısı ve müdahalesinin önünün açılması, mühürsüz oy pusulalarının ve zarfların geçerli sayılarak şaibenin yasalaşması, ittifak için sütun düzenlemesi yaparak seçmeni etkileme ve geçersiz olabilecek oyların geçerli sayılması, ittifak ortak oy düzenlemesiyle hakkaniyetsiz milletvekili kazanımı.
Yukarıda özetlenen değişiklik önerilerinin kabulü halinde önümüzdeki seçimlerin şimdiden “sopalı seçimler” haline geleceğinden kuşku duymamak gerekir. Siyasal iktidarın ve kimi uygulamalarının 12 Eylül’e benzediğini düşünenler yanılmaktadırlar. Olan biten 100 yıl öncesini anımsatmaktadır. Bilal Erdoğan’ın “Abdülhamit Han’ı yediler, Tayyip Erdoğan’ı yedirtmeyeceğiz” sözleri, özenilen ve arzulananın dönemin hangi dönem olduğunu bize iyi anlatmaktadır. Demokrasi ve etnik temizlik bakımından İttihatçıların tutumu ile Abdülhamid’in tutumu arasında fark yoktur. İkisinin de zihniyeti, aynı madalyanın farklı iki yüzü gibidir.
1912 yılında İttihat ve Terakki hükümetinin gerçekleştirdiği ve tarihe “sopalı seçimler” diye geçen seçimler de, şimdi yapılmak istenen seçim düzenlemeleri yapılarak gerçekleştirilmiş ve tüm muhalefete baskı uygulanarak herkes dayaktan geçirilmişti. 25 yaşını doldurmuş ve vergi ödeyen erkeklerin oy kullanabildiği, kadınların oy hakkının olmadığı seçim sistemi iki turlu gerçekleştiriliyordu. İlk turda “ikinci seçmenler” seçiliyor, daha sonra da onların arasından Meclis-i Mebusan’a girecek vekil seçimi yapılıyordu.
İttihatçılar seçim öncesi seçim bölgelerini yeniden düzenleyerek ve kimi “kaydırmalar” yaparak seçim sonuçlarını garanti altına almaya çalışmıştı. 1912 seçimlerinde Muş’un Ziyaret nahiyesindeki iki Ermeni köyü, beş Kürt köyü ile birleştirilerek seçim çevresi yapılmış, diğer taraftan toplam 1000 seçmeni olan iki Kürt köyü ile 2 bin 800 seçmeni olan üç Ermeni köyü birer delege (ikinci seçmen) seçebilecek hale getirilmişti. Sasun gibi Ermenilerin ezici çoğunlukta olduğu bir bölgede ise 13 ikinci seçmenin sadece üçü Ermeni idi. Bu uygulamanın seçimin gerçekleştiği bütün Osmanlı coğrafyasında yapıldığını belirtmeye bile gerek yok! Seçimler henüz bitmeden Meclis’te çoğunluğu alacağı belli olan İttihat ve Terakki Fırkası, ittifak yaparak aynı liste ile seçimlere girdiği Taşnaklara söz verdiği on dokuz mebusluktan sadece dokuzunu vereceğini ve bu dokuz mebusun kim olacağını da kendisinin belirleyeceğini açıklamıştı.
Sanki tekrar 100 yıl öncesini yaşıyoruz! Muhalefete göz açtırılmadığı, sosyal medyada görüş açıkladığı için birkaç haftada 1000 civarında insanın gözaltına alınarak önemli kısmının tutuklandığı koşullardayız. Savaş yerine barış demek en hafifinden gözaltı nedeni sayılıyor. Dolayısıyla 1 Kasım’da seçimleri, 17 Haziran’da ise referandumu kaybetmiş ama her iki sandık sonucunu da yaptığı hamlelerle terine çevirerek kazanç hanesine yazmış bu siyasal iktidarın parlamentoda müzakereye açtığı yeni seçim sisteminin “demokratik olduğuna” kim neden inansın? İktidarı bir tür amok koşusu yaparak elinde tutan, durduğu anda düşecek ve kendisini yargının önünde bulacak bu siyasal iktidarın iyi niyetli olduğuna neden inanalım? Hiç şüphe etmemek gerekiyor ki; mülki idarenin siyasal iktidara tümüyle biat etmesinin sağlandığı ve parti yetkilisi haline getirildiği koşullarda, onlar tarafından atanmış yandaş sandık kurulları başkanları eliyle her türlü hile ve oy ayarlaması yapmanın önü bu seçim sistemi ile açılacaktır.
Kitlelerin yoğun ve yaygın olarak politikayla alaka kurdukları seçim süreçlerinde gerçekleri açıklayabilmek ve kitlelerle bağ kurabilmek için bu özel süreçleri sonuna kadar değerlendirebilmek kuşkusuz önemlidir. Ama seçimin kendisi kadar hangi koşulların bizlere reva görüldüğünü, nelerin dayatıldığını da görmek; bunu kabul etmemek, buna itiraz etmek ve kitleleri bunun için seferber edecek bir perspektife sahip olmak da seçimler kadar önemlidir.
Siyasal iktidarın bir türlü bitirmek bilmediği OHAL’e ve KHK’lara; seçim yasasında yapmaya çalıştığı değişikliklere karşı mücadele etmeden ve Cumhur ittifakının ne anlama geldiğini düşünmeden sadece sandık hesabı yapmak ve “seçimlere hazırlanmak” bizleri yanılgıya sürükleyebilir. Bunun için de tek başına sandığın aldatıcılığına kapılmamak, sandığı sarıp sarmalayan bir kitle hareketini yaratmadan girilecek seçimden bir fayda çıkmayacağını bilmek gerekiyor. Bu kitle hareketinin birçok kesişim kümesinin yan yana gelmesiyle oluşacağı gibi, kimi değme noktaları bularak yan yana gelmeden paralel biçimde yürüyebileceğini de hesaba katmalıyız. Unutmayalım ki Referandum sürecinde oluşan hayır cephesinde herkesin “hayır”ı kendisineydi!
Toplumsal muhalefet, yapılıp yapılmayacağı belli olmayan ama olacaksa da hangi koşullarda gerçekleşeceği çok belli olan, gerçekten zorlu ve sopalı bir seçim sürecine seçimleri beklemeden şimdiden hazırlanmalı, seçmen iradesini yok sayan uygulamalara karşı sözünü yükseltmelidir.