BEREKET KAR yazdı: “Şimdi tahminler, İdlib’de beklenenden daha yıkıcı bir savaşın Türkiye’nin tüm planlarını ters yüz edeceği ve bir çıkmaza sokacağı yönündedir. ABD ve müttefiklerinin kimyasal silah kullanıldığı gerekçesiyle saldırı ihtimali olsa bile savaşın Suriye lehine sonuçlanmasını engelleme şansı yok gibidir.”
BEREKET KAR
Küresel kapitalist emperyalist güçlerin yedi yıldan beri sürükleyip itekledikleri şeriatçı İslami güçlerle, Suriye’yi yıkıp parçalama projelerinin ters teptiği, gerek Esat’ın askeri alan hakimiyetini sağlamasından, gerekse tedarikçilerin umutsuzca beyanatlarından ve kullanılan silahlı cihatçı çetelerin ortalıkta bırakılmasından anlaşılmaktadır. Yolun sonu, çıkmaz sokaktır; İdlib’de, malumun ilanı için geri sayım başlamıştır.
İdlib’de eli kulağında olan savaşın, sanıldığı kadar basit olmadığı ve yalnızca Suriye yönetimini ilgilendirmediği, Rusya, İran ve Türkiye’nin yanı sıra Batıyı temsilen ABD’nin de pazarlık masasında olduğu görülüyor. Tarafların ön kabulle El Nusra’nın teröristliğini tescil etmelerine rağmen, örgütü ortadan kaldırma iradesi göstermede tutuk davranmaları, ortaya çıkacak sonuçtan pay alma ya da yeni kayıplardan kaçınmayla ilgili bir durumdur. Zira birinci derecede Suriye’nin hanesine yazılacak bir başarının, kimileri için (Türkiye, ABD) yenilgi sayılacağı açıktır. Her halükarda ABD, Rusya ile pazarlık opsiyonuna sahipken, Türkiye’nin ise pirince giderken evdeki bulgurdan olma riski devam ediyor.
İdlib’i; elde tuttuğu Carablus, Bab ve özellikle Afrin için ileri bir müdafaa hattı olarak gören ve buna göre strateji geliştiren Türkiye’yi, İdlib savaşında kazanmak bir yana elindekini karşılıksız kaybetme korkusu sarmıştır. AKP ve Saray’ın Moskova’yla mekik diplomasisi kurması, Esat saldırısının felaket olacağı gibi beyanatlar, bu korkunun sonucudur. Bu işin bir yanı; diğer bir yanı ise SDG ya da PYD ile Esat’ın, en azından şu ana kadarki görüşmelerinin olumlu seyretmesi, ABD’nin de bu sürece müdahil olamaması, Türkiye’yi daha da kaygılandırmaktadır. Bir olasılık olarak İdlib kuşatmasında SDG’nin yer almasının hesapta olmayan ek bir sıkıntı yaratacağı muhakkak. Ki başarı halinde, Kürdi güçlerin, Afrin istikametine yönelme talebinde bulunmaları olasılık dahilindedir. Türkiye ile yapılan yoğun görüşmelerin ardından El Nusra şefi Ebu Muhammet El Culani’inin, koalisyon içinde olduğu Uygurlar, Çeçenler, Özbekler, Kazaklar ve birçok yabancı ülke çeteleri adına, Türkiye’nin güvenilmez bir ülke olduğunu ilan etmesi, AKP iktidarını daha da zora sokmuştur. Bir yıldan fazla bir zamandır ismini Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) olarak değiştiren El Nusra’nın bu açıklamasının ardından Türkiye’nin, HTŞ’yi terör örgütü olarak ilan etmesi oldukça dikkat çekicidir. Rusya ve İran’ın baskısı, artı Birleşmiş Milletler (BM) Suriye temsilcisi De Mistura’nın “Nusra kazanmamalıdır, kimyasal üretme gücü vardır” gibi açıklamaları Türkiye’yi sıkıştırmış ve yolun sonuna gelindiğini kabule zorlamış olabilir. Diğer bir olasılık, “HTŞ’yi lağvedin, kurdurduğumuz Suriye Ulusal Cephesi’ne katılın” baskısı da olabilir. Her iki halde de yapılan, sonun geldiğinin kabulüyle birlikte, saldırıyı geciktirme ve hedef olmaktan kaçınma taktiği olarak algılanabilir.
Peki, kaçınılmaz olan İdlib savaşının, Suriye, Türkiye ve hedefte olan silahlı şeriatçı güçlerle, üç milyona yakın sivil açısından ne gibi sonuçlara yol açması bekleniyor?
Belirtmek gerekir ki İdlib’i kurtarması ve topraklarına katması Suriye yönetiminin doğal ve meşru hakkıdır. Suriyeli olmayan cihatçılarla bir uzlaşmaya varılması hiçbir koşulda beklenmiyor. Esat, İdlib’i kurtarmakla siyasi pozisyonunu bir kat daha pekiştirecektir. Beklenen, bu suç örgütlerini destekleyip Suriye’ye sokan devlet ve güçlerin bunları başka alanlara taşımasıdır. Rusya, Çin, Suriye, İran gibi ülkeler buna şiddetle karşı çıkmaktadırlar. ABD ve Türkiye’nin sahip çıkmaması halinde çatışarak ölmeleri ya da çatışarak Türkiye’ye, özellikle sınır oldukları Hatay iline giriş yapmaları kaçınılmaz gibi görünüyor. Bu durum, Hatay halkı için bir felaket, AKP iktidarı için hesabı verilemeyecek ağırlıkta yeni bir çalkantının başlangıcı olur.
