MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Baharın gelebilmesi için, bir bahardan söz edebilmek için baharı örgütlemek gerekmektedir. İşte şimdi baharı örgütlemenin zamanıdır. Şimdi küreklere daha sıkı asılmanın vaktidir. Yükselecek yeni dalgayı göğüsleyecek bir örgütlülük için daha çok, daha sıkı, daha inatla çalışma günüdür.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
31 Mart seçimleri, hiç şüphe yok ki memleket ve memleket siyaseti için bir yerel seçimin çok ötesinde ve tabiatıyla daha önceki tüm yerel seçimlerin ötesinde bir anlama sahip. Bu seçimler, resmi olarak açıklanması ve tanınması bıkkınlık verici şekilde sarkıtılan, sündürülen sandık neticeleriyle memleket siyasetinde henüz netleşmemiş olsa da belirleyici bir etki bırakmış görünüyor.
Aslında seçim gecesini takiben yürütülen sonuçların açıklanması, tanınması, mazbataların verilmesi süreçlerinde yaşanan sündürme, sarkıtma, sallantıda bırakma süreci, uzun sürmüş benzer başka bir sürecin devamı niteliğindedir. Daha önce de pek çok darbe almış olmasına rağmen resmi sandık sonuçlarıyla ilk sandık mağlubiyetini 7 Haziran seçimlerinde alan AKP, o seçimin neticelerine karşı tutunduğu kendi açısından kısmen başarılı olan tavrını sürdürmektedir ve benzer bir süreci bu seçimler için de yürütmektedir. Her şeye rağmen 31 Mart seçimleri 7 Haziran’dan beri bir pat durumunda kalakalmış, AKP-MHP iktidarının hile, komplo ve şiddetle de olsa devam ettirmeyi başardığı siyasal dengeyi muhalefet lehine bozmuş, değiştirmiş görünüyor. Hususiyetle memleket ekonomisinin ana arterlerini oluşturan büyükşehirlerin büyük kısmının ve en belli başlılarının muhalefetin eline geçmiş olması, bu kentlerin oluşturduğu rant gelirlerinden beslenerek semiren Erdoğan ve 40 haramileri açısından yeni ve benzersiz bir durumu işaret ediyor olduğu açıktır; onları bir arada tutan rant yağması büyük bir darbe alacak ve bu söz konusu çete için sarsıcı, çözücü olabilecek neticeler doğuracaktır. Belli ki hem muhalefet hem iktidar hem de memleket için yeni bir eşikte duruyoruz.
Her ne kadar 7 Haziran’ı takip eden sürecin devamını yaşıyor hissi içindeysek de ya da benzer bir süreç içinden geçiyormuşuz gibi görünsek de, siyasal statükoda, hususiyetle de Erdoğan’ın dâhili ve harici konumunda belli başlı farklılıklar söz konusu görünüyor. Seçim gecesi Ankara’da Erdoğan’ın balkondaki yalnızlığı bu duruma delalet eden bir simgesellik arz ediyor olsa gerek. Sırasıyla Gezi, 7 Haziran ve sokağa çıkma yasakları süreçlerinin devamında muayyen bir vakitten sonra da Erdoğan’ın, ancak süreklileştirilmiş bir olağanüstü hal rejimiyle, oldubittilerle, ceberutlukla, bunaltıcı bir baskı ve terörle iktidarını sürdürme çabasının son imkânlarının kullanıldığı bir merhaleye varıldığı anlaşılıyor. Balkondaki yalnız Erdoğan’ın “Dik duracağız ama diklenmeyeceğiz” demesi, defaten yegâne “Yol arkadaşının”, “milleti” olduğunu dillendirmesi pazarlık payının daraldığının farkında olduğunu, “Atı alıp Üsküdar’ı geçebileceği” rahatlıkta yahut 7 Haziran seçimlerinin tekrar edilmesindeki hareket kabiliyetinde olmadığını bildiğini gösteriyor olsa gerek. Şu anki dünya konjonktüründe netleşmiş bir hegomonik gücün bulunmadığı, bunun da Erdoğan ve şürekâsı için hem içerde hem de bölgesel hevesler açısından bir fırsat yarattığı tespitine dayanan dış politika anlayışı; buna bağlı olarak şekillenen S-400’ler, F-35’ler ve Suriye konusunda ortaya konan şark kurnazı taktikler, Rusya ve ABD arasındaki çelişkilerden yol alarak devam etme stratejisi limitlerine dayanmış ve Erdoğan’ı kısıtlamış görünüyor. Her geçen gün derinleşen ekonomik krize mukabil içeri ve hususiyetle dışarı doğru -yani alacaklılara doğru- ısrarla terennüm edilen ‘beka’ mesajı da, ‘benden sonra tufan bu borçları ancak benimle tahsil edebilirsiniz’ söylemi de iç siyasete yönelik esip gürlemeler ve frenlenemeyen ekonomik krizin paniğiyle girişilen yabancı yatırımcılara ve alacaklılara karşı yanlış hamleler nedeniyle beklenen tesiri göstermemiş ve Erdoğan’ı bir kademe daha kısıtlamış görünüyor.
Tüm bunlara son birkaç aydır gelişmekte olan nihayet Cezayir’de ve Sudan’da siyasal İslamcıları iktidarlarından eden bölgesel halk hareketliliğini eklediğimizde, dış gelişmelerin de Erdoğan açısından hiç de elverişli bir yöne doğru evirilmediğini daha iyi anlayabiliriz.
İçerde ise rant nehrinden akan suyun debisinin düşmesine ve iktidar olanaklarının belirli ölçülerde daralmasına bağlı olarak zaten baş göstermek için fırsat kollayan Ergenekoncular, eski küskünler ve onlarla hareket etmesi muhtemel parti içi suskun muhaliflerin, ve dahi Ağar-Çiller beslemesi Truva atının ve AKP’yi kemirerek yeniden semiren Bahçeli’nin vagonları her an ayırabileceği endişesiyle, pastanın küçülmesiyle başlayacak beslemeler arası kavga ve çatlakların tereddüdü Erdoğan’ı, 4,5 yıllık kesintisiz iktidara karşılık örtülü ya da açık IMF programlarına razı etmiş, “YSK ne açıklarsa öpüp başımıza koyarız” çizgisinde bir rızaya getirmiş görünüyor. Erdoğan, belli ki kavramın çokça genişletilmiş anlamıyla kulağına fısıldanan “Sen artık topal ördeksin” mesajını almışa benziyor.
İşte bu minvalde kucağında ekonomik kriz, IMF dayatmaları, S-400 krizi ve Suriye meselesi bombalarıyla birlikte büyük kentleri ele geçirmiş muhalefetin kuşatması altında ilk kez savunma durumuna düşen Erdoğan ve iktidar payandalarını çokça zorlayacak, yıpratacak belki de önlenemeyecek bir dağılma ve düşüşe sürükleyecek bir sürecin eşiğinde duruyoruz. 31 Mart itibariyle rüzgâr tersine dönmüştür diyebiliriz.
Psikolojik üstünlüğün muhalefete geçtiği, alınan büyük şehirlerle muhalefetin imkânlarının ve alanının genişleyeceğini söyleyebilsek de, şimdi bizleri, emekçi sınıfları ve halkları törpülenen haklarla, artan işsizlik ve küçülen ekmekle kendini daha da keskin hissettirecek bir kemer sıkma politikaları süreci bekliyor. Kayınbabasının gözüne girmek için gün aşırı artık komik bile olmayan sunumlarla paketler açıklayıp duran kifayetsiz damadın bu güne kadar geveleyerek dillendirdiği mesajlara bakacak olursak; vergilerin tabana yayılmaya çalışıldığı yani krizin faturasının emekçilere, yoksullara çıkarıldığı, kıdem tazminatına kast eden, emeklilik haklarına bile göz diken, bankalara ve reel sektöre (patronlara) can simidi olacak IMF merkezli bir yeni ekonomi politikası dönemine geçeceğimiz anlaşılıyor. Damat Bey’in bu günlerde sürdürmekte olduğu Washington ziyareti bu sürecin netleşmesinde, peşi sıra ete kemiğe bürünmesinde belirli olacaktır. Daha önce “Neymiş bu yapısal reformlar?” denilerek hafife alınan IMF ve daha geniş anlamda alacaklıların dayatmalarının kodlanmış hali olan “yapısal reformlar” peşi sıra hayata geçirilecektir. Bu da yukarıda saydığımız muhalefet olanaklarıyla ve belirli oranlarda gerileyecek, esneyecek olan baskı ortamının yeni bir sol dalganın, ters dönen rüzgârın soldan, işçiden yana esmesinin koşullarını yaratacaktır. İtirazların artacağı, işçi hareketliliğinin genişleyip, güçleneceği, bıçağın kemiği geçtiği bir süreci yaşayacağımız anlaşılıyor. Bu kanaati paylaşanlar yalnızca biz olmasak gerek ki yeniden dizayn süreci, Erdoğan’ın alternatiflerini yaratma, bulunanları parlatma böylece ön alma, yumuşak geçişin zeminini oluşturma çalışmaları hızlanmış görünüyor.