Hali hazırda Türkiye, bu şeriatçı güçlerle kapalı odalarda neyi konuşup planladığını açıklamadığı için Hatay halkı ve özellikle Arap Aleviler fazlasıyla tedirgindir. Kalkan olarak tutulan ve çoğunluğu cihatçı milislerin ailelerinden oluşan milyonlarca sivilin ne olacağı hâlâ meçhul. Bulunacak çözümler sınırlıdır. Sivil kitlelerin Suriye topraklarındaki bağımsız geçici kamplara yerleştirilememesi durumunda Türkiye’ye doğru yeni bir göç dalgası yaratacakları kesin görünüyor.
Türkiye’nin başından beri silahlı muhalif güçlere sahip çıkmasının ve garantörlüğe soyunmasının ardında yatan plan; Türkiye’ye iltica etmiş bulunan on binlerce Uygur, Çeçen ve diğer Türki cumhuriyetlerden cihatçıları İdlib’e yerleştirerek Suriyeli Türkmenlerle birlikte, parçalanması beklenen Suriye’de, sınır hattında, özerk bir Türkmen bölgesi kurmaktı. Davutoğlu’nun “derin” stratejilerinden biri de buydu, olmadı.
Şimdi tahminler, İdlib’de beklenenden daha yıkıcı bir savaşın Türkiye’nin tüm planlarını ters yüz edeceği ve bir çıkmaza sokacağı yönündedir. ABD ve müttefiklerinin kimyasal silah kullanıldığı gerekçesiyle saldırı ihtimali olsa bile savaşın Suriye lehine sonuçlanmasını engelleme şansı yok gibidir. Haliyle ABD, Rusya karşısında alternatifsiz olmadığını göstererek, siyasi çözümün bir parçası olma pazarlığını kuzeyde Rojava’da kurduğu üsler üzerinden sürdürmeye devam edecektir. Yedi yıldan sonra ABD’nin ve müttefiklerinin İdlib üzerinden yeni bir bölge ve de dünya savaşına yol açacak bir maceranın içine girmesi beklenmiyor.
Trump’ın, ahmakça davranış ve kararlarının, İran’ı ve Hizbullah’ı hedef tahtasına oturtmasının esas amaçlarından biri İsrail devletini koruma altına almaktır. Bir diğeri bölgede giderek yeniden güçlenen anti-Amerikancılığın önüne geçmektir. Bunun yalnızca askeri müdahalelerle gerçekleşemeyeceği, Afganistan, Irak ve Suriye’de ortaya çıkmıştır. Haliyle daha farklı yöntemler denemesi gayet normaldir. İdlib sonrasında sıranın Suriye’deki varlığına geleceğini bilen Trump, SDG ve Kürtler üzerinden Esat ve Rusya ile pazarlık yapmasının çok kârlı bir iş olmayacağının farkında. Dolayısıyla ABD’nin Rojava’daki konumu ve Kürtlerle ittifakına stratejik bir misyon yüklemediği Afrin sorununda açıkça izlenmiştir. ABD’nin Suriye ve Irak’taki varlık nedeninin IŞİD olduğunu defaatle belirtmiş olması, IŞİD’den sonra bu ülkelerde kalmak istemeyeceği anlamına gelmez. Bu denli iyi niyetli olmadığını herkes bilmektedir.
Sonuç olarak; 1) İdlib savaşı bölge güçleri ve devletleri açısından yeni bir dizilişi zorunlu kılarken, Suriye’nin geleceğini belirleme bakımından önemli bir kilometre taşı olmuştur. 2)Felaket tellallığı yapan Türkiye’nin, savaşan her iki tarafın yanında (hem Nusra,hem Nusra karşıtları) durma gibi bir lüksü kalmamıştır. Ektiğinin hasadını verimli ya da verimsiz, yapmak durumundadır.3) El Kaide, IŞİD, Ahrar el Şam ve diğerlerinin ciddi bir yenilgi yaşamaları, bölge halklarının lehine bir durumdur. 4) Her koşulda sivillerin korunması için Suriye yönetimi ve müttefikleri güvenli çıkış güzergahları için BM ile işbirliğine gitmelidir. 5) İdlib savaşının ardından derhal Cenevre barış süreci işletilmeli, Suriye’nin geleceğini belirlemek üzere Suriyeli tüm birleşenlerin katılacağı, çoğulcu, demokratik ve seküler bir anayasa zemininde seçimler yapılmalıdır. 6) Suriye halklarının isteği hilafına Suriye’de bulunan tüm yabancı güçler derhal Suriye den çekilmelidir. 7) Türkiye, hiçbir gerekçe ileri sürmeden, Suriye’nin egemenliğini ve toprak bütünlüğün tanıyarak, savaşın bir tarafı olmaksızın geri çekilmelidir.
Savaş kıskacında olan İdlib’den sonra bir anda her şeyin güllük gülistanlık olmayacağı bilinerek yukarıdaki tedbirler alınmalı, Suriye’nin toplumsal kesimleri ve devrimci, demokrat güçlerinin savaşa karşı barış ve özgürlük mücadelesi desteklenmelidir.