Öyle ki bu yeniden dizayn çalışmalarının yeni yıldızı, mümkün en uygun profili, devir teslimin namzedi, İnce fiyaskosundan sonra bu defa bulunmuş görünüyor. İnce’den esirgenen “dik durabilirsin” salığını kavrayan ve görünen o ki hakkıyla da kotaran, hakkında mazbata video oyunları bile yapılan Yerli Macron’umuz Ekrem İmamoğlu dört koldan olmak üzere sosyal medyadan, örtülü biçimde konvansiyonel medyadan hızla parlatılmaktadır. Seçim gecesi, “devlet adamlığına yaraşır tutumlarından” söz edilerek kırpılan gözü, açılan yolu hızla kavrayan Yerli Macron’umuz, toplumsal uzlaşıya, uyumlu çalışmaya yatkın çizilen profiliyle düzen içi dizaynın aranan kanı olsa gerektir. Sendikaların ve demokratik güçlerin geriye düştüğü, dağınık durumda bulunduğu, radikal solun neredeyse tasfiye edildiği bu tarihsel anda yükselmesi muhtemel emek hareketlerini ve sol dalgayı düzen içine çekerek evcilleştirip, sönümleyecek yeni bir muhalif lider için sahnenin hazırlanmakta olduğu anlaşılabilmektedir. Özal dönenimden bu yana olanakları hesaplanan iki partili sistemin, bugünkü cari yeniden dizayn arayışlarının ve çöktürme planlarının iç içe geçtiği bir aşamadan söz edebilmemiz mümkün görünüyor. Öyle ki 7 Haziran’da partilerine oy vererek, 31 Mart seçiminde ise Batı illerinde muhalefet bloğuna oy vererek Erdoğan’ı iki kez mağlup eden HDP seçmeninin, bu seçimde stratejik oy kullanan bir bölüğünü CHP saflarına doğru itecek; kimisi doğrudan CHP’den adaylıkla kimisi başkası adına seçime giren tabela partisi rolleriyle göreve dünden razı oldukları belli olan yan rollerdeki Yerli Bernie’lerle, Yerli Corbyn’lerle sol, demokratik güçleri ve kesimleri CHP’ye yedekleyecek bir konseptin oluşturulmaya çalışıldığı aşikâr olsa gerek. İşte burada sol ve demokratik güçlerin kurulan bu tuzağa karşı tetik olması, kendi örgütlülüğüne ve kendi gündemlerine yoğunlaşması, bunları koruması ve yükseltmesi kritik bir önem arz etmektedir diyebiliriz. Zira Yerli Macron’umuzun bir vadede orijinal Macron’un ve İnce’nin kaderini paylaşacak olması mukadderdir.
Öte yandan ise bu seçimde tecrit koşullarına rağmen oynadığı rolle ve yarattığı etkiyle büyükşehirlerin muhalefete geçmesinde belirleyici bir etki yaratan Sayın Selahattin Demirtaş, “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışından bu yana memleketin muhalefet hareketinin doğal lideridir. Bunu bu seçimin neticeleri bir kez daha gözler önüne sermiştir.
HDP; üzerindeki tüm baskı, terör, bin türlü hile ve gasp üzerinde yürütülen Özel Harp operasyonlarına rağmen çok ağır koşullar altında bile olsa dayandığı yenilmez halk hareketinin bakiyesiyle bu seçimlerde Kürdistan’daki kısmi kayıplarına rağmen batıdaki kesin zaferiyle memleket siyasetinin en etkin ve kilit gücü olduğunu bir kez daha göstermiştir. Sol ve demokratik güçlerin gerilemiş durumda olduğu günümüzde en güçlü ve elzem mevzi olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.
Hülasa bugün memlekette yıllar sonra yüzler gülmekte, bir esenlik ve nikbinlik havası yayılmakta, bu hissedilmektedir. AKP ve payandalarının iktidar surlarında onarılması güç gedikler açılmış, rüzgar geniş anlamıyla muhalefetten yana esmektedir. Bu moral ve iştah toplama, bir soluk alabilme açısından çok önemlidir. Ancak bir bahardan söz etmek için çok erkendir. Olsa olsa bir bahar esintisinden söz etmek mümkün görünüyor. Buna dahi hasret kaldığımız günlerden sonra bu bile başlı başına bir kıymettir. Ne var ki seçimler hem süreçleri hem de neticeleri ile pek çok imkânı ve olanakları içinde barındıran yadsınamaz bir araç olsa da ne bir amaç ne de tek başına baharı getirebilmeye kabil araç değildir. Baharın gelebilmesi için, bir bahardan söz edebilmek için baharı örgütlemek gerekmektedir. İşte şimdi baharı örgütlemenin zamanıdır. Şimdi küreklere daha sıkı asılmanın vaktidir. Yükselecek yeni dalgayı göğüsleyecek bir örgütlülük için daha çok, daha sıkı, daha inatla çalışma günüdür. Şimdi güçlü bir 1 Mayıs’ı örgütleme günüdür. 1 Mayıs hazırlık sürecinden başlamak üzere örgütlülüğümüz artırma, gücümüzü yeniden toparlama, biriktirme günüdür. Zira kurtuluş ancak kendi ellerimizde, ancak kendi örgütlülüğümüzdedir